“SİYÂSET” kelimesinin
seyislikten geldiğini duyduğumda ne siyâset, ne de etimoloji ile
ilgileniyordum. O zaman bir espri ile ifade edilen gerçek, ardından başka başka
kelimelerde aynı hayreti yaşatınca, kelimelerin kökenini anlamadan, dilin
“canlı, değişken bir varlık” şeklinde öğretilen tanımlamasını anlamanın da
mümkün olmadığını görmüştüm.
Elbette
ideal siyâset kavramı bu tanımla yetinmek istemeyecektir ama gerek ülkemizde,
gerek dünyada yürütülen siyâset tarzı tam bir seyislik! Hedef kitlenin ise
gayet doğal sürü olarak muhatap alınması ve bu özellikleri göstermesinin
beklendiğini görmek, yıllar yıllar sonra geldiğim nokta.
Bizde
hiç bitmeyeceğini sandığımız Sağ-Sol çatışması vardı bir zamanlar. Aynı annenin
çocuklarını birbirine düşman eden, fikrî ayrılıklar değil, fikretmeyiş idi.
Yıllarını götürdü bu ülkenin, çok daha fazla zaman etkisi süren/sürecek bir
yoksunluk ve kaybediş, acı olarak tarihimizin belirleyici unsuru oldu. O
kaybediştir son birkaç on yılımızda dahi bunca silkinmeye çalışıp atamadığımız
atâlet, bağımlılık ve ekonomik gücün yetersizliği…
Şimdi
yine hiç bitmeyecek gibi görünen bir yandaş-muhalif sınıflaması… Bir yanda ne
olursa olsun alkışlayıp yanlışa destek olduğunun farkında olmayan bir grup;
diğer yanda cebini de doldursanız/doldursa inkâr edecek, kocaman faydaları bir
nokta dahi saymayacak başkaları…
Sömürülmek
istenen ülkeler söz konusu olduğunda da, kimsenin bir adım ileri atamayacak,
birbiri ile çekişmekten kendi kazanımlarını düşünemeyecek hâle geleceği bir
basit işletme ortamında da geçerli olan bir kaidedir bu: Öteki varsa, esas
soruna odaklanamazsın! Beriki varsa, hiçbir tarafın kazançlı çıkamayacağı basit
bir kaos ortamı kolayca mümkündür. Kaos varsa, bu kaostan kazançlı çıkacak ve
taraflardan bağımsız bir başka kişi/kitle muhakkak vardır.
Bu
ülke PKK teröründen, Sağ-Sol çatışmasından, dindar-lâik ayrımından, kentli-köylü
bakışından kaybettiklerini görecek olsa şu anda, bunca yılda bunca sorunla
harcanan enerji ve bütçeyi, bu enerjinin ve bütçenin kaybının ne demek olduğunu
fark edebilse, yine değer! Sadece bu farkındalığa sahip olmak bile kocaman bir
teselli ve kazanç olur.
Konfor
batağından mıdır, veri kirliliğinin artık bizi her türlü girdiye tepkisiz
bırakmasından mı, yoksa yüzlerce yıldır bu toprakların üzerinde dönenlerin
görülmemesi için yapılan dejenerasyonun anestezik sonucu mudur, bilmiyorum, ama
hâlâ görülmüyor! Yazık ki, hâlâ ne kaybettiğimizi, elde olanın, cepte
sandıklarımızın bu aymazlıkla bahtını sürdüğümüz sürece çok kolay
gidebileceğini görmüyoruz.
Daha
kaç yıl oldu 15 Temmuz’u yaşayalı? Daha kaç hafta oldu “ışıkları yakma”
mesajlarını duyalı? Bu ülkenin millî savunmasının ilk hamleleri daha kaçıncı
yılında? “Ben ezelden beridir hür
yaşadım, hür yaşarım” dizelerini okurken çocuğunuz, hürriyetin en çok
şimdi, bu yüzyılda sığınmacı hikâyelerinde bize çarpa çarpa kendini
gösterdiğini anlatabildiniz mi?
Yıllar
boyu tüm dünyanın gözleri önünde, habercilerin anlık bilgi ilettiği bu yüzyılda
kimyasal silahlarla vurulan, bombalarla uyanan sivilleri gördük biz. O çocuk
dünyaları çocuk kalabilsin diye televizyonu dahi açmadığımız zamanlarda
çocuklarının cesetlerine sarılan babalar vardı; yapayalnız kalmış küçücük
çocuklar, gençler…
Orası
Suriye idi kimine göre, zaten karmaşıktı durumları, inançlarından ötürü
çatışıyorlardı, iç savaş eksik değildi, Orta Doğu topraklarında zaten eksik
olmaz idi…
Orta
Doğu toprakları neden yüzlerce yıldır böyle idi düşünmeksizin, “Orası hep
karışıktı!” demek ne kolaydı!
Biz
nerede yaşıyorduk, sınır komşumuzun parçalanmışlığına zıt, sonsuza dek
korunaklı bir zırh mı vardı? Daha ikinci asrının hemen başında iken yükselseydi
devletimiz, bu rahatlığımız keşke aynı oranda yüksek olaydı birbirimize
güvenimiz, kardeşlik bağımız…
Ermenistan’a
bugün verilen desteğin mâhiyetini de tam olarak anlayamayız, “bu coğrafyanın”
destek verenler için ne demek olduğunu, hangi sınırların neden bilhassa ısrarla
zorlandığını da...
Bugün
hedef değiliz gibi görünüyoruz ya, haklısınız. Bugün değil, tâ dünlerden ana
hedef idik zira!
Suriye
o denli karıştırılırken, sınırlara milyonlarca mültecinin yığılma şartları da
asıl hedef olduğumuz içindi.
Azerbaycan
bugünün Türkiye’sinde kardeş ülkedir ama esasında bizden farklı değildir. Küçük
ve çokça siyâsî farklar yüzünden iki ülkenin insanları bu ayniliği unutmuş
olsalar da onları hedefe koyan hiç unutmadı. Yazdıkları yalan tarihin
gerçeklerini en iyi onlar biliyorlardı çünkü. Yüzlerce yıldır hiç tavizsiz ve
ilmek ilmek işledikleri yeni dünya plânlarının uğradığı aksamaların sebebini
yine onlar biliyor.
Aslını
unutmadan, yarına dönmüş yüzünde neyi, neden yapmak zorunda olduğumuzu
hatırlamadan çıkamayacağız yayılıp kaldığımız konfor batağından. Asıl derdi ve
gerçek düşmanı görmediğinizde, Akşener’in söylemi, Kılıçdaraoğlu’nun, Yavaş’ın,
İmamoğlu’nun fiilleri, Bahçeli’nin duruşu, Erdoğan’ın kime ne dediği, görünen
önemini yitirecek. Büyük resmi görmeye çalıştığınızda, millî kazanca kimlerin
ne kadar hizmet ettiği önemli olacak, yandaş yahut muhalif olmanız değil.
İşte
o zaman ABD seçimlerini kimin kazandığının önemi kalmayacak, kimin kazanması hâlinde
neler yapılacağından bahsediyor olmamız gerekecek. Zira ne olursa olsun, yine
hedefte olacağız ekonomik ve sosyal ambargoların örtülü yahut doğrudan
başlanacağı zamanlardaki olasılıkları, en derin müttefik (!) ülkenin
yöntemlerinin kişilere göre değişimini analiz etmek zorunda olacağız.