Siyâsetin hukuk ile mücadelesi

Terörün, toplu katliamın affı da, zaman aşımı da olamaz. Olmamalıdır. Bu sanıkları yargılayıp hak ettikleri cezâyı verecek olan mahkeme heyeti, sadece suçluları cezâlandırmış olmayacak, 6-8 Ekim 2014 olaylarının tekrarını da önleyecek ve siyâsî nedenlerle bu sanıklara arka çıkanların da tehditlerine boyun eğmeyerek adâletin kılıcını kuşanmanın hakkını vermiş olacaktır.

SURİYE’DE iç savaşın başlaması ile bütün siyâsî dengeler değişmişti. Muhaliflerin hızla şehirleri ele geçirmesine bir çâre olarak Suriye rejimi, Afrin, Ayn El-Arab ve Haseke’nin idaresini 2012’de PKK’ya bırakmıştı.

Eylül 2014’te DEAŞ, Ayn El-Arab’ı (PKK’lıların “Kobani” dedikleri şehri) kuşatmıştı. Bu şehir, Şanlıurfa Suruç’un tam karşısı sayılacak bir yerdi. Şehri ellerinde tutan PKK’lılar (Suriye’de kullandıkları adları ile YPG’liler) zor durumda kalmışlardı. Şehrin kuşatılması ile yaklaşık 200 bin kişi oradan Türkiye’ye sığınmıştı.

ABD Başkanı Obama ve PKK’lıların beklentisi doğrudan Türkiye’nin, askerî kuvvetleri ile PKK/YPG’nin yanında DEAŞ’a karşı savaşması ve PKK’lıların ihtiyacı olan askerî malzemeyi onlara vermesiydi. (“Türkiye Ağır Silah Koridoru Açsın”, Radikal Gazetesi, 27 Eylül 2014)

Zaten Türkiye, Aralık 2012’den beri PKK’ya karşı adına “Çözüm Süreci” denilen, bir çeşit barış siyâseti yürütmekteydi.

6-8 Ekim 2014’teki olaylar nasıl başlamıştı?

Buna karşılık Türkiye, Suriye’ye asker gönderip göndermeme konusunda kararsızdı. Muhalefetin “Orta Doğu/Suriye bataklıktır, Türkiye uzak kalmalıdır” telkinleri vardı. DEAŞ bahanesiyle ABD’nin Türkiye’ye karşı Suriye’de bir oyun kurguladığı görüşü yaygındı. FETÖ tarafından Hükûmet’e karşı, 17/25 Aralık 2013’te, adına “yolsuzluk” dedikleri bir adlî darbe başlatılmıştı. Oradan beklenen sonuç alınamayınca, 19 Ocak 2014’te, MİT tarafından Suriye’ye gönderilen askerî malzeme yüklü tırlar Hatay’da durdurulmuş, “Türkiye Hükûmeti DEAŞ’a askerî yardım gönderiyor” diye dünyaya haber edilmişti. DEAŞ’a karşı PKK’ya silah yardımı yapmak ve onunla birlikte bir çeşit ittifak ile DEAŞ’a karşı askerî bir mücadele içine girmek, Türkiye’nin kolayca kabul edebileceği bir iş değildi.

ABD Başkanı Obama’nın ısrarla “Suriye’ye (Ayn El-Arab’a) asker gönderin” telkinleri (Abdülkadir Selvi, “Kobani Soruşturması Altı Yıl Sonra Neden Başladı?”, Hürriyet, 6 Ekim 2020) ise muhtemelen Türk karar alıcıları tarafından “ABD’nin bir oyunu” olarak görülmüştü.

Ancak sonraki olaylar ile görülmüştür ki, o dönemde Hükûmet’in Suriye’ye asker göndermeyişi, ABD’nin DEAŞ’ı bahane ederek PKK ile geniş bir alanda askerî ittifak kurmasına ve PKK’nın askerî kolunu hayâl edilemeyecek ölçüde tahkim etmesine zemin hazırlamıştır.

DEAŞ’ın Ayn El-Arab kuşatması ile PKK zor durumda kalmıştır. Türkiye askeri yardım yapmamıştır. Bunun üzerine PKK’nın TBMM’deki siyâsî uzantısı HDP, Türkiye’nin DEAŞ’ı desteklediği propagandasını tekrarlamaya başlamış ve Ayn El-Arab’dan alınan 200 bin kişilik mülteci yok sayılarak, “Türkiye Hükûmeti Kürt halkının DEAŞ eliyle katledilmesine yardım ediyor” şeklindeki propagandasını yaygınlaştırmıştı.

Hâlbuki sivil halk orada zaten kalmamıştı. “Kürt halkı” dedikleri, oradaki “PKK/YPG’liler” idi (Murat Çiçek, “Türkiye’nin Kobani Politikası”, Star Gazetesi Açık Görüş, 31 Ocak 2015).

Türkiye ise Ayn El-Arab’la sınırlı bir askerî operasyon yerine, hem Suriye, hem de Irak’ta bütün terör örgütlerine karşı geniş kapsamlı ortak bir operasyon fikrini savunmuştu. HDP yöneticileri, “Kobani düşerse Ankara düşer, Ankara düşerse Kürt halkı kendi kaderini tayin eder” gibi tehditlerini açıklıyorlardı.

HDP MYK’sı adına 6 Ekim 2014’te, “Kobani direnişini desteklemek için Kürt halkı sokağa çağrıldı”. Sonra “Eş Başkan” dedikleri Selahattin Demirtaş ile yine HDP MYK’sı adına, “Kobani’de durum son derece kritiktir. DEAŞ saldırılarını ve AK Parti iktidarının Kobani’ye ambargo tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı sokağa çıkmaya ve sokağa çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz” açıklaması yapıldı.

Parti MYK’sı Twitter hesabından, “Taleplerimiz nettir: Rojova’nın kanton yönetimleri statüsü tanınması… #KobaneİçinSokağa”, “Taleplerimiz nettir: Özsavunma dâhil Kobane halkının bütün ihtiyaçlarının sağlanması için Türkiye’den bir koridor… #KobaneİçinSokağa”, “Taleplerimiz nettir: Türkiye topraklarının IŞİD’e sağlanan her türlü desteğin derhâl kesilmesi… #KobaneİçinSokağa” çağrıları yapıldı.

Aynı gün, Eş Başkan saydıkları Selahattin Demirtaş ise Twitter hesabından, “Kobane’de durum son derece kritiktir. IŞİD saldırılarını ve AK Parti iktidarının Kobane’ye ambargo tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı hemen şimdi sokağa çıkmaya ve çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz” çağrısı tekrarlandı.

HDP ve Demirtaş’ın bu çağrısından sonra, 6 Ekim 2014’te, 37 il ve 70 ilçede başlayan terör olayları üç gün boyunca devam etti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise bu terör olaylarının Kobani meselesiyle ilgisi olmadığını, Türkiye’nin iç ve dış politikasının şekillendirilmeye çalışıldığını ama bu tür kışkırtıcı olaylarla karşılaşan Türkiye’nin dün olduğu gibi bugün de bu saldırıları bertaraf edeceğini açıklamıştı (“Bu Oyunun Hedefi Kadim Kardeşlik”, Sabah Gazetesi, 9 Ekim 2014).

Aralarında Sezgin Tanrıkulu’nun da bulunduğu üç CHP’li de HDP’nin sokak olayları çağrısına yaptıkları açıklamalar ile destek olmuştu.

6-8 Ekim 2014’te, üç gün boyunca Türkiye çapında yapılan terör eylemleri sonunda özellikle Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Mersin, Şanlıurfa ve Van gibi illerde devlet daireleri, AK Parti ve HÜDA-PAR binaları, okullar, resmî araçlar, Kemal Paşa büst ve heykelleri yakılmıştır.

Olaylar sonunda 737’si polise ait olmak üzere toplam bin 881 araç, 27 Kaymakamlık binası, 52 Emniyet binası, 28 okul, 73 siyâsî parti binası, 12 Belediye binası yakılıp yıkıldı, hasara uğratıldı.

Özellikle Doğu Anadolu illerinde, aralarında HÜDA-PAR’lıların olduğu çok sayıda vatandaş, “DEAŞ üyesi” oldukları gerekçesiyle katledildi.

Olaylar esnasında, Diyarbakır’da yoksul ailelere kurban eti dağıtan Yasin Börü (16), Yusuf Er (18), Hüseyin Dakak (19) ve Hasan Gökgöz (26) linç edilerek katledildikten sonra, cesetleri üzerinde halaylar çekildi, üzerlerinden araçlar geçirildi. Olayların ardından Diyarbakır, Batman, Mardin, Muş, Siirt ve Van’ın bazı ilçelerinde sokağa çıkma yasağı ilân edildi. Toplam 54 kişi hayatını kaybetti. 769 kişi yaralandı, 4 bin 291 kişi tutuklandı. Bunların bin 105’i tutuklu, diğerleri tutuksuz yargılandı (Anayasa Mahkemesi Kararı, Selahattin Demirtaş Başvurusu, 2016/25118, 21/12/2017).

Hukukun gelebildiği nokta!

Olaylardan sonra, başta Diyarbakır olmak üzere bazı illerde bu olayların sanıkları için dâvâlar açılmıştı. Zaten dört binden fazla kişinin tutuklanması, binden fazlasının tutuklu yargılamalarının yapılmış olması, bu olayların mahkeme konusu yapıldığını göstermektedir.

Ancak başka illerde sokak olaylarına karışmış olanların yargılanması, asıl bu sokak terörünü sevk ve idare eden HDP yöneticilerini sorumluluktan kurtarmaz. Sokak olayları doğrudan doğruya HDP MYK’sı ve Demirtaş’ın çağrıları ile başladığına göre, bütün ülkedeki olaylardan sorumlulukları vardır.

35 il ve 70 ilçede bu olayların patlak vermesi ve bazı il ve ilçelerde sokağa çıkma yasağını icap ettirecek ölçüde olayların büyümesinden, doğrudan sokak eylemi çağrısı yapanların sorumsuz sayılması mümkün değildir. Olayları sevk ve idareden sanık olanların haklarındaki dâvânın altı yıl sonra açılmış olması, bu dâvâyı siyâset ile sınırlandırabilir mi?

Dâvânın siyaset ile sınırlı olduğu iddiasını kanıtlayacak bir bilgiye kimse sahip değildir. Dâvâyı siyâset ile sınırlandırma çabası, sanıkları koruma ve dâvâyı örtbas etme çabasından başka ne olabilir? Dâvâ dosyasından sorumlu olanların görevlerini makul sürede bitirmemiş olması, sanıkları aklar mı? Yukarı da değinilen zararları, can kayıplarını ortadan kaldırır mı? Dâvânın siyâsî olduğu iddiası, aynı zamanda dâvâya bakanları korkutma ve sindirme amacı taşıyor olmalıdır.

Hiç kimsenin suç işleme ayrıcalığı olamaz! Herkes kanun önünde eşit olduğuna göre, herkesin, işlediği her türden suç için yargılanması hukukun ve adâletin icabıdır. Bu dâvâ için söylenebilecek kusur, hazırlık safhasının uzamasıdır. Yoksa dâvânın doğrudan kendisini gereksiz gören, siyâset icabı açıldığını iddia edenler, tümüyle sanıkları koruma ve kollama kaygısı içinde olmalıdırlar.

Kobani’deki PKK’lılara destek olma isteği ile Baykan ve Beşiri’de yakılan okulların, parti binalarının bir ilgisi olabilir mi? PKK’lı olmayan savunmasız, çâresiz insanların “DEAŞ üyesi” diye sokak ortasında linç edilmelerinin, yakılmalarının bir mazereti olabilir mi?

DEAŞ kuşatmasından dolayı zor durumda kalan PKK’lılar için Türkiye’den yardım isteği, en azından riyakârlık örneğidir. Düşman saydıkları, bunun için on binlerce görevlisini, vatandaşını katlettikleri bir ülkeden yardım beklemek, nasıl bir akılsızlık örneğidir?

Türkiye, kendisine, vatandaşlarına kırk yıldan beri düşmanlık eden, işgalcilerin bile yapmadıkları barbarlıkları yapan bir terör örgütüne yardım etmeyerek işin doğrusunu yapmıştır. Ancak Türkiye’nin Suriye’ye asker göndermek konusundaki tereddütleri gecikmesine, ABD’nin PKK’lılara alan tutturmasına, işgallerini genişletmesine ve dolayısı ile Türkiye’nin Suriye sahasında işinin zorlaşmasına yol açmıştır.

Suriye’de PKK işgallerinin genişlemesi, Suriyeli mültecilerin sayısını da arttırmıştır.

Ayn El-Arab bahanesi ile ülke çapındaki terör olaylarından sanık olan HDP/PKK’lıların yedisi milletvekilidir. Yargılanmaları ancak dokunulmazlıklarının kaldırılması ile mümkün olacaktır. Oysa TBMM’de bütün Cumhur İttifakı milletvekili sayısı (342 milletvekili) böyle bir karar için yeterli değildir. Dokunulmazlıkların kaldırılması için TBMM’de 400 milletvekilinin “Evet” oyu vermesi icap eder. Muhalefet partilerinin tutumu, bu sanıkların korunması ya da yargılanmasını mümkün kılacaktır. Milliyetçilik, “Kuvay-ı Milliye partisi olmak” gibi söylemleri sabah akşam tekrarlayan muhalefetin dokunulmazlıkların kaldırılmasına “Evet” demesi PKK ile yaptıkları ittifakın bozulmasına, “Hayır” demesi ise iddialarının yalnızca bir aldatma aracı olduğunu gösterecektir. Tabiî bu, Cumhur İttifakı’nın eleştirilerine karşı çâresiz kalmalarına sebep olacaktır.

Muhalefet elbette kendi yolunu seçecektir. Ancak muhalefet adına konuşanların “Demirtaş’ın ne suçu var?” demeleri ve onu cezaevinde ziyaret etmek için yarışmaları, sokak olaylarında linç edilen vatandaşların yaşama haklarına karşı muhalefet eliyle işlenmiş bir suçtur!

Demirtaş’ı ve partisinin MYK’sını kapsamayan her soruşturma eksik kalacaktı. “Kobani düşerse Ankara düşer” diyerek Türkiye’yi tehdit edenler, aslında bu 6-8 Ekim Kalkışması ile Ankara’yı düşürmeyi denemişlerdir. Elbette bu denemenin hukuk önünde bir karşılığı olacaktır. Gecikmiş de olsa, adâletin tahakkuku her şeyden önemlidir.

Terörün, toplu katliamın affı da, zaman aşımı da olamaz. Olmamalıdır. Bu sanıkları yargılayıp hak ettikleri cezâyı verecek olan mahkeme heyeti, sadece suçluları cezâlandırmış olmayacak, 6-8 Ekim 2014 olaylarının tekrarını da önleyecek ve siyâsî nedenlerle bu sanıklara arka çıkanların da tehditlerine boyun eğmeyerek adâletin kılıcını kuşanmanın hakkını vermiş olacaktır.