Siz bizim Türkleştiremediklerimizden misiniz?

Birlikte ortaya çıkarılan bir şeydir “aile, öğretmen, devlet, kurumlar, ekonomik sistem, bilgiye verilen değer, adalet ve paylaşım”. Her şey yerli yerinde olunca sistem çalışıyor. Bizim insanımızın da özlem duyduğu, bence geniş bakarsak, bunlara yönelik eksiklerin giderilmesi talebidir. Fırsat verildiğinde başarılı olan kişilerin, kendisine fırsat veren ülkeye, kültüre ve devlete sadâkat göstermesi, kişinin değil, aslında sistemin başarısıdır.

“TÜRK” demek, Ergenekon Destanı’nda bir bozkurt tarafından kurtarılmış ve kurdun karakterini benimsemiş kahraman bir millet demek. Batılı Haçlılara göre “Müslüman kişi” demek. Mazlum coğrafyalara göre ise, “merhameti ve adaleti için beklenen kişi” demek. Bir dostumuza göre, kısaca “beklenen” demek…

Türkiye dışında ünlü olan, bulunduğu ülkede önemli bir göreve gelen,  bir konuda başarıya imza atarak öne çıkan Türkler ve/veya Türkiye kökenliler hakkında toplumsal anlamda güçlü bir sahiplenme yaşandığı görülüyor. Türk olarak başarılı olan biri için kendi toplumunda övünç kaynağı olarak görülme duygusu oluşması, elbette millet olma hâlinin güçlü bir göstergesi olması açısından mutluluk verici sayılabilir. Yurtdışında bulunan ve başarılı olan isimler hakkında benzer duyguların ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin Mesut Özil ve Aziz Sancar gibi…

Dünyanın her yerinde, neredeyse tüm ülkelerde az ya da çok Türkiye’den giden insanımızın yaşadığı ve yerleştiği görülmektedir. Özellikle Batı dünyasına yani “gelişmiş ülkeler” olarak tanımlanan memleketlere çeşitli sebeplerle göç etmiş, orada yaşamaya başlamış, hattâ vatandaşlık almış birçok hemşerimiz bulunmakta. Diğer yandan Türkiye dışında yaşayan ama kendisi için Türkiye’yi anavatan olarak gören Kırım, Ahıska, Bosna, Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Kıbrıs, Musul, Kerkük, Kafkasya, Halep, Şam, Filistin, Cezayir, Libya, Tunus ve daha da geniş gönül coğrafyamızda yaşayan Türkler veya kendini Türk hisseden birçok kardeşimiz bulunmakta. Ancak dosyamızın asıl konusu olan kitle ise, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olup yurtdışında yaşayan milyonlarca Türkiye kökenli insanımız...

Bu insanlarımız, hangi ülke vatandaşı olurlarsa olsunlar, bulundukları ülkelerde varlık göstermiş, oraya entegre olmuş ve daha da ötesi o kültürün doğal bir parçası olmuş durumdadırlar. Tabiî şunu da unutmamalı ki, Türkiye’ye gelip yaşayan vatandaşlık alan başka başka birçok milletten insanlar da bulunmakta.

Bizim burada konu ettiğimiz husus ise, Türkiye’de bulunan ve milletimizin bir parçası olan insanlarımızın, Türkiye dışındaki Türklerin başarılarına nasıl tepki verdiğidir. Yani bir şekilde başarılı veya ünlü olan kişileri alkışlayan, izleyen ve sahiplenen bir toplumsal refleksin duygusal arka plânı ne olabilir?

Göçmen olan ya da yurtdışında tercihen yaşayan durumunda olan Türkler gibi başka milletlerden ve ülkelerden insanlar da var. İranlı, Hint, Pakistanlı, Afrikalı, Uzak Doğulu, Mezopotamyalı ve daha birçok ülke, bölge ve milletten insanın bazısı Batılı ülkelerde yaşama tutunmuşlar. Bu insanlar içinde son derece başarılı olanlar var ve bulundukları ülke ve/veya toplum için faydalı olan, değer katan işler yapıyorlar. Meselenin başka bir yanı da şu: Aynı insanlar kendi ülkelerinde olsalardı bu başarılarına giden yolda yürüyebilecekler miydi? Ya da bu insanlar kendi ülkelerinde de benzer başarılarını devam ettirebilecekler mi?

Gururun kaynağı kimlik mi, başarı mı?

İnsanların tek tek elde ettikleri başarılar, keşifler, buluşlar ya da ürettikleri sanatsal, bilimsel, edebî veya teknolojik eserler her zaman bulundukları ülke ya da topluma hizmet ediyor mu? Açıkçası, başarılı işler yapan insanların bu başarılarını paylaşacakları kültürel, ekonomik, siyâsî ve toplumsal bir iklim bulunması elbette çok önemli.

 

Amerika, İngiltere veya Almanya’da bulunan Türk, İranlı, Arap veya Afrikalı birçok insan, birkaç kuşaktır o ülkelerde yaşamakta ve birçoğu artık kendisini oralı olarak tanımlamaktadır.

Meselâ Almanya’da federal milletvekili olan Türk kökenli bazı isimler, maalesef Türkiye’ye karşı en sert eleştirileri yapabilmekte ve Türkiye’ye karşı Avrupa veya Almanya’nın çıkarlarını savunabilmektedirler. Yine İngiltere’de milletvekili olan Hint kökenli milletvekilleri, Hindistan’ın tezlerini değil, İngiltere’nin çıkarlarını ve İngilizlerle birlikte paylaştığı iddiaları savunmaktadır. Cezayir asıllı bir Fransız siyasetçi de aynı şekilde Cezayir’de işlenmiş savaş suçları ile soykırım, işgal ve sömürge konularında bile Fransız tezlerini savunabiliyor.

Peki, bir yabancıyı veya bir göçmeni kendi vatandaşı yapan, kendi değerlerine inandıran ve sonra da siyasetçi, memur, bilim insanı, sanatçı veya sporcu yapan sistem nasıl işliyor? Bu ülkelerde bulunan Türklerin başarılarında bizim insanımız ne görmektedir ki mutlu olmaktadır? Bu kişilerin sadece Türkiye kökenli olması, Türkiye için faydalı olacaklarına mı delâlettir? Yoksa sadece Türk insanının başarılı olabileceğini ispatladıkları için mi buradaki milletimizde heyecan yaratmaktadır?

Eğer böyleyse yani başarıya ve başarılı olmaya duyulan bu özlem neden kaynaklanıyordur? Bizim millet olarak böyle bir kompleks içinde olmamıza gerek var mı? Bu hâl ve bu duygu, gerçeği yansıtır mı?

Millet olarak tarihimizde ya da bugünümüzde başarılı olma hâlinden çok mu uzaktayız? Tabiî ki hayır! Lâzım olan başarı hikâyesi ise, bizim milletimizin tarihinde de, bugününde de başarılar, keşifler, zaferler anlatmakla tükenmez. Bence özlenen ve alkışlanan, sadece başarının kendisi değil. Asıl özenen ve asıl alkışlanan, bizden biri üzerinden dışa vuran bir beklenti!

“Sana inanıyorum, öyleyse vatandaşım olmalısın!”

Kendi geçmişimizde ve hattâ bugünümüzde bireysel anlamda başarılı olan çok olduğuna göre, hasret duyulan, bireysel başarının kendisinden ziyâde başarıya götüren ve başarıyı yaşatan ekosistemdir. Bizden biri için de işleyen bir mekanizma, güven ortamı ve geleceğe olan inanç…

Asıl mesele, bireyi yönlendiren, teşvik eden ve başarılı olunan alanlarda istihdam eden bir sisteme duyulan özlem. Çünkü herkes farkında ki, kalıcı olan bir kişinin başarısı değil, başarıyı yaşatan, sürdüren, ona fırsat veren ve bunları yarınlara taşıyacak bir sistemin varlığıdır. Tüm sistem hep birlikte üretileni az ya da çok değerlendirebiliyorsa, küçük küçük de olsa yapılan gayretler boşa gitmiyordur.

Bir kişiden ibaret değildir başarı, başarılar ve başarılı olma hâli. Birlikte ortaya çıkarılan bir şeydir “aile, öğretmen, devlet, kurumlar, ekonomik sistem, bilgiye verilen değer, adalet ve paylaşım”. Her şey yerli yerinde olunca sistem çalışıyor. Bizim insanımızın da özlem duyduğu, bence geniş bakarsak, bunlara yönelik eksiklerin giderilmesi talebidir. Fırsat verildiğinde başarılı olan kişilerin, kendisine fırsat veren ülkeye, kültüre ve devlete sadâkat göstermesi, kişinin değil, aslında sistemin başarısıdır.

Peki, o zaman Türkiye’de yaşamasına rağmen siyasetçi, büyükelçi, sanatçı, sporcu, sermaye sahibi veya işadamı olup Türkiye’nin geleneksel tezlerine, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığına ve Türk milletinin bütünlüğüne karşı fikir içinde olan, Türkiye’de elde ettiği fırsatlara rağmen Avrupa’nın, Amerika’nın ya da küresel sermayenin iddialarını ve tezlerini Türkiye’de Türkiye’ye karşı konuşmak ve savunmak hâli içinde olanların durumu nasıl açıklanabilir?

İşte bu durum, neye inandırıldığınız ile ilgilidir! Kendi devletinizi bir başka gücün hizmetinde, sömürgesinde ya da mandasında görüyorsanız, o zaman zaten kendi tezleriniz yoktur. Size söylenen ve söyletilen talimatlar vardır. Egemen kültür olarak kendi kültürünüzü değil de Batı toplumlarının kültürünü benimsemişseniz, zaten savunacağınız bir şey kalmıyor demektir. Yani sizi yerli ve özgün yapan temel konularda başkasına teslim olmuşsanız, zaten yerli olma imkânlarını kaybetmiş hâldesinizdir.

Bir Amerikan senatörü, şiddetli bir şekilde eleştirdiği ABD Başkanı Donald Trump için Amerika dışında bir seyahatte sorulan soruya cevap vermek yerine, prensip olarak “Amerika dışında Başkan hakkında konuşmam” diyerek net bir dille tavrını koyabiliyor. İçeride birlik anlayışı budur! Tersliğe bakın ki, Türkiye’de bazı siyasetçi, gazeteci veya sanatçılarımız uluslararası güçlere seslenmekte, bazı ülkelerin büyükelçilerinden medet ummaktadırlar. Bu hâllerini saklamayan ve Türkiye’yi küçük düşürecek bir tarzda yabancı ülke temsilcileri ile görüşme ve buluşmalara katılanlar, tam olarak neyi göstermiş oluyorlar? Nerede durduklarını, Türkiye’ye kimin gözünden ve kimin aklından baktıklarını…  

Yakalandığımız tuzaklar

Bu durum bizim sistemimizin başarısızlığı mı? Milletimizin bir kısmı ya da içimizden birileri neden kendilerini yabancı güçlerin güdümünde, yörüngesinde ya da kültürel etkisinde görüyor? Bir kısmı kişisel arıza içinde olabilir, benliğini kazanamamış ya da duygusal olarak uzaklaşmış olabilir. Üzücü olan şu ki, toplumsal olarak içimizde kurulan tuzakları kendi kendimize kurdurmuşlar. Meselâ “Bizden bir şey olmaz” gibi sözleri kendimize söyletmeye kalkışmışlar. Aklımızı ve rûhumuzu sınırlamaya kalkışmışlar “Su akar, Türk bakar” gibi aşağılayan sözlerle. Bazıları da tuzağı anlamadan, kendimiz için hep olumsuz duygu yükleyen bir kampanya içinde kalmış. İşte bu kampanyanın etkisi olabilir bir kısım hayıflanma ve başarıya hasretin sebebi!

Bir de Türkiye’ye karşı gayret edenlerin, vatan hainlerinin ya da aklını esir edenlerin ödüllendirildiği bir Batı aklı ile yaşayanlar var. Meselâ büyük dedesi İngiltere’ye sığınmış olan ve orada kalmayı tercih eden bir eski Osmanlı paşasının, yeni İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un Türk kökenli olması sebebiyle haber olmasının dışında, Türkiye için ne anlamı olabilir ki? Eğer bir İngiliz’i Türk vatandaşı yapıp, torununa kendisini Türk hissettirerek Türk Devleti’ne hizmet eden bir mâkâmda görürsek, o zaman Türkiye yeniden hizmetinde bulunanlara fırsat verecek kadar büyük devlet hâline gelmiş demektir. Aksi hâlde, kendi insanının kendisine karşı devşirildiği bir ülke olma durumu, 15 Temmuz’da yaşanan acı örnekteki gibi başkalarının aklına hizmet eden yörünge devlet olmak hâline düşmemize yol açabilir. Dikkatli ve kararlı olmaktan taviz veremeyiz.

Nasıl ki silkinip kendimize geliyorsak, bize karşı içimizden adam devşirilen değil, tam tersine, savunduğu değerlere inanan, güvenilir bir insan yetiştirme sistemi kurmuş devlet olmalıyız. Devletine sâdık, içinde yaşadığı toplumun değerleri ile barışık, dünyaya verdiği mesajla tüm insanlığa hitap edebilen, güven ve adalet üzere işleyen ticaret ve liyakat sistemini kurmalı, kazanmalıyız.

Açıkçası son yıllarda yaşadığımız darbe girişimleri, küresel kuşatma, sokak olayları, hendek çatışmaları gibi işgal girişimleri ve tüm olağanüstü sıkıntılara rağmen devletimiz ve milletimiz, istikametini kaybetmemiştir. Hattâ bütün bu olağandışılıkların ürettiği siyâsî, sosyal, ticarî, düşünsel, silahlı/silahsız terörizme rağmen yeterli insan kaynağını, güçlü kurumlarını ve ekonomik potansiyelini tarihî hedeflerine yönlendirmeyi başarmıştır. Yurtiçinde de, geçmişte olduğu gibi bugün de birçok başarıya imza atmakta ve Batı örneğinde olduğu gibi başarıları toplam faydaya dâhil etme yönünde güçlü adımlar atmaktayız. Yani artık hayıflanmak değil, heyecanla çalışmak ve ortak geleceğimize inanmak dönemindeyiz.

Yurtdışında yaşayan ve başarılı olan tüm insanlarımız ile gurur duyabiliriz, eğer bizim insanımız olarak kalmışlarsa. Kendi kimliği ve değerlerine düşmanlık etmiyorsa, bizim insanımızdır. Bizim olanla, bizden olanla duygusal olarak sevincinde ve üzüntüsünde beraberizdir elbette. Yoksa bizden gibi görünüp, bize sırtını dönmüş olanların ya da devşirilmişlerin, Boris Johnson’dan bir farkı yoktur bizim için. Oralardan gelecek bir umut kırıntısı ile yaşamak, bizim karakterimize ve tarihimize yakışmaz.