Sofrada tuzumuz olsun

Sofrada muhakkak bir tuzluk olsun. Mümkün mertebe tuzu az kullanın ki elden ele, dilden dile “Tuzu uzatır mısın?” sesi duyulsun. Yoksa sadece bir karın doyurma vakti gelip geçmesin zamandan. Televizyondan uzak, teknolojiden uzak, bir masanın etrafında, özel bir zaman çizgisinde fertlerin hepsi iç içe sofrada… Sofrada aile var; kaç kişi varsa, o kadar dünya var. Belki de toplumun en önemli toplantısı var. Bir ailenin, bir toplumun, bir ülkenin kaderi var…

SOFRADA tuzumuz başköşede olsun. Sünnet-i seniyye, sofraya herkesten önce oturmuş olsun. Duâ olsun. Manevî gıda olsun…

Çağımızda, belki de önem olarak üst sıralara yerleştirmemiz gereken bir konudur yemek (özellikle akşam yemeği)… Bir hazırlık başlar evvelden. Evde yeterli malzeme yoksa alışverişe çıkılır. Hazırlığa zaman kalmamışsa bir komşuya uğranıp bir limon, bir de hatır alınır. “Komşuluk yok” derler bu çağda, doğrudur çoğu yer için. Hâl çâresi ne ola ki? Komşuluk için önce komşu mu olmak gerek, ne dersiniz? Hadi sofrayı hazırlayalım!

Ana yemek, salata ve tatlı hazırlanır. Yemeklere baharattan daha fazlası katılır. Sevgi, duâ, mutluluk, birliktelik, Rabbe olan hamd, olana ve olmayana şükür…

Bir koşuşturmacanın, sonu gelmez bir meşgûliyetin çağındayız. Teknoloji yavaş yavaş ve sinsice bizleri samîmiyetten, doğallıktan koparıyor. Doğadan ve doğaldan uzaklaşan insan, kendinden ve çevresinden de uzaklaşıyor. Bir evin içindeki insanlar omuz omuza yaşarken kalpleri çok uzun zaman yan yana, göz göze gelemiyor. Diyaloglar standart ve soğuk. Yarına olan umutlar soğuk ama sofraya olan umut büyük.

Sofrada muhakkak bir tuzluk olsun. Mümkün mertebe tuzu az kullanın ki elden ele, dilden dile “Tuzu uzatır mısın?” sesi duyulsun. Yoksa sadece bir karın doyurma vakti gelip geçmesin zamandan. Televizyondan uzak, teknolojiden uzak, bir masanın etrafında, özel bir zaman çizgisinde fertlerin hepsi iç içe sofrada… Sofrada aile var; kaç kişi varsa, o kadar dünya var. Belki de toplumun en önemli toplantısı var. Bir ailenin, bir toplumun, bir ülkenin kaderi var.

Bir ailenin birbirine yakın olduğu, bir masa, bir sofra etrafında toplandığı anlar, bir şeylerin değişebileceği anlardır diye düşünüyorum. Ya bağlar daha da zayıflayacak, ya köprüler daha da sağlam olacak. Az bir zaman, lâkin öz bir zaman olsun temennim. Doğrudur, sofra âdâbı gereği sofrada çok konuşmamak gerek. Fakat bunu yanlış anlamamak da gerek. Yan yana, diz dize iyice sokulmak gerek. Gözlerden gözlere, kalplerden kalplere gevezelik gerek. Sözler değildir sadece bir insanı/toplumu îmar ve inşâ eden, esas kalplerden kalplere akıp giden duygular ve niyetlerdir.

Bir düşünür şöyle demiş: “Bazen bir olmak, beraber olmak, yazılan ve konuşulan her şeyden öte olmaktır.” Sofrada bir olalım. Sofrada tuzumuz olsun. Sevgimiz, duâmız, nazımız ve neşemiz olsun. Acımız varsa ortaya konulsun, tatlımız varsa ortaya. Derdimiz varsa köşeye konulsun, turşumuz varsa sıraya. Öfkemiz varsa arkaya, biberler kenara konulsun. Çatalı, kaşığı, bıçağı, su bardağı tam olsun. Kimse unutulmasın, eksik kalkmasın. Herkes herkese uğramış olsun. Sofrayı hazırlayanlara minnet, sofrayı ve etrafındakilerini Var Edene hamdolsun…

Tek başına sofrada olan, “Yalnızım” deyip saklanmasın düşüncelerine. Koca bir kâinat, eşsiz bir gökyüzü, şefkatli bir yeryüzü, varlığın bin bir yüzü eşlik eder ona görünmez âlemlerden. Açarsa kalbini, açar sonsuzluklar kalbini. Bu sofra, başka bir sofra! Kollarını yanlarına, doğuya ve batıya, kuzeye ve güneye açmasına göre sofraya davet ettikleri belli olur. Sadece aileni, sevdiklerini mi dâvet ediyorsun sofrana? Gönlün, zenginliğin ne kadar? Başka bir şehir ya da ülkenin insanını da kabul edebilir misin, seni sevmeyeni ya da başka bir inanca sahip birini? Sadece insanlara mı açık sofran? Kuşlar konmaz mı, kervan geçmez mi sofrandan? Kabından bir damla süt içmez mi kediler veya kaldırım kenarındaki otlar, heybendeki sudan nasiplenemez mi?

Sofrayı paylaşmak

Sofranın nedir sözlük anlamı? Masa, sini gibi şeylerin yemek yemek üzere hazırlanmış durumu. Bir başka anlamı da, “birlikte yemek yiyenlerin tümü”… “Yemek üzerine birleşmek” de denir genel olarak.

Kelimelerin bir sözlükte anlamları olur, bir de insanın içinde bıraktığı izde. Sofranın bendeki anlamı “paylaşmak”… Yüce Yaratıcı nimetlerini paylaşıyor, toplum ve aile birlikteliği paylaşıyor. Kişi bedeni ile vefâyı, hizmeti paylaşıyor. Paylaşmayı seven ve paylaşmayı bir yaşam biçimi olarak benimseyen içinse sofra, gizemli dünyalara açılan kapı oluyor. Ne dersiniz?

Paylaşmayı o kadar çok seviyordur ki o kimse, Rabbim ve tüm kâinat sofrasındadır ve karşılıklı bir paylaşma söz konusu oluyordur. İnsandan kâinata dostluk ve sevgi akarken, kâinattan ve Yaratıcıdan insana neler neler akar… O gelenler dile, kelimeye sığar mı, tarifi olur mu?

Sofrayı nimet bilene, sofraya değer verene sofra da değer verir. O kişiler ki, sofraya sırf karın doyurmak için oturmazlar. Acelece lokmaları yuvarlayıp kaybolmazlar. “Sofra da neymiş?” deyip gelişigüzel oturmaz, gelişigüzel konuşmazlar. Sofrayı hazırlayan imkânını, bilgisini, mahâretini sonuna kadar zorlar ve en iyi eserini vermeye çalışır. Kaşığı, çatalı, bıçağı ve tabakları öylece kondurmaz. Salatasında kavga gürültü olmaz. Sofraya oturmadan benliği oturmuş insanın gözü çok kaymaz, bakışı acıtmaz, sözü yakmaz.

Sofraya bir buyur eden olur; geleni selâmlayan, gideni hoşça uğurlayan… Sofrada bulunanın hâlinden anlayan biri olmalı. Hâlden anlamalı ki hâlini dile vuramayanı gözünden okumalı, derdini okuyup bir hâl çâresini bulmalı. Sofranın bir büyüğü, bir de küçüğü olmalı. Biri yemeğe bilgelik katmalı, diğeri neşe. Sofranın bir âdâb ve erkân örtüsü olmalı ki sofraya denge gelsin. Sofra o sofra ki, onu bulan misafir, onu evine de götürmeli, ömrüne sermeli, nesline emanet etmeli.

Sofraya abartı iyi gitmez, gösteriş lezzeti daraltır. İsrafı başından belli olan sofranın bereketi şüpheli olur. Temizlik imandandır; imanı güzel olanın, taze tutanın evi de, sofrası da tertemiz olur. Sofranın –genellikle- sahibi evin hanımıdır. Evin hanımının gönlü hoş ise, işi de hoş olur. Kimse kusursuz değil bu dünyada. Dertlerimizle, imtihanlarımızla yürüyoruz hayat yolunda. Acı tatlı günlerimiz karışıyor birbirine. Sözlerimiz ve davranışlarımız sıkıntılı veya kendimizde olmadığımız zamanlar olabiliyor. Evlerin ve günlerin hepsi huzurlu olmayabiliyor. Aile âdâbı gibi sofra âdâbı da yerini bulamayabiliyor. Aile dağılabiliyor, gönüller kırılabiliyor. Pespembe tablolar çizemeyiz belki ama yine de sofrada unutabiliriz bazı şeyleri. Yeter ki bir araya gelelim, yaşananlara bir müddet ara verelim!

Tuzluğu uzatırken, sevgiyi de uzatalım!

Acıyı, tatlıyı paylaşalım. Kim bilir, sofradaki duâ ömür duâsı, yarınsa hayat başka olur.

Ailenin diğer üyeleri, baba, çocuklar, varsa büyükler, sofra kurana saygı duymalı. Şartlar nasıl olursa olsun, evin hanımına destek çıkmalı. Evin huzuru, bereketi, muhabbeti, geleceği, bir toplumun inşâsı, evin hanımının kalbinin içinden geçiyor. O kalbe çok ama çok iyi bakmalı. Yorgun, hasta, kırgın olabiliriz ama asla desteksiz, minnetsiz, saygısız olmayalım. Bir yuvanın geleceği, içindeki şahısların düşünce ve dertlerinden çok daha mühimdir. Söylenen ne olursa olsun, şartlar ne olursa olsun, aile kurumunun sağlığı için uzlaşma yoluna gidilmeli, açılan yaralar ne şekilde olursa olsun tedavi edilmeli. Bir sofra kurulduğunda muhakkak bir ve beraber olmalı.

Burada biraz hayâl kursam…

Eski bir zamandayım, bir çadırda. Çadırın etrafı alabildiğine yeşil… Bir parça ekmeğim, peynirim var; biraz da yeşillik ve domates… Karnım acıktı ama yemeğe başlayamıyorum. Kâinat, zaman ve nimet tamam. Çok güzel bir hava var. Ama büyük bir eksik var: Misafir…

O bir ekmeğin, bir parça peynirin, domatesin bölünmesi gerek. Bu dünyada kendisine sunulan nimeti olduğu gibi harcayamayacak, kullanamayacak insanlar var. “Bana verilmişken, ben neden vermeyeyim?” diyen harika insanlar… Bir parça ekmek ve peynir olduğu gibi nasıl mideye inecek? Paylaşmanın olmadığı sofranın lezzeti eksik oluyor.

Misafirim geliyor sonunda. Buyur ediyorum gönül otağıma. Yemekten önce bekleyişimi, hasretliğimi sunuyorum. Misafir nimetini veren Rabbime şükrediyorum. Tertemiz bir örtü seriyorum. Emeğimi, peynirimi, domatesimi bölüyorum. Gönül otağımdaki nimetlerimi böldükçe çoğalıyor güzellikler. Bir muhabbet kuşu konuyor ki, ömre bedel! Hem herkes misafir değil mi bu handa? İyi ağırlanmak isteyen iyi ağırlamalı değil mi? İkram isteyen ikram etmeli değil mi? Hem ev sahibinden güzel bir ömür sofrası beklemeyen kaç kişi var şu dünyada? O hâlde ne istiyorsan, o olmalısın! Ev ve gönül sofranı güzel eyle! Ayrım yapmadan ekmeğini herkese eşit böl! İhtiyaç sahibini gözet ki gözetilesin!

Hayat sofrasında kibirli olma ki yarının sofrasında başköşe ayrılsın. Büyüğü ve küçüğü bil ki, yarını Var Eden, seni de ansın. Hayat sofrasında değer bil ki değerli olasın, kendini bilesin ki nice bilge sofralara konasın.

“Şu şehirde, ormanlardan uzakta yeşilliğe, kuş seslerine hasret, betonlar arasında sıkışıp kaldık” demiş biri. Diğeri, “İçinde durum ne?” diye sormuş. Karşısındakinin sessizliğini görünce, “Ormanları, kuş seslerini önce içlerinde öldürenler kurdu bu şehirleri” demiş. İnsan her şeyden önce içini îmar edecek. Güzeli, iyiyi içinde bulacak, hatâ ve kusuru kendinden bilecek. En iyi sofrayı önce içinde kuracak, eksiksiz bütün âlemi önce içindeki sofrada ağırlayacak. Gönlünden ağırlayamadığını, evine dâvet edip de hem kendine, hem dâvet ettiğine ne diye haksızlık edersin?

Görüyorum, sofraları yargılıyorlar, “bu nasıl sofra böyle, tuzu az, biberi fazla, çorba böyle mi olur, tatlı olmadan olur mu”. Sofradaki kusur sofra sahibini bağlar. Güzel olanı çevreye aktarabilmenin ince yolları vardır. Gördüğü kusuru, kusuruna yapıştırıp altın tepside sundun da iyi mi ettin? Karşındakine hatalı olduğunu söylediğinde sana sarılıp teşekkür mü etti? Yoksa şaşkın ve üzüntülü ya da öfkeli mi baktı?

Öğrendiğim bazı bilgiler beni gerçekten sarsıyor ki biri şu: Ne gördüğün önemli, fakat sende olanı nasıl gösterdiğin her şeyden daha önemli. Birileri dolaşıp durur şu hayatta, boyunları aşağı bükülmez, siyaseti, sporu, eğitimi, ev içini, konu komşuyu, pazarı eleştirirler. Aldıkları maaş her zaman hak ettiklerinden azdır ve iddialıdırlar: “Ben yönetici olarak, lider olarak doğmuşum.” Dâhil olduğu cemiyet ne olursa olsun, en üstlerde olması gerekiyor bazıları yani. O sözü söyleyenin yöneticilik ve liderlik vasfı gerçekten var olabilir ama kendisini yönetemediği, kendi söz ve davranışlarına dışarıdan başka bir gözle bakamadığı o kadar aşikâr ki kendi adıma büyük bir ders çıkardım: Âdâbı siz olan sofranın kokusu Cennet’ten duyulur...