
BU yazımızda,
bir derin devlet operasyonu
olarak icra edilmiş 6-7 Eylül 1955 Olayları provokasyonunu ele alacağız...
Dönemin
siyâsî yapısı
14
Mayıs 1950 Seçimlerinde Demokrat Parti’nin tek başına iktidara gelmesinin
ardından 1954 Seçimlerine gelindiğinde CHP’liler büyük bir sosyal tatmin içinde
seçim sath-ı mâiline girmişlerdi. Onlara göre, birazcık ihmâl ettikleri halka
geçtiğimiz dört yıl boyunca çeşitli vesîlelerle gidilmiş, halkın küskünlüğü
ortadan kalkmıştı(!). “DP’liler tarafından kandırılan halk, artık tekrar
başında Paşasını görmek istiyordu” (Arcayürek, 1983:170).
Ne
var ki, 1954 Seçiminin sonuçları CHP Genel Merkezi’ni tam bir cenaze evine
çevirecek kara haberlerle doluydu. “Demokrat Parti oy oranını yüzde 56’nın
üstüne çıkarmıştı. CHP ise tam bir hezîmet yaşıyordu. CHP’liler Meclis’te
sadece 31 milletvekili sokacak kadar ancak oy alabilmişlerdi” (Birand, 1999:91).
Kandırılan
halkın (!) bu kez Paşasını seçeceğine çok inanmış bulunan CHP’liler ise
“şaşkınlık” içinde seçim sonuçlarını izliyorlardı. “Millî Şef ise seçim
sonuçları karşısında ağzı açık, gözleri büyümüş bir şaşkınlık hâliyle bir foto
muhabirine yakalanmıştı” (Arcayürek, 1983:168).
CHP’nin
aldığı bu ağır yenilginin ardından partinin içi kaynamaya başlamış, partiyi
ayakta tutan zeminde kaymalar baş göstermişti. “Partinin Grup Başkanvekili
Server Somuncuoğlu, Cavit Oral, General Fahrettin Altay, CHP’den ayrılarak
törenle DP’ye geçmişlerdi. Öte yandan iki önemli general, Kore Kahramanı Tahsin
Yazıcı ve Genelkurmay Eski Başkanı Nuri Yamut da DP’ye girerek” (Bila, 1999:155-157)
siyâset yapma kararı almışlardı.
DP-ordu
ilişkileri
Bir
siyâsî gerçeklik olarak ortadadır ki, DP’nin ordu ile ilişkileri hiçbir zaman
belirli bir mesafeden öteye geçememiştir. Her ne kadar birçok üst düzey komutan
zaman zaman DP ile bütünleşmiş görüntüler verseler de DP aleyhine bir cereyan,
ordu içinde daha 14 Mayıs 1950 akşamından itibaren başlamış ve 27 Mayıs 1960’a
kadar artarak sürmüştür.
Şüphesiz
bu kırık ilişkide DP iktidarının daha ilk günlerde seçilmiş partiye iktidarı
devretmemek üzere “İnönü’yü arayan komutanları” görevden almasının önemli bir
payı vardır.
“15 Haziran 1950 günü Başbakanlık mâkâmına gelip darbe
ihbarı yapan albayın söyledikleri” (Birand, 1999:68), bardağı taşıran son damla
olmuş, hükûmet derhâl harekete geçerek 15 general ve 150 albayı görevinden almıştı.
Esâsen bu tavır, “ordu üst düzey komutanlarının sivil yönetime sâdık kalması
gerektiği şeklindeki Atatürk geleneğinin sürdürülmesinden ibaretti” (Hale, 1996:89).
Ancak
DP iktidarı askerler tarafından hiçbir zaman kabullenilemedi. Ordudaki
komutanlara yıllardır sunulan “emir eri” uygulamasına son verilmesi de bu
anlamda TSK’nın kabullenemediği faaliyetlerdendi. Silahlı Kuvvetler ile ilgili
böyle cesurca kararlar alınabilmesinin gerisinde, zaman zaman Başbakan Menderes’in
etrafındakilerle paylaştığı rûh hâlinin de açık tesiri vardı.
Başbakan
çoğu zaman çevresindekilere orduyla ilgili şu kanaatlerini alenen söylüyordu: “Ben yedi yıl subaylık yaptım. Askerliği ve
subaylığı bana öğretmeyin. Ordunun her şeyini, dertlerini, acılarını, tarihini
iyi bilirim.” (Ağaoğlu Samet, 1967:26)
DP’nin
iktidarı boyunca tüm toplum kesimleri çehre değiştirip modernizasyondan payını
alırken, ülkenin ordusunun bundan ayrı kalması tabiî olarak düşünülemezdi. Dönemin
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Nuri Yamut’un tâbiriyle “Battal Gazi Ordusu”na
dönüşmüş orduya yapılan teknik yardımlarla Silahlı Kuvvetlerin ivedilikle
modernize olması yoluna gidilmişti.
CHP’nin
yaklaşık 30 yıllık kötü yönetimi sırasında “âdeta taşlaşmış Türk Ordusu”nun
birikmiş taleplerinin muhatabı, şimdi Demokrat Parti iktidarıydı. Ordu,
hükûmetten “modern silahlar, yaşlanan yönetici subay heyetinin tasfiye edilerek
gençlere fırsat verilmesi ve subayların toplumsal saygınlığının korunmasını
bekliyordu” (Özdağ, 1997:27).
Ordunun
eğitim seviyesinin de yükseltilmesi için Harp Okulu’ndan ayrı bir Hava Harp
Okulu binası faaliyete geçirilmişti. O zamana kadar olmayan bir uygulama da
1953 yılında başlatılmış, “Millî Savunma Bakanlığı, Silahlı Kuvvetler
mensupları için yaz mevsimlerinde dinlenme kampları tesis etmeye başlamıştı”
(Kocatürk, 1999:429).
6-7
Eylül’e doğru…
Ne
var ki, o günlerde ordu içinde yuvalanmış derin devlet boş durmuyor, DP
iktidarının altını oymak için çeşitli olaylar tertipliyordu. Bu tertiplerden
biri de 6-7 Eylül 1955 Olayları idi. Derin devlet devreye girmiş ve bu provokasyonu
gerçekleştirmişti.
Olaylar, Türk basınında çıkan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Selânik’te (Yunanistan)
doğduğu evin bombalandığını iddia eden yalan haberlerle tetiklendi. Sonradan
yakalanan bir Türk konsolosluk yetkilisi, bombayı olayları kışkırtmak için
kurguladıklarını itiraf etti; ancak Türk basını bunu görmezden gelerek bombanın
Yunanlar tarafından atıldığını iddia etti.
Kıbrıs Türklerine yapılan baskılar, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminde
başköşeye oturmuştu. O dönem Türkiye’de en çok satan gazete olan Hürriyet’in
başlığında, İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs
Rumlarının ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyordu.
Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam ederken,
Atatürk’ün Selânik’teki evinde bir bomba patlatılmasıyla ilgili haber, önce 6
Eylül 1955 günü saat 13:00 haberlerinde radyoda yayımlandı. (Atatürk’ün Selânik’teki
evine bomba attığı iddia edilen Selânik Üniversitesi Siyasal Bilgileri
öğrencisi Oktay Engin, daha sonra gıyâbında mahkûm edilmiştir. Oktay Engin, 22
Şubat 1992-18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliğine getirilmiştir.)
Bunun üzerine, “Atamızın evi
bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan İstanbul Ekspres gazetesi,
genelde tirajı 20 bin civârında olduğu hâlde 6 Eylül’de 290 bin basmış ve o
dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul’da
satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlandı.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri,
meslek kuruluşları, DP teşkilâtı, bazı resmî ve gayr-i resmî mâkâmların telkin
ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce
6 Eylül akşamı, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi
gerçekleştirildi.
Bakanlar Kurulu toplantısında olayları değerlendiren Samet Ağaoğlu şöyle
diyordu: “Her çeşit tecavüzü bastıracak
güce sahip olan Silahlı Kuvvetlerimizin kumandanları, daha önce valinin
uyarmalarına rağmen Vilâyet mâkâmında oturarak korkunç tecavüzlere, saldırılara
seyirci kalmışlardır.” (Sarol, 2014:405)
İstanbul Mebusu Haçopulos ise şu tespiti yapıyordu: “Emniyet kuvvetleri sanki vatandaşları değil
de mütecâvizleri himâye ediyormuş gibi hareket ettiler.” (Sarol, 2014:414)
Kaynaklara göre; Orhan Birgit, o
zaman CHP Gençlik Kolları Başkanı idi. Kıbrıs ve 6-7 Eylül Olayları’nda onun
rolü vardır (Gürsoy, 2013).
Dönemin
şâhitlerinden İshak Alaton da 6-7 Eylül Olayları’nı şöyle anlatır:
“1955 yılının Eylül ayı
günleri... Kardeşim Bonjur, teknik üniversiteyi bitirmiş ve orada asistan
olarak çalışıyor… 6 Eylül günü fakülteden çıkmış, Taksim’e doğru yürüyor... Bir
de bakıyor ki, öfkeli bir kalabalık, tıpkı bir selin akması gibi hızla ona
doğru geliyor.
Kardeşim önce ne olduğunu
anlayamıyor. Olduğu yerde donakalıyor; çünkü bu insanlar sağlı sollu bütün
vitrinleri parçalayarak ilerliyorlar. Her birinin elinde birer sopa var. Sopalar
da birbirine benziyor…
Bonjur, bunun organize bir şey
olduğunu anlıyor ve hemen yanındaki apartmanın girişine sığınıyor. Kardeşim bu
olaydan sonra, ‘Ben artık Türkiye’de yaşayamam’ diyerek bir ay sonra İsveç’e
gidip yerleşti.” (Alaton, 2012:126)
Olayların ardından Profesör Fuat Köprülü, Demokrat Parti’den istifa
etmişti. Gazetecilere beyanat vererek, “Programından
ayrılmış, eski hüviyetini tamamen değiştirmiş olan bugünkü Demokrat Parti
zihniyeti ile uyuşmak benim için imkânsız olduğundan, Demokrat Parti’den
çekiliyorum” demişti. (Sarol, 2014:186).
Sonraki
yıllarda MGK Genel Sekreterlerinden Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Özel
Harp Dairesi’ni anlatırken bu tarihî sırrı ağzından şöyle kaçırıvermişti: “Halkın mukavemetini arttırmak için düşman
yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Meselâ bir cami yakılır. Kıbrıs’ta
biz bunu yaptık. Bir cami yaktık.” (Habertürk, 2010)
Kıbrıs’ta,
1955-1958 yılları arasında 16, 1963-1974 arasında ise 100’den fazla cami,
mescit ve türbe tahrip edildi. Baf’taki Cami-i Cedit, 1964’te yakılarak yerle
bir edildi. Lefkoşa’daki Ömeriye ve Bayraktar Camileri de defalarca
bombalanmıştı. Yirmibeşoğlu, yıllar sonra gazeteci Fatih Güllapoğlu’na, “6-7 Eylül Olayları Özel Harp işidir ve
muhteşem bir örgütlenmedir” demişti (Habertürk, 2010).
Madımak
Vakası, tıpkı 6-7 Eylül 1955 ve 3 Eylül 1978 olayları gibi derin devletin
Türkiye’yi bir kaos ortamına sokarak yönetilemez hâle getirme plânının şahane
bir parçasıydı. Ne var ki, provokasyonlar üzerinden politika yapan bazı
mahfiller bunu ısrarla görmemekte, vakanın her yıldönümünde derin devletin
ekmeğine yağ sürmeye, onların tezgâhı üzerinden yara kaşımaya devam etmişlerdi.
Nitekim Emekli Koramiral Atilla Kıyat, bu politikaların bir parçası olarak,
“1993-1997 yılları arasında işlenen faili meçhul cinayetlerin devlet politikası
olduğunu Habertürk TV’de alenen söylemişti” (Kıyat, 2010).
Kaynakça
Ağaoğlu Samet, (1967), Arkadaşım Menderes, İstanbul: Baha
Matb.
Alaton İshak, (2012), Lüzumlu Adam (İshak Alaton’un
Hatıraları), İstanbul: Alfa
Arcayürek Cüneyt, (1983), Yeni İktidar Yeni Dönem,
Ankara:Bilgi Yay
Bila Hikmet, (1999), CHP, İstanbul: Doğan Kitap
Birand M. Ali, (1999), Demirkırat, İstanbul: Doğan Kitap
Gürsoy İ,
(2013), 8.07.2013
Habertürk, (2010), 12.2.2010
Hale William, (1996), Türkiye’de Ordu ve Siyaset, İstanbul: Hil Yay.
Kıyat Atilla, (2010), Haber 7, 03.08.2010
Kocatürk Kenan, (1999), Bir Subayın Anıları, İstanbul: Kastaş
Yay.
Özdağ Ümit, (1997), Menderes Döneminde Ordu Siyaset
İlişkileri, İstanbul: Boyut Yay.
Sarol Mükerrem, (2014), Bilinmeyen Menderes, Cilt:1, İstanbul:
İnkılap Yayınevi