TARİHLER Kerbelâ
için Milâdî 680 tarihini kaydetse de, orada yaşanan olayın kökü çok
derinliklere dayanmaktadır. Bu itibarla biz de Kerbelâ'nın izini, olayın vuku
bulmasından çok öncelerde sürmeye başlamak niyetindeyiz. Hem de iki bin yıl
kadar öncesinden… O hâlde Kerbelâ olayının yaklaşık iki bin yıl kadar evvelinin
Babil'ine gidelim…
Söz konusu Babil, tüm Mezopotamya havzasına
ve çevresine hâkim kocaman bir imparatorluktu o devirde. İmparatorluğu,
kendilerine “Nemrut” adını veren hükümdarlar idare ediyorlardı. Ve nemrutların,
kendilerini “tanrı-kral”, sülâlelerini de “tanrı-aile” ilân ettikleri imparatorluklarında,
gökyüzündeki gezegenleri ve güneşi “tanrıların remzi” iddiasında olan bir
heterodeist kült hâkimdi. Tarihçilere göre söz konusu kültte, tanrıların en
büyüğünün sembolü olan güneşin yeryüzündeki insan suretli oğulları, “nemrutlar”
idi. Ve bu nedenle onlar da tanrı sayılıyordu. Kendilerine tapınılıyordu. Yani
nihayet bu sapkın inancın, bir peygamberle düzeltilme zamanı gelmişti! İşte bu
nedenle Harranlı İbrahim, Babil’de peygamberlikle görevlendirildi.
Gnostik Sabiiliğe inanan Babil halkına
peygamber olarak gönderilen Hz İbrahim, inancını o topraklarda yaymakta
zorlanınca memleketinden ayrılmak mecburiyetinde kalmıştı. Devrinin diğer imparatorluğu
ve Babil'in rakibi sayılan Mısır'a gitmek için yola çıktı. Ancak onu, yine aynı
şekilde kendisini tanrı, sülâlesini tanrıoğulları ilân eden bir firavun karşıladı.
Böylece Hz. İbrahim’in bu girişimi de firavun tarafından engellenmişti. “Dost
Peygamber” (Halilullah), iki imparatorluğun arasındaki Filistin bölgesinde ikâmete
mecbur bırakıldı.
Gerek Mısır, gerekse Babil, iki ayrı dinin
mensubu olarak aynı gnostik inanç sistemine sahipti. Söz konusu gnostik inanç,
Babil düzleminde Hindistan'dan başlıyor, İran üzerinden Mezopotamya'ya kadar
uzanıyor ve değişik dinlerde de bir temel inanç sistemi olarak kendisini
gösteriyordu.
Bu gnostik inanç sistemini Hindistan'dan alarak yola çıkan Kengerler (ya da bizim deyişimizle Sümerler), bu sistemi Mezopotamya’ya taşımış ve “12 tanrılı” bir dinî yapıya kavuşturmuşlardı. Adına “heteroteizm” denilen “12’cilik”, Fenike üzerinden Anadolu'ya ve Mısır üzerinden Mora’ya kadar yayılmıştı. Babil'in kuzeyinde yer alan İran bölgesi de aynı şekilde, içinde gnosto-Ezoterik öğeler taşıyan bir başka dini yaşıyordu. İran dininin temeli de iki tanrıcılığa (yani dualist bir sisteme) dayanmaktaydı. Mısır'daki inanç, aynı unsurları barındıran “üç tanrılı” bir din şeklinde kendisini göstermekteydi.
Durumu toparlamak gerekirse, çöllerle kaplı
Arabistan yarımadasının etrafında, Hindistan'dan başlayıp İran, Babil, Filistin
ve Mısır'a kadar uzanan bir gnostik kült çemberi vardı. İşte bu çemberin
ortasında da Hazreti İbrahim sıkıntıdaydı.
Ahad olan Allah’ın Tevhid dininin
propagandasını yapıyordu, lâkin gnost çemberin şekillendirdiği dinleri
derinliklerine kadar sızmış olan ve geçmişi binlerce yıla uzanan bu inanç sistemi,
felsefî bir duvar gibi Dost Peygamber’e geçit vermiyordu. İşte bu sıralarda Hz.
İbrahim, bir rüya gördü.
Malûm, peygamberlerin rüyaları “sahih rüyalar”
olarak bilinir. Rüyasında Allah, peygamberinden, iki oğlundan büyük olanı
yanına alıp çöle çıkarmasını istiyordu. Hz. İbrahim, rüyalarının üçüncü gününde
bu emre uydu. Yanına dört ya da yedi yaşında olduğu sanılan büyük oğlu İsmail'i
ve onun anası Hacer’i alarak obasından ayrıldı. Devesinin yönünü doğuya
çevirdi. Bir haftalık yürüyüşten sonra deve, bir vadide durdu. Anlaşılan o ki,
Hz İbrahim, ana ile oğlu buraya bırakmak üzere yönlendirilmişti.
O sırada Arabistan, tam anlamıyla ıssız mı
ıssız bir coğrafyaydı. Öyle ki, çöllerle kaplı bu coğrafyanın denize sınır olan
güney bölgesinde mukim bazı Arap kabilelerden bahsedebiliriz sadece. Mevzubahis
bölgenin dışında kalan iç kesimlerde ise, “Yok” denilecek kadar az sayıda
bedevinin yaşamakta olduğu ihtimâl dâhilinde.
Hülâsa, Hz İbrahim, oğlu İsmail ve eşi
Hacer’i, daha sonra “Mekke” adını alacak o ıssız vadiye terk edip geri döndü.
Vadide ne su, ne de yiyecek namına bir şey vardı. Hikâye malûm, Allah bu anne
ve çocuğu orada nasipsiz bırakmadı. Bir melek aracılığıyla Zemzem suyu ortaya
çıkartıldı. Bir hadiste de, “Her kim Zemzem suyundan herhangi amaçla içerse, o gerçekleşir”
deniyordu ya, Zemzem’den bir yudum alan kişi, eğer açsa Allah'ın izniyle doyar,
hasta ise hastalığı iyileşir ve susuzluğu diner. Buradan hareketle diyebiliriz
ki (ve anlaşılan), küçük İsmail ve annesi, sadece Zemzem ile yetinerek o ıssız
vadide uzun yıllar yaşadılar. Nihayet Hz. İsmail evlenecek çağa geldiğinde, bir
Arap kabilesi, Yemen üzerinden gelip bölgeye yerleşti.
“Cürümiler” adındaki bu kabileden bir kızla
evlenen Hz. İsmail'in evlâtları bu evlilikten olmaya başladı. Birkaç kuşak
sonra “Adnaniler” adını alacak olan İsmailoğulları yeterince çoğalmış ve bir
kabile hâlini almıştı. Ve bu kabile, kendisine “Kureyş” adını vermekteydi.
Kureyş kabilesi, çoğalarak doldurdukları
vadide yer alan küçük kasabaya “Mekke” adını vermişti. Ve onlar, aynı zamanda
Mekke şehrinin Zemzem suyu ve burada bina ettikleri Kutsal Kâbe'nin sahipleri
sayılmaktaydılar. Artık yarımadadaki Arap hacıların ve Suriye'den Yemen’e gidip
gelen kervanların uğrak yeri hâlini alan Mekke, gide gide şehirleşmeye ve o
oranda tanınmaya başlamıştı.
Hz. İsmail’in soyundan gelen Kureyş
büyükleri, şehrin hâkimi olarak düzeni sağlamakla mükelleftiler. Mekke’nin bu
hâkimlerinden biri de “Abdimenaf” adında bir İsmail soyluydu. Abdimenaf’ın iki
oğul vardı. Bunlardan birisinin adı Haşim, diğerinin adı ise Ümeyye idi.
Artık kocaman bir şehir hâlini almış olan ve
içinde Zemzem ve Kâbe'yi barındıran Mekke şehrinin bir temel yasaya ihtiyacı
vardı. Zira burası artık, belli ve standart kurallarla idare edilmesi gereken
bir yerleşke hâlini almıştı. Bu nedenle Abdimenaf, Mekke'nin idaresini oğulları
arasında pay etti. Ya da işbölümü yapmıştı. Bundan böyle Ümeyye ve oğulları,
şehrin güvenliğinden sorumlu olacaklardı. Bir bakıma onlar, Mekke'nin çekirdek
güvenlik güçleri, hatta askerî birliği olmak üzere işbaşı yapmışlardı. Diğer
oğul Haşim ve oğullarının görevi ise, şehrin sosyal meselelerini çözmekti.
Özellikle Kâbe'yi ziyarete gelen hacılarla ilgilenmek, Zemzem suyunun adil
paylaşımını sağlamak da onların işiydi.
Bir zaman sonra Abdimenaf vefat etti. Ancak
Mekke üzerine kurduğu bu ikili yönetim sistemi, Haşim ve Ümeyye Aileleri
üzerinden devam edip gitti. Yani Haşimoğulları sosyal meselelerden, hayır
hasenattan sorumlu; Ümeyyeoğulları da güvenlik ve askerlikten sorumlu iki
sülâle olarak yüzyıllarca Mekke'nin yönetiminde söz sahibi oldular.
Takvimler Milâdî 600 yılına yaklaştığında da
durum farklı değildi. Şehir, çoğalmış nüfuslarıyla Haşimoğulları ve
Ümeyyeoğulları anlamında iki amcazade sülâlenin kontrolündeydi. Yüzyıllar süren
yönetim tecrübeleri, bu iki amcaoğlu sülâlede genetik farklılıklar meydana
getirmiş olmalıydı. Meselâ, “Silahı elinde bulunduran Ümeyyeoğulları savaşçı,
otoriter, gururlu, dikbaşlı ve sert mizaçlı insanlardan oluşmaktaydı” dense
yalan olmaz. Bunlar gibi, “Amcazadeleri Haşimoğulları ise insanlara hizmet
etmekten hoşlanan, yumuşak karekterli ve alçak gönüllü insanlar topluluğuydu”
denilebilir. Diğerleri ne kadar savaşçı ise, bunlar da o oranda barış yanlısı
kimselerdi.
Hısımlıktan hasımlığa
Takvimler 610 yılını gösterirken,
Haşimoğulları kabilesinden bir “Emin Adam”, peygamberlikle görevlendirildi:
Hazreti Muhammed… Haşimoğulları bu duruma çok sevindiler tabiî. Lâkin otoriter ve
megaloman Ümeyyeoğulları, bu durumdan hiç hoşnut olmadılar. Hatta aralarından,
“Eğer peygamberlik gelecekse, o bizim hakkımız olmaz mıydı?” diyenler de çıktı.
Kısa bir zamanda Haşimoğulları, Hz. Peygamber’in etrafında kümelendiler.
Müslümanlık, aralarında hızla yaygınlaştı. Karakter anlamında Haşimîlere
benzeyen, barışçıl ve yumuşak huylu kabileler de İslâm’ı ilk kabul edenlerden
oldular. Ancak ve ne yazık ki silahın verdiği güçle kendilerini yenilmez ve her
şeyin sahibi gören Ümeyye beyleri, Hz. Peygamber’in karşısında saf tutmaya
başladılar! Onlara literatürde “müşrik” adı verildi.
Müşrikler, çok geçmeden İslâm’ı ve
Müslümanları tümden reddettiler. Bununla kalmayıp, yeni inanca topyekûn savaş
açtılar. Bu arada, başta Müslüman köleler olmak üzere Hz. Peygamber ve
inananlara etmediklerini bırakmadılar. Zulüm ayyuka çıktı.
Takvimler 622’yi gösterdiğinde, Hazreti
Muhammed ve inananlar, Ümeyyeoğulları ve onlarla ortak hareket eden bazı
agresif kabilelerin baskısına dayanamayarak Medine'ye hicret ettiler. Mekkeli müşrikler,
orada da rahat vermedi Müslümanlara. Defaatle savaş açtılar. Fakat İslâmiyet, onların
engellemelerine rağmen çığ gibi büyümeye devam etti ve çok güçlendi, devlet
hâlini aldı, düzenli bir ordu sahibi oldu, müşrikleri püskürtecek bir seviyeye
ulaştı. Hz. Peygamber, sonunda
Ümeyyeoğullarının yurdu Mekke üzerine yürüdü ve orayı fethetti.
O sırada Mekke'yi idare eden, Ümeyyeli Ebu
Süfyan’dı. Mekke'de mukim Ben-i Ümeyye gibi, Ebu Süfyan ve oğulları Yezid ile
Muaviye de tabiî ki Müslüman olmamışlardı. Hâlâ müşrik inancını devam
ettiriyorlardı. Yaşadıkları şehrin fethi ile birlikte kaçacak yerleri kalmayan
Ebu Süfyan ve oğulları, diğer Ümeyyelilerle uzun bir toplantıda konuyu
görüştüler. Böylece anlamış oldular ki, tek çareleri “Müslüman olmak”… Bunun
üzerine Müslümanlığı kabul ettiklerini Hz. Peygamber’e bildirdiler. Böylece
Kureyş kabilesi içinde Müslüman olmayan kimse kalmamış oluyordu. Fakat
tarihçiler, fetih sonrasında ve kılıç korkusuyla Müslüman olanların Müslümanlıklarının
derecesi noktasında hep kuşkular taşıyageldiler. Özellikle ilk günler içerisinde,
meselâ Mekke'nin Fethi’nden sonra hayata geçirilen Huneyn Gazvesi’nde, İslâm
Ordusu ilk saldırının arkasından bozulmuştu. Ve o zaman görüldü ki, birkaç gün
evvel Müslümanlığı kabul etmiş olan Ümeyyeoğulları ve onların yardakçıları,
henüz dâhil oldukları yeni dinlerinden kolayca çıkarak tekrar eski müşrikliklerine
dönebilmekteydiler.
Neyse ki o gün Huneyn’de Hz. Peygamber, dağılan orduyu tekrar toparlamaya muvaffak olmuş, başta Ümeyyeoğulları ve bir kısım kaypak duruşluların dinden çıkmasına mani olmuştu. Kısacası Huneyn Gazvesi, Ümeyyeoğulları gibi olanlar açısından başarısızlıkla sonuçlanan bir test gibiydi. Ve bu test sonunda birçok insanın saçı, gözünün önüne dökülmüştü.
Amcazadeleri Haşimoğulları ise insanlara hizmet etmekten hoşlanan, yumuşak karekterli ve alçak gönüllü insanlar topluluğuydu” denilebilir. Diğerleri ne kadar savaşçı ise, bunlar da o oranda barış yanlısı kimselerdi.
Hülâsa, Abdimenaf’ın iki oğlu Haşim ve
Ümeyye’nin sulbünden inen iki kabile olarak Ümeyyeoğulları ve Haşimoğullarının
kavgası, müşriklik döneminde de, İslâm devrinde de devam edip gitti. Yani
Ümeyyeoğulları, Müslüman olduktan sonra da Haşimoğulları ile didişmeye devam
etti. Zira onlara göre zamanın, gerek müşriklik ve gerekse İslâmiyet diliminde
sistemin askerleri ve idarecileri kendileri olmalıydı. Bu hak, onlara dedeleri
Abdimenaf’tan kalan bir miras gibiydi. Ve onu istiyorlardı. Vazgeçmeye de hiç
niyetleri yoktu; sonradan Müslüman olsalar bile… Çünkü gelenek, asla değişmezdi
Arap yarımadasında!
Suriye'nin fethinden sonra Ebu Süfyan'ın
oğullarının büyük olanına valilik verilmişti. Onun ölümünden sonra da küçük
kardeş Muaviye, valiliğe devam etti. Bu iki kardeşin uzun yıllar süren Suriye
valilikleri esnasında ortaya koydukları başarının, onlardaki “devletin sahibi
olma” ukdesini daha da büyüttüğü söylenebilir. Hatta kendisi de bir Ümeyyeoğlu
olan Hazreti Osman'ın akrabalarını gözettiği ve bir bakıma devlette
kadrolaşmaya sebebiyet verdiği iddiasından yola çıkarak söyleyebiliriz ki,
Suriye Valisi Muaviye, Hz. Osman'ın ölümünden sonra Halifeliğin kendisine
geçmesi konusunda neredeyse iman etmiş olsa gerek. Fakat “Ebu Süfyanoğulları
Saltanatı” şeklinde idare ettikleri Suriye Valiliği başarısı, Hz. Osman'ın
şehadetinin neticesinde onu Halife koltuğuna oturtmaya yetmedi.
Dördüncü Halife olarak Haşimoğullarından
Hazreti Ali başa geçti. Halifelik beklerken valilikte kalan Ümeyyeoğullarının başı
konumundaki Muaviye (ve akrabaları) bu durumdan hiç hoşnut olmamışlardı.
Hakları olduğunu sandıklarından vazgeçecek gibi de değillerdi. Bu sebeple
Hazreti Osman'ın öldürülmesi, onlara bir fırsat alanı açtı. Siyasette ortaya
çıkan durumdan faydalanmanın yolunu tercih ederek Hz. Ali'ye karşı başkaldırdılar.
Onunla Sıffin’de savaşa tutuştular. Savaşın arkasından da Muaviye, kendisini
Halife ilân etti. Artık devlet ikiye ayrılmış ve Haşimoğulları ile
Ümeyyeoğullarının çekişmesi, ikincisinin lehine sonuçlanmıştı. Çünkü Hz. Ali, Kufe
bölgesindeki beş yıl süren sorunlu Halifeliğinin arkasından kışkırtılmış bir
Haricî tarafından öldürüldüğünde Muaviye, devrin en güçlü adamı durumundaydı.
Kufelilerin Hz. Ali'nin yerine oğlu Hazreti Hasan'ı geçirmeleri de bir anlam
ifade etmeyecekti. Çünkü Hz. Hasan, Muaviye ile masaya oturdu ve hiçbir zaman
uygulanmayacak bir antlaşma imzalayarak Hilâfetten feragat etti. Fakat bir süre
sonra o da ortadan kaldırıldı. Geride sadece Hz. İmam Hüseyin kaldı.
Hz. Hüseyin, Muaviye'nin ölümünü bekledi. Ona
göre, Muaviye vefat ettiğinde ağabeyi Hazreti Hasan ile Halife arasında
imzalanan anlaşma geçerli olacak ve Hilâfet kendisine verilecekti. Ancak
Muaviye, ömrünün son demlerinde bu anlaşmayı geçersiz kılacak bir hamle yaptı.
Hilâfeti saltanata çevirdi ve oğlunu veliaht ilân etti.
Yirmi yıllık saltanatının arkasından vefat
eden Muaviye’nin yeri boş bırakılmadı tabiî. Daha önce bir oldubitti ile veliaht
ilân edilen Yezid, apar topar babasının yerine oturtuldu. Çünkü güç onlardaydı,
ordu onlara aitti ve devletin idaresini çoktan ellerine almışlardı. Kısacası,
Ümeyyeoğulları her şeye hâkimdi!
Yezid'in saltanat tahtına oturması ile
birlikte, başta Ümeyvyeoğulları olmak üzere, neredeyse tüm Arap kabileleri ona
biat etti ve halifeliğini tanıdı. Ancak Haşimoğullarının bir kısmı, başta
Hazreti Hüseyin olmak üzere bu konuda çekimser kaldı. Onların Medine'deki biatları
gecikince, Yezid olaya müdâhil oldu. Ve Medine Valisine bir ferman göndererek,
başta Hz. Hüseyin olmak üzere, Haşimoğullarının ileri gelenlerinden biat
etmelerini istedi.
Tabiî ki Hazreti Hüseyin, bu isteği kabul etmedi. Zorlanınca da Medine'den ayrılıp Mekke'ye hicret etmek için yol hazırlığına başladı. Bu sırada kendisine davet mektupları yazarak Kufe’ye çağıran İran-ı Irak'ın Şiileri (yani Hz. Ali'nin eski taraftarları), son olarak otuz mektup daha yolladılar. Bunun üzerine Hazreti Hüseyin, yolculuğunun yönünü Kufe’ye çevirdi. O zannediyordu ki, Kufeliler kendisini yolda karşılayacak ve hakkı olan Halifeliği, biat ederek kendisine verecekler. Fakat umduğu gibi olmadı Hz. İmam’ın. Yezid'in Kufe Valisi durumu haber almış ve Kufelileri evlerinde tecrit etmişti. Bu nedenle Hz. Hüseyin'i karşılayan, ne yazık ki Yezid'in ordusu oldu!
Serbülend-i Şüheda
Bazı kaynaklara göre, Hz. Muhammed
hayattayken, “Ehl-i Beytim (ev halkım)” dediği Hz. Ali’yi ve oğullarını,
Kendine Halife olarak atamıştı. Ancak iktidar, baskıyla başkalarının eline
geçti. Muaviye öldüğünde, adaletin sağlanması için bir fırsat doğdu. Bu fırsatı
değerlendirmek isteyen Hz. Hüseyin'in, sancağını açıp hakkı olanı almak için
Kûfe'den gelen çağrıya uyduğu görüldü. Muhtemelen öldürüleceğini biliyordu.
Ancak ölümünün, Yezid'in gerçek yüzünü ve asıl haklının kim olduğunu
göstereceğini düşünüyordu. Bu nedenle ilerledi ve Kufe yakınlarındaki
Kerbelâ'da kamp kurdu. Yezid'in Kufe Valisi İbn-i Ziyad, ordusunu Hz.
Hüseyin'in üzerine gönderdi. Kerbelâ’ya ulaşan askerler, Hüseyin kampının
etrafını sardılar. Ve iki taraf arasında görüşmeler başladı.
Durumun vehametine şahit olan Hz. Hüseyin,
kuşatmanın kaldırılmasını ve Irak'ı terk etmesine izin verilmesini istemekteydi.
Yezid ordusunun komutanı, bu teklifi makul buldu. Teklif valinin de hoşuna gitmişti.
Fakat yönetimde söz sahibi olan Emevîlerden bazıları buna karşı çıktılar. Hatta
Hz. Hüseyin ve beraberindekilerin derhâl öldürmesini, yoksa kendi canlarından
olacaklarını söylediler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin’in çevresindeki çember
daraltıldı, suyolları kesildi.
İki gün sonra kafilenin suyu tükenmişti. Bu
durumda ya savaşmak ya da teslim olmak seçeneği kalıyordu geride. Doğal olarak,
Hz. Hüseyin’in teslim olmaya niyeti yoktu; yakınlarına savaşacağını söyledi. Lâkin
bu kararın sonunda şehit olmaları kesindi. Bu yüzden İmam Hüseyin,
yanındakilere gece karanlığından yararlanarak kaçmakta serbest olduklarını bildirdi.
Lâkin kimse yerinden kıpırdamadı bile ve onlar İmam’la beraber ölmeyi kaçarak
yaşamaya tercih ettiler.
Ertesi sabah Hz. Hüseyin, düşmanlarının önüne
çıkıp uzun bir konuşma yaptı. Karşısındakilere, “Peygamber Torunu”na karşı
savaşmanın ne anlama geldiğini anlattı. Bu konuşma, muhataplar üzerinde öyle
etkili oldu ki, “Hûr” adlı cengâver, yerini terk edip İmam Hüseyin'in küçük ordusuna
katıldı. Bunun üzerine Yezid ordusunun başı, diğer savaşçılarının da saf
değiştirmesinden korktuğu için ilk oku atarak savaşı başlattı.
Savaş, ilk önce düello şeklinde cereyan etti.
Bu arada iki taraftan da pek çok ölen oldu. Lâkin büyük hasar Yezid tarafına
aitti. Bu sırada kadınlar ve çocuklar, çadırlarda birbirlerine sarılmış,
savaşın bitmesini bekliyorlardı.
Hz. Hüseyin'in oğlu Zeyne’l-Abidin, hasta
olduğu için çadırdaydı. Diğer oğlu Ali Asgar, henüz altı aylıktı ve susuzluktan
ölmek üzereydi. Hz. Hüseyin, bebeğini kucağına aldı ve Yezid'in ordusunun
karşısına dikildi. Onlardan zavallı çocuğa bir yudum su vermelerini istedi. Ama
küçük çocuk, bırakın suyu, karşıdan atılan bir düşman okuylala vurularak
oracıkta can verdi.
Hz. Hüseyin, 6 aylık oğlunu gömdükten sonra tekrar
savaş alanına çıktı. Düello savaşında çok fazla kayıp veren Yezid ordusu, bu
kez toplu hücuma geçmek niyetindeydi. Ve bir anda, dört bir taraftan atılan ok
ve mızraklar, İmam Hüseyin'in üzerine yağmaya başladı. Vücudunu delik deşik
eden ok ve mızrak yağmuru altında kalan ve bu nedenle yere düşen Hz. Hüseyin,
başı kesilerek şehit edildi.
Şehidin mübarek başı bir mızrağın ucuna
takıldı ve alanda dolaştırılarak herkese gösterildi. Mübarek cesedi atlara
çiğnetildi. Daha sonra Yezid'in askerleri çadırlara girdi ve ne buldularsa yağmalamaya
başladılar. Ortalık toz dumandı. Ancak ertesi sabah, savaşta şehit olan 72
kişinin cesedi, bölgedeki köylüler tarafından defnedilebildi.
Ertesi gün kadınlar ve çocuklar Şam'a
götürüldüler. Ne yazık ki orada da kötü muamelelere tâbi tutuldular. Bu arada,
yapılan yolculuk esnasında Hz. Hüseyin'in kız kardeşi Hazreti Zeynep ve oğlu
Zeyne’l-Abidin, Yezid'in yaptıklarını ve Kerbelâ'da işlenenleri yol boyunca
Müslümanlara anlatmaktan çekinmiyorlardı.
Şam’da Yezid'in mahkemesine çıkarıldığında, Hazreti
Zeynep, yine aynı cesaretle bağırdı ve Yezid'in halifeliğinin geçersiz olduğunu
ilân ederek İmam Hüseyin'in başkaldırısını övdü. Fakat Yezid’in onları
dinlemeye dahi tahammülü yoktu. Mağdurlar bir sene Şam'da tutuldular. Yerel
halkın mağdurları hapiste yalnız bırakmadığı ve ziyaret ettiği bilinmektedir.
Bilinen bir başka şey de, Şam ve çevresinde, hatta tüm bölgede Yezid aleyhtarı
oluşumların baş göstermeye başlamasıdır. Durumdan endişelenen Yezid, bunun
üzerine Kerbelâ mağdurlarını serbest bırakarak Medine’ye gitmelerine izin
verdi.
Sonuç
Şii ve Alevî Müslümanlığında bu olayın çok
önemli yeri var. Onlara göre Hz. Ali'nin oğulları yenilmez savaşçı, yüce
şahsiyet ve Halifelik makâmının haklı sahipleriydiler. Sünnî Müslümanlığında da
Aşere-i Mübeşşereden ve Dört Büyük Halifeden birinin oğulları oldukları için
çok saygın şahsiyet sayılmakta ve dinî lider olarak kabul edilmektedirler.
Kısacası onlar Şii, Alevî ve Sünnîlere göre seçilmeyen ve zorla başa gelen bir
halife tarafından katledildiler. Bize göre de öyle…
Lâkin unutulan bir şey var!
Neden Yezid ve Yezidlik umumîleştirilerek
zamanımızın insanları suçlanmakta ve bu olay, ikiliğin nedeni olmaya devam
ettirilmektedir? Dine sızan gnostik inanç sisteminin açık kapısı Kerbelâ oldu
ve hâlen öyle… Hâlâ ortalıkta Kerbelâ dumanı dolaşmakta, dolaştırılmakta. Şu
soru da orta yerde duruyor: Hz. Osman’a darbe yapmak için Yemen’den ve İran-ı
Irak’tan gelenler kimlerdi? Niye gelmişlerdi? İslâm’ı çatlatmak ve
sızıntıcılara, sızacak çatlak oluşturmaya mı? Ya da kim bu sızıntıcılar? Artık
onların deşifre edilmesi gerekmiyor mu?
Efendim, Kerbelâ'da yaşananlar her yıl Şiiler
ve Alevîler tarafından, Muharrem orucu tutmanın yanı sıra törenler şeklinde,
bir kısım Sünnî Müslümanlar tarafından da tören yapılmaksızın anılmakta.
Bugünlerde konuşmalar yapmak ve ağıtlar yakmak âdettendir. Aşura günlerinde Hz.
Hüseyin'in neden hayatını feda ettiği anlatılmakta, onun baskıya ve zulme
teslim olmadığının altı çizilmekte. Bu elim hâdisenin aynı günlerde Sünnîler
arasında da üzücü olay olarak hatırlandığını ekleyelim. Sünnîlerce de Yezid
yerilmekte ve yaptıkları asla tasvip edilmemekte. Sünnî inancın gereği olarak
yas tutulduğu söylenemez, ama mevlit okutulmakta ve dualar edilmekte.