Sofra da bir kültür meselesidir!

Yatarken uykumuz, gezerken duygumuz, sofrada katığımız, heybede azığımız helâl olmalı. İki Cihan Güneşi, Güzeller Güzeli Muhammed Mustafa’nın (aleyhisselâm) “İnsanda bir organ var ki, eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir!” sözünün hikmeti üzerinde ne kadar düşünsek azdır.

İNSANOĞLUNUN ortaya koyduğu her eser, her ürün, gösterdiği her çaba, “kültür” kavramının içinde değerlendirilir. Kültür denince Mümtaz Turhan’ı ve onun özellikle “Kültür Değişimleri”[i] kitabını anmadan geçemeyiz.

Kültür: “Bir topluluğun bütün fertlerinin sahip olduğu olayları ve meseleleri karşılayan duyuş, düşünüş şekillerinin bütünüdür. Kültür kendini tanımaktır, bilinçlenmektir. Hayat üslûbudur. Kültür milletin ruhunda yaşayan bilgiler, inançlar ve telakkilerdir.”[ii]

Cemil Meriç’in bu tanımından hareketle pek tabiîdir ki, yemek, içmek ve sofra adâbı da kültürün tastamam konusu içindedir. Atalar, “Eşini, işini, aşını bil” demiş. Yediğinden içtiğinden haberi olmayan, sofrasına sahip çıkamayan, onu koruyamayan, zamanla ailesini de, milletini de koruyamaz hâle gelir.

Bir milleti, ancak kültürünü yok ettiğiniz zaman köleleştirebilirsiniz. Giyim kuşamı, yemesi içmesi değiştikçe başkalaşım belirir. Bizim kültürümüzün önemli bölümlerinden birisi de yeme-içme kültürüdür. Hepiniz bilirsiniz Anadolu insanının yaşantısını.

Yere bir sofra serilir. Nakış nakış, püskül püskül renk… Anadolu toplanır etrafında. Nihalesinin süsü bulgur aşı ve soğandır. Yudumlar ayranını, banar tiride. Al al yanaklar, özlenen bir sağlık görünür yüzlerde. Hormon nedir, asit ne? Tanışıklığı yoktur bunlarla. Mutfağındaki gıda maddelerinin son kullanma tarihi hiç geçmez. Gönlündeki umutları gibi taptazedir yiyecekleri. Börek, baklava, kendi açtığı yufkayla yapılır. Yumurta bahçedeki kümesten, süt-yoğurt karşı komşudan gelir. Mantısı, kebabı, köftesi destandır dillerde.

Biz mantıyı, kebabı, yaprak dolmasını bırakır da burgerci olursak, yediğimiz şey değiştikçe hayatımız da değişmeye başlar. Aliya’nın dediği gibi, “savaş yenilince değil, düşmana benzeyince kaybedilir”. Geçmiş yıllarda gazetelere yansımıştı. Hamburger İtalya’da bir şube açmak isteyince İtalyanlar sokağa dökülmüş ve “Bizim millî yemeğimiz spagettidir” diye haykırmışlardı. Demek ki yeme içme meselesi çok önemli!

Elbette bizim hayat anlayışımıza göre her şeyin temiz ve helâl olanını yememiz gerekir. Ben öyle insanlar tanıyorum ki, şüpheli yiyeceklere “haramdır” endişesiyle el sürmezler.

“Helâl” kavramını dar sınırların içine hapsetmek, ona haksızlık olmaz mı? “Helâl dairesi o kadar geniştir ki her şeyi içine alır” desek yeridir.

Helâl, Yüceler Yücesi’nin emirlerine uymak, sımsıkı yapışmak, yasaklarından ise doludizgin kaçmaktır. O’nun arazisinde bulunduğumuzu unutmadan, atımızı suyu bulanık, tadı zehirli haram arazilere sürmeden, Sahibimize hürmette kusur etmeden yaşama çabasıdır bir bakıma…

Yatarken uykumuz, gezerken duygumuz, sofrada katığımız, heybede azığımız helâl olmalı. İki Cihan Güneşi, Güzeller Güzeli Muhammed Mustafa’nın (aleyhisselâm) “İnsanda bir organ var ki, eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir!” sözünün hikmeti üzerinde ne kadar düşünsek azdır. Kalbe kan pompalayan damarlarımız helâl gıda ile beslenmezse nasıl temiz olur o kalp? Kalp temiz olmazsa dil nasıl gül açar? Kelimeler nasıl çiçeklenir? “Yediği haram, içtiği haram, Allah ne diye o kulun duâsını kabul etsin?” ihtarı da aklımızı başımıza getirmeli. Bir lokma haram girdi mi kanımıza, kırk gün temizlenmez vücut ve buruk olur duâlarımız. Biz öyle biliriz. “Dedesinin yediği ekşi elmadan torununun dişi kamaşır” diyen atalarımız ne kadar haklılar!

İmam-ı Azam’ın babası Sabit Hazretlerinin başından geçen olay meşhurdur. Bahçe sahibinden habersiz ısırdığı bir elmanın hakkını helâl ettirmek için geçen üç çileli yıl ve mutlu son…

Helâl süt emmiş insan evlâdı ararız hayatımızın önemli dönemeçlerinde. Biliriz ki, anne, yavrusuna abdestsiz süt vermez. Ömür boyu harama heveslenmesin, tenezzül etmesin kire, pasa, çirkinliğe diye ilk yudumlar en temizinden sunulur bebeğe…

Eskiler eşinden bahsederken “Helâlim” derlerdi. Allah adına söz vererek hayatımızı bölüştüğümüz can yoldaşımıza nikâh ile bağlanırız. Düne kadar tanımadığımız, bize yabancı olan kişi bizim eşimiz, sırdaşımız, can yoldaşımız, helâlimizdir artık.

İnsanız, yanılgıya düşer, hata edersek bir kurt kemirir durur içimizi. Ne zaman ki helâllik dileriz, karşımızdakinden “Helâli hoş olsun” sözünü işitiriz, işte o zaman bizim olur dünyalar. Artık öteki dünyada hafifleyecektir yükümüz.

Midemize gösterdiğimiz özeni gönlümüze de gösteriyor muyuz acaba? İnsan olduğumuza göre hem beden, hem de ruh taşıyoruz. “Bedenimizi mamur edelim” derken gönüllerimizi viran etmeye hakkımız var mı? Virane gönlün bedeni ne kadar sağlam görünürse görünsün, içi çürümüş ağaç gibi değil midir? İnsan midesini yorar da kafasını yormaz mı?

Soframıza oturup lokmalarımızı iştahla boğazımıza götürürken açlar geliyor mu aklımıza? “Kendi karnımı zor doyuruyorum, ben ne yapabilirim?” deme sakın. Fırından yeni çıkmış taze ekmeğinizi ikiye bölemez misiniz? Komşunuza bir tabak kuru fasulye, bir tabak pilav, bir kâse çorba veremez misiniz? Lütfen verin! Kendi yiyeceğinizi bölüşün insanlarla. Bölüşün elinizdekileri. Bölüşün ki, ders olsun dünyanın en zengin adamlarına.

Midelerimizi doldururken gönüllerimizi aç bırakmayalım. Yaşamak için yemez de sadece yemek için yaşarsak, hayvandan ne farkımız kalır? Bazen bir tatlı tebessümün, sıcacık bir ilginin, yürek dolusu sevginin, kederli anlarımızda omzumuza dokunan elin, sevgiyle bakan bir çift gözün, bir çift hikmetli sözün dünya servetinden daha değerli olduğunu unutmayalım. Gönüllerimizi arındıralım ki insan olmanın şuuruna varıp insan kalmanın mutluluğunu yaşayalım.

Mevlâna ne güzel anlatır derdimizi: “Bal arısı da, yaban arısı da aynı yerden gıdalanır fakat birinden zehir, diğerinden bal akar.” İşte bütün mesele bal arısı gibi olabilmekte!

Sadece yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz değil, hâlimiz, her şeyimiz helâl ölçekli olmalı. Düşüncemiz helâl olmalı. Düşüncemiz helâl olmazsa, helâl düşünce, Hilâl de düşer.

Atasözümüzden mülhem, “Bana yediklerini söyle, sana hangi kültürden olduğunu söyleyeyim” desek yeridir.

 


[i] Mümtaz Turhan, Kültür Değişimleri, 1000 Temel Eser Serisi, MEB Y., İstanbul, 1969 (Kitabın farklı yayınevleri tarafından yakın zamanda yeni baskıları da yapılmıştır.)

[ii] Cemil Meriç, Sosyoloji Notları, İletişim Y., İstanbul, 1983, s.302-305