İNSANOĞLUNUN ortaya
koyduğu her eser, her ürün, gösterdiği her çaba, “kültür” kavramının içinde
değerlendirilir. Kültür denince Mümtaz Turhan’ı ve onun özellikle “Kültür
Değişimleri”[i] kitabını anmadan
geçemeyiz.
Kültür: “Bir topluluğun
bütün fertlerinin sahip olduğu olayları ve meseleleri karşılayan duyuş, düşünüş
şekillerinin bütünüdür. Kültür kendini tanımaktır, bilinçlenmektir. Hayat
üslûbudur. Kültür milletin ruhunda yaşayan bilgiler, inançlar ve
telakkilerdir.”[ii]
Cemil Meriç’in bu
tanımından hareketle pek tabiîdir ki, yemek, içmek ve sofra adâbı da kültürün
tastamam konusu içindedir. Atalar, “Eşini, işini, aşını bil” demiş. Yediğinden
içtiğinden haberi olmayan, sofrasına sahip çıkamayan, onu koruyamayan, zamanla
ailesini de, milletini de koruyamaz hâle gelir.
Bir milleti, ancak
kültürünü yok ettiğiniz zaman köleleştirebilirsiniz. Giyim kuşamı, yemesi
içmesi değiştikçe başkalaşım belirir. Bizim kültürümüzün önemli bölümlerinden
birisi de yeme-içme kültürüdür. Hepiniz bilirsiniz Anadolu insanının
yaşantısını.
Yere bir sofra serilir.
Nakış nakış, püskül püskül renk… Anadolu toplanır etrafında. Nihalesinin süsü
bulgur aşı ve soğandır. Yudumlar ayranını, banar tiride. Al al yanaklar,
özlenen bir sağlık görünür yüzlerde. Hormon nedir, asit ne? Tanışıklığı yoktur
bunlarla. Mutfağındaki gıda maddelerinin son kullanma tarihi hiç geçmez.
Gönlündeki umutları gibi taptazedir yiyecekleri. Börek, baklava, kendi açtığı
yufkayla yapılır. Yumurta bahçedeki kümesten, süt-yoğurt karşı komşudan gelir.
Mantısı, kebabı, köftesi destandır dillerde.
Biz mantıyı, kebabı,
yaprak dolmasını bırakır da burgerci olursak, yediğimiz şey değiştikçe
hayatımız da değişmeye başlar. Aliya’nın dediği gibi, “savaş yenilince değil,
düşmana benzeyince kaybedilir”. Geçmiş yıllarda gazetelere yansımıştı.
Hamburger İtalya’da bir şube açmak isteyince İtalyanlar sokağa dökülmüş ve
“Bizim millî yemeğimiz spagettidir” diye haykırmışlardı. Demek ki yeme içme
meselesi çok önemli!
Elbette bizim hayat
anlayışımıza göre her şeyin temiz ve helâl olanını yememiz gerekir. Ben öyle
insanlar tanıyorum ki, şüpheli yiyeceklere “haramdır” endişesiyle el sürmezler.
“Helâl” kavramını dar
sınırların içine hapsetmek, ona haksızlık olmaz mı? “Helâl dairesi o kadar
geniştir ki her şeyi içine alır” desek yeridir.
Helâl, Yüceler Yücesi’nin emirlerine
uymak, sımsıkı yapışmak, yasaklarından ise doludizgin kaçmaktır. O’nun arazisinde
bulunduğumuzu unutmadan, atımızı suyu bulanık, tadı zehirli haram arazilere
sürmeden, Sahibimize hürmette kusur etmeden yaşama çabasıdır bir bakıma…
Yatarken uykumuz, gezerken
duygumuz, sofrada katığımız, heybede azığımız helâl olmalı. İki Cihan Güneşi,
Güzeller Güzeli Muhammed Mustafa’nın (aleyhisselâm) “İnsanda bir organ var ki,
eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur. Eğer o bozulursa bütün vücut
bozulur. Dikkat edin, o kalptir!” sözünün hikmeti üzerinde ne kadar düşünsek
azdır. Kalbe kan pompalayan damarlarımız helâl gıda ile beslenmezse nasıl temiz
olur o kalp? Kalp temiz olmazsa dil nasıl gül açar? Kelimeler nasıl çiçeklenir?
“Yediği haram, içtiği haram, Allah ne diye o kulun duâsını kabul etsin?” ihtarı
da aklımızı başımıza getirmeli. Bir lokma haram girdi mi kanımıza, kırk gün temizlenmez
vücut ve buruk olur duâlarımız. Biz öyle biliriz. “Dedesinin yediği ekşi
elmadan torununun dişi kamaşır” diyen atalarımız ne kadar haklılar!
İmam-ı Azam’ın babası
Sabit Hazretlerinin başından geçen olay meşhurdur. Bahçe sahibinden habersiz ısırdığı
bir elmanın hakkını helâl ettirmek için geçen üç çileli yıl ve mutlu son…
Helâl süt emmiş insan evlâdı
ararız hayatımızın önemli dönemeçlerinde. Biliriz ki, anne, yavrusuna abdestsiz
süt vermez. Ömür boyu harama heveslenmesin, tenezzül etmesin kire, pasa,
çirkinliğe diye ilk yudumlar en temizinden sunulur bebeğe…
Eskiler eşinden
bahsederken “Helâlim” derlerdi. Allah adına söz vererek hayatımızı bölüştüğümüz
can yoldaşımıza nikâh ile bağlanırız. Düne kadar tanımadığımız, bize yabancı
olan kişi bizim eşimiz, sırdaşımız, can yoldaşımız, helâlimizdir artık.
İnsanız, yanılgıya düşer,
hata edersek bir kurt kemirir durur içimizi. Ne zaman ki helâllik dileriz,
karşımızdakinden “Helâli hoş olsun” sözünü işitiriz, işte o zaman bizim olur
dünyalar. Artık öteki dünyada hafifleyecektir yükümüz.
Midemize gösterdiğimiz
özeni gönlümüze de gösteriyor muyuz acaba? İnsan olduğumuza göre hem beden, hem
de ruh taşıyoruz. “Bedenimizi mamur edelim” derken gönüllerimizi viran etmeye
hakkımız var mı? Virane gönlün bedeni ne kadar sağlam görünürse görünsün, içi
çürümüş ağaç gibi değil midir? İnsan midesini yorar da kafasını yormaz mı?
Soframıza oturup
lokmalarımızı iştahla boğazımıza götürürken açlar geliyor mu aklımıza? “Kendi
karnımı zor doyuruyorum, ben ne yapabilirim?” deme sakın. Fırından yeni çıkmış
taze ekmeğinizi ikiye bölemez misiniz? Komşunuza bir tabak kuru fasulye, bir
tabak pilav, bir kâse çorba veremez misiniz? Lütfen verin! Kendi yiyeceğinizi
bölüşün insanlarla. Bölüşün elinizdekileri. Bölüşün ki, ders olsun dünyanın en
zengin adamlarına.
Midelerimizi doldururken
gönüllerimizi aç bırakmayalım. Yaşamak için yemez de sadece yemek için yaşarsak,
hayvandan ne farkımız kalır? Bazen bir tatlı tebessümün, sıcacık bir ilginin,
yürek dolusu sevginin, kederli anlarımızda omzumuza dokunan elin, sevgiyle
bakan bir çift gözün, bir çift hikmetli sözün dünya servetinden daha değerli
olduğunu unutmayalım. Gönüllerimizi arındıralım ki insan olmanın şuuruna varıp
insan kalmanın mutluluğunu yaşayalım.
Mevlâna ne güzel anlatır
derdimizi: “Bal arısı da, yaban arısı da aynı yerden gıdalanır fakat birinden
zehir, diğerinden bal akar.” İşte bütün mesele bal arısı gibi olabilmekte!
Sadece yediğimiz,
içtiğimiz, giydiğimiz değil, hâlimiz, her şeyimiz helâl ölçekli olmalı.
Düşüncemiz helâl olmalı. Düşüncemiz helâl olmazsa, helâl düşünce, Hilâl de
düşer.
Atasözümüzden mülhem, “Bana
yediklerini söyle, sana hangi kültürden olduğunu söyleyeyim” desek yeridir.