Siyasetten nihâyete arsızlık

Yanlış ve çıkarcı hareket eden birini biliyorsanız, ispat ve delillerle devletin hükmedici kurumlarına müracaat edersiniz. Bir değeri ayaklar altına alıp, sonra da hiç zarar vermemişçesine, “Pardon, yanlış oldu!” diyemezsiniz.

GİTGİDE arsızlaşan bir insanlık tarihi yazıyoruz. Hep birlikte...

Bugün en çok da siyasette dramatize edilen arsızlık, insanın dâhil olduğu tüm hayatî segmentlerin ana maddesi hâline gelmiş durumda. Nereye baksa insan; kabul edilemez, sindirilemez, temizlenemez ya da temizlenmesi tatmin etmez lekeler mevcût. 

Bu kir topakları en çok da “Çamur at, izi kalsın” geleneğinin arsızca uygulanış biçimini simgeliyor. Öyle ki, çamur atan eller kirli, çamur atılan yüzler kirli... Her yüzde bir çamur izi... Hangi izin lâyıkıyla olduğunun ayırdına varmaksa gitgide zorlaşıyor.

Birilerine yazık olurken, birileri boş yere nasipleniyor. Tarafgirliğe yatkın beyinlerce bir eliminasyon kurgulamak da öyle çok muhtemel görünmüyor. Bu kısırdöngüde insanın, üstüne basmadan geçmesi gereken kavramlar ve değerler var hâlbuki... Bunlar; fikirlerin, ideolojilerin, tutulan safların ve kişisel kin ve hırsların çok daha ötesinde bir anlama haiz. Şimdi bu çamurlu ve kirli fikir mücadelesinin içinden söküp almamız gereken kavramlara değinmeli, elimizden geldiğince temizlemeli, paklamalı, üst raflara kaldırıp muhafaza etmeli...

Siyasetteki en büyük yanlış, yanlışın dile geliş şeklidir

Siyaset ve onun temsilcisi devlet, öyle fütursuzca her şüphe ve merakın muhatabı olamaz. Devlet kurumlarının yanlış bir yön tuttuğunu söyleyebilmek, ancak somut deliller ve tanıklar var olduğu müddetçe olanaklıdır. Aksi takdirde bir devlet kurumunu, örneğin Kızılay’ı, bir merak, şüphe ve şahsî muhalefet aşkı uğruna heba edemezsiniz.

Kızılay ya da herhangi bir devlet kurumu, insanına hizmet için var olmuş ve olmaya da devam edecek bir elementtir. Siz bu elementi ayrıştırmaya kalktığınızda, bu eylemin reeldeki karşılığı, yüzyıllar boyu dindirilemeyecek bir yangının kibritini çakmak olacaktır.

Biri çıkıp da sırf muhalif bir tutkuyu tatmin edebilmek için bir ithamda bulunuyor, bu itham da tek bir gerçeklik payı olmaksızın masalara yatırılıyor, evriliyor, çevriliyor, nihâyetinde gerçek ortaya çıkıyor.

Fakat hiçbir doğruluğu olmayan bir suçlama bile, konuşulup bittiğinde, tüm zihinlerde çamur izlerine mahkûm oluyor. Bunu bir insana ya da bir kuruma yaptığınızda, aklanmasının anlamı da kalmıyor. Sizin sadece itham ettiğiniz kısma denk gelen biri/leri için o kurum ya da kişi kısmen kirlenmiş olarak kalıyor. Bunu tekrar temizlemek ise yüzyıllar sürüyor.

Şimdi bu açıdan bakıldığında, vicdanının sesini kısmış bir holigan için oldukça avantajlı bir durum olabilir. Ne de olsa ispata ve sonunda haklı çıkmaya gerek olmayan bir kara çalma politikası onun işini görecek. Fakat bu, özellikle de halkın güvendiği, destek olduğu ve destek gördüğü bir devlet kurumuna yapıldığında, o ülkedeki insanların devletle ve milliyetle olan bağlarını zedeliyorsunuz.

Şimdi düşünüyorum da, bu arsız rekabet duygusunun bir insanlık tarihine mâl olduğunu söylesem, bir cana kıymak kadar vahim ve bir evi yıkmak kadar hain olduğunu savunsam, bir ülkenin değerlerine dinamit koymakla eş değer tutsam, çok da yanlış yapmış sayılmam herhâlde...

Bir devlet organında da yanlış yapanlar (istemsiz ya da art niyetli) olabilir. İnsanın var olduğu hiçbir kulvar kusursuz ve eksiksiz olamaz. Bunu iddia etmek de insanın iman tahtasında yaralar bırakır zaten...

Fakat halkın sağlık, geçinme, sığınma ve benzeri tüm elzem ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü devlet kuruluşlarına kara çalmak, böyle arsız ve “Ben söyledim, oldu” mantığıyla yapılamıyor olmalıydı.

Yanlış ve çıkarcı hareket eden birini biliyorsanız, ispat ve delillerle devletin hükmedici kurumlarına müracaat edersiniz. Bir değeri ayaklar altına alıp, sonra da hiç zarar vermemişçesine, “Pardon, yanlış oldu!” diyemezsiniz.

Diz boyu arsızlık

Bu mesnetsiz bühtanlar, elbette yalnız siyasette ve siyasetin kıvamını belirleyen iktidar-muhalefet odaklarında değil. Herkes, bulunduğu mecrada öne çıkabilmenin yolunu “elini çamura bulamakta” arıyor. Çamurlu eller de eskisi kadar hor görülmüyor. Çamuru atanın kendince bir savunma cümlesi, kullanılmak üzere bir yerlerde saklı tutuluyor. O cümle sarf edildiği anda ellerdeki çamurun hükmü de ortadan kalkıyor.

Biri çıkıp da kendini yücelten, karşı güruhun değerini azaltan bir yalan kurguluyor. Bu kurgusal bühtan, umuma açık alanlarda ve medyada tartışma masasına yatırılıyor. Son demde tüm gerçekliğini yitiren ve hiçbir dayanak gösteremeyen iftiracının oyunları ortaya çıkıyor. Sürecin mağdur öznesi ve nesnesi, maalesef bu olaydan sağ çıkamıyor. Üzerine atılan çamur -temizlene temizlene- kalıcı izlerini bırakarak gidiyor.

Hiç kimse diyemez ki, olmayanı var gibi gösterip de bir değeri azaltanın cinayeti, cana kıymaktan evlâdır. Bu, bir cana kastetmenin düşük yaptırımlı versiyonu olmaktan öteye geçemez. İftiracıyı aynı anda arsız yapan dinamik de işte tam bu; bir cana kıyanın adı “cani” oluyorken, bir değerin katili “karşı görüş” olarak anılıyor yalnızca. Sonucunda haksız ve yalancı çıkmasının da bir mahsuru bulunmuyor. Çünkü insan artık utanmıyor.

Hâlbuki utanç duygusu nice yanlışlardan dönüşün kılavuzudur. Yanlış yapanı alkışlatamayacak kadar hakikî bir insanlık seviyesidir. Yalanı sindirmeyen, “Bu da böyle olsun” dedirtmeyen, millî ve dinî değerlerine dil uzattırmayan bir içsel muhafızdır “utanç”. Bu uygunun zıt anlamı ise “arsızlık”...

Suçun gerektirdiği utanç duygusunu kiraya vermiş hiçbir zihniyet, arsızlığın bayrak sallayanı olmaktan kurtulamaz.

Utandırmayan utanç; yüz karasıdır, hakka rücûdur, edebin katliamıdır.

Fakat bu arada; çamur atılan bir yüzü temizlemek, bu “utançsızlık” dünyasında yüzyıllar sürüyor da olsa sonunda muhakkak temizleniyor. Çamur atan bir elin kiriyse, öyle ölmekle, onmakla, yanmakla, yunmakla temizlenmiyor...

Vâveyla!