SURİYE’DE iç savaşın başlaması ile bütün
siyâsî dengeler değişmişti. Muhaliflerin hızla şehirleri ele geçirmesine bir
çâre olarak Suriye rejimi, Afrin, Ayn El-Arab ve Haseke’nin idaresini 2012’de
PKK’ya bırakmıştı.
Eylül 2014’te
DEAŞ, Ayn El-Arab’ı (PKK’lıların “Kobani” dedikleri şehri) kuşatmıştı. Bu
şehir, Şanlıurfa Suruç’un tam karşısı sayılacak bir yerdi. Şehri ellerinde
tutan PKK’lılar (Suriye’de kullandıkları adları ile YPG’liler) zor durumda
kalmışlardı. Şehrin kuşatılması ile yaklaşık 200 bin kişi oradan Türkiye’ye
sığınmıştı.
ABD Başkanı
Obama ve PKK’lıların beklentisi doğrudan Türkiye’nin, askerî kuvvetleri ile
PKK/YPG’nin yanında DEAŞ’a karşı savaşması ve PKK’lıların ihtiyacı olan askerî
malzemeyi onlara vermesiydi. (“Türkiye Ağır Silah Koridoru Açsın”, Radikal
Gazetesi, 27 Eylül 2014)
Zaten
Türkiye, Aralık 2012’den beri PKK’ya karşı adına “Çözüm Süreci” denilen, bir
çeşit barış siyâseti yürütmekteydi.
6-8 Ekim
2014’teki olaylar nasıl başlamıştı?
Buna
karşılık Türkiye, Suriye’ye asker gönderip göndermeme konusunda kararsızdı.
Muhalefetin “Orta Doğu/Suriye bataklıktır, Türkiye uzak kalmalıdır” telkinleri
vardı. DEAŞ bahanesiyle ABD’nin Türkiye’ye karşı Suriye’de bir oyun kurguladığı
görüşü yaygındı. FETÖ tarafından Hükûmet’e karşı, 17/25 Aralık 2013’te, adına “yolsuzluk”
dedikleri bir adlî darbe başlatılmıştı. Oradan beklenen sonuç alınamayınca, 19
Ocak 2014’te, MİT tarafından Suriye’ye gönderilen askerî malzeme yüklü tırlar Hatay’da
durdurulmuş, “Türkiye Hükûmeti DEAŞ’a askerî yardım gönderiyor” diye dünyaya
haber edilmişti. DEAŞ’a karşı PKK’ya silah yardımı yapmak ve onunla birlikte
bir çeşit ittifak ile DEAŞ’a karşı askerî bir mücadele içine girmek, Türkiye’nin
kolayca kabul edebileceği bir iş değildi.
ABD Başkanı
Obama’nın ısrarla “Suriye’ye (Ayn El-Arab’a) asker gönderin” telkinleri
(Abdülkadir Selvi, “Kobani Soruşturması Altı Yıl Sonra Neden Başladı?”,
Hürriyet, 6 Ekim 2020) ise muhtemelen Türk karar alıcıları tarafından “ABD’nin
bir oyunu” olarak görülmüştü.
Ancak
sonraki olaylar ile görülmüştür ki, o dönemde Hükûmet’in Suriye’ye asker
göndermeyişi, ABD’nin DEAŞ’ı bahane ederek PKK ile geniş bir alanda askerî
ittifak kurmasına ve PKK’nın askerî kolunu hayâl edilemeyecek ölçüde tahkim
etmesine zemin hazırlamıştır.
DEAŞ’ın Ayn
El-Arab kuşatması ile PKK zor durumda kalmıştır. Türkiye askeri yardım
yapmamıştır. Bunun üzerine PKK’nın TBMM’deki siyâsî uzantısı HDP, Türkiye’nin
DEAŞ’ı desteklediği propagandasını tekrarlamaya başlamış ve Ayn El-Arab’dan
alınan 200 bin kişilik mülteci yok sayılarak, “Türkiye Hükûmeti Kürt halkının DEAŞ eliyle katledilmesine yardım
ediyor” şeklindeki propagandasını yaygınlaştırmıştı.
Hâlbuki sivil
halk orada zaten kalmamıştı. “Kürt halkı” dedikleri, oradaki “PKK/YPG’liler”
idi (Murat Çiçek, “Türkiye’nin Kobani Politikası”, Star Gazetesi Açık Görüş, 31
Ocak 2015).
Türkiye ise
Ayn El-Arab’la sınırlı bir askerî operasyon yerine, hem Suriye, hem de Irak’ta
bütün terör örgütlerine karşı geniş kapsamlı ortak bir operasyon fikrini
savunmuştu. HDP yöneticileri, “Kobani
düşerse Ankara düşer, Ankara düşerse Kürt halkı kendi kaderini tayin eder”
gibi tehditlerini açıklıyorlardı.
HDP MYK’sı
adına 6 Ekim 2014’te, “Kobani direnişini desteklemek için Kürt halkı sokağa
çağrıldı”. Sonra “Eş Başkan” dedikleri Selahattin Demirtaş ile yine HDP MYK’sı
adına, “Kobani’de durum son derece
kritiktir. DEAŞ saldırılarını ve AK Parti iktidarının Kobani’ye ambargo
tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı sokağa çıkmaya ve sokağa çıkmış
olanlara destek vermeye çağırıyoruz” açıklaması yapıldı.
Parti MYK’sı
Twitter hesabından, “Taleplerimiz nettir: Rojova’nın kanton yönetimleri statüsü
tanınması… #KobaneİçinSokağa”, “Taleplerimiz nettir: Özsavunma dâhil Kobane
halkının bütün ihtiyaçlarının sağlanması için Türkiye’den bir koridor… #KobaneİçinSokağa”,
“Taleplerimiz nettir: Türkiye topraklarının IŞİD’e sağlanan her türlü desteğin
derhâl kesilmesi… #KobaneİçinSokağa” çağrıları yapıldı.
Aynı gün, Eş
Başkan saydıkları Selahattin Demirtaş ise Twitter hesabından, “Kobane’de durum
son derece kritiktir. IŞİD saldırılarını ve AK Parti iktidarının Kobane’ye
ambargo tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı hemen şimdi sokağa çıkmaya
ve çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz” çağrısı tekrarlandı.
HDP ve
Demirtaş’ın bu çağrısından sonra, 6 Ekim 2014’te, 37 il ve 70 ilçede başlayan
terör olayları üç gün boyunca devam etti.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan ise bu terör olaylarının Kobani meselesiyle ilgisi olmadığını,
Türkiye’nin iç ve dış politikasının şekillendirilmeye çalışıldığını ama bu tür
kışkırtıcı olaylarla karşılaşan Türkiye’nin dün olduğu gibi bugün de bu
saldırıları bertaraf edeceğini açıklamıştı (“Bu Oyunun Hedefi Kadim Kardeşlik”,
Sabah Gazetesi, 9 Ekim 2014).
Aralarında
Sezgin Tanrıkulu’nun da bulunduğu üç CHP’li de HDP’nin sokak olayları çağrısına
yaptıkları açıklamalar ile destek olmuştu.
6-8 Ekim
2014’te, üç gün boyunca Türkiye çapında yapılan terör eylemleri sonunda
özellikle Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, İzmir,
Mersin, Şanlıurfa ve Van gibi illerde devlet daireleri, AK Parti ve HÜDA-PAR
binaları, okullar, resmî araçlar, Kemal Paşa büst ve heykelleri yakılmıştır.
Olaylar
sonunda 737’si polise ait olmak üzere toplam bin 881 araç, 27 Kaymakamlık
binası, 52 Emniyet binası, 28 okul, 73 siyâsî parti binası, 12 Belediye binası
yakılıp yıkıldı, hasara uğratıldı.
Özellikle Doğu
Anadolu illerinde, aralarında HÜDA-PAR’lıların olduğu çok sayıda vatandaş, “DEAŞ
üyesi” oldukları gerekçesiyle katledildi.
Olaylar
esnasında, Diyarbakır’da yoksul ailelere kurban eti dağıtan Yasin Börü (16),
Yusuf Er (18), Hüseyin Dakak (19) ve Hasan Gökgöz (26) linç edilerek
katledildikten sonra, cesetleri üzerinde halaylar çekildi, üzerlerinden araçlar
geçirildi. Olayların ardından Diyarbakır, Batman, Mardin, Muş, Siirt ve Van’ın
bazı ilçelerinde sokağa çıkma yasağı ilân edildi. Toplam 54 kişi hayatını kaybetti.
769 kişi yaralandı, 4 bin 291 kişi tutuklandı. Bunların bin 105’i tutuklu,
diğerleri tutuksuz yargılandı (Anayasa Mahkemesi Kararı, Selahattin Demirtaş Başvurusu,
2016/25118, 21/12/2017).
Hukukun
gelebildiği nokta!
Olaylardan
sonra, başta Diyarbakır olmak üzere bazı illerde bu olayların sanıkları için
dâvâlar açılmıştı. Zaten dört binden fazla kişinin tutuklanması, binden
fazlasının tutuklu yargılamalarının yapılmış olması, bu olayların mahkeme
konusu yapıldığını göstermektedir.
Ancak başka
illerde sokak olaylarına karışmış olanların yargılanması, asıl bu sokak
terörünü sevk ve idare eden HDP yöneticilerini sorumluluktan kurtarmaz. Sokak
olayları doğrudan doğruya HDP MYK’sı ve Demirtaş’ın çağrıları ile başladığına
göre, bütün ülkedeki olaylardan sorumlulukları vardır.
35 il ve 70
ilçede bu olayların patlak vermesi ve bazı il ve ilçelerde sokağa çıkma
yasağını icap ettirecek ölçüde olayların büyümesinden, doğrudan sokak eylemi
çağrısı yapanların sorumsuz sayılması mümkün değildir. Olayları sevk ve
idareden sanık olanların haklarındaki dâvânın altı yıl sonra açılmış olması, bu
dâvâyı siyâset ile sınırlandırabilir mi?
Dâvânın
siyaset ile sınırlı olduğu iddiasını kanıtlayacak bir bilgiye kimse sahip
değildir. Dâvâyı siyâset ile sınırlandırma çabası, sanıkları koruma ve dâvâyı
örtbas etme çabasından başka ne olabilir? Dâvâ dosyasından sorumlu olanların
görevlerini makul sürede bitirmemiş olması, sanıkları aklar mı? Yukarı da
değinilen zararları, can kayıplarını ortadan kaldırır mı? Dâvânın siyâsî olduğu
iddiası, aynı zamanda dâvâya bakanları korkutma ve sindirme amacı taşıyor
olmalıdır.
Hiç kimsenin
suç işleme ayrıcalığı olamaz! Herkes kanun önünde eşit olduğuna göre, herkesin,
işlediği her türden suç için yargılanması hukukun ve adâletin icabıdır. Bu dâvâ
için söylenebilecek kusur, hazırlık safhasının uzamasıdır. Yoksa dâvânın
doğrudan kendisini gereksiz gören, siyâset icabı açıldığını iddia edenler,
tümüyle sanıkları koruma ve kollama kaygısı içinde olmalıdırlar.
Kobani’deki
PKK’lılara destek olma isteği ile Baykan ve Beşiri’de yakılan okulların, parti
binalarının bir ilgisi olabilir mi? PKK’lı olmayan savunmasız, çâresiz
insanların “DEAŞ üyesi” diye sokak ortasında linç edilmelerinin, yakılmalarının
bir mazereti olabilir mi?
DEAŞ
kuşatmasından dolayı zor durumda kalan PKK’lılar için Türkiye’den yardım isteği,
en azından riyakârlık örneğidir. Düşman saydıkları, bunun için on binlerce
görevlisini, vatandaşını katlettikleri bir ülkeden yardım beklemek, nasıl bir
akılsızlık örneğidir?
Türkiye,
kendisine, vatandaşlarına kırk yıldan beri düşmanlık eden, işgalcilerin bile yapmadıkları
barbarlıkları yapan bir terör örgütüne yardım etmeyerek işin doğrusunu
yapmıştır. Ancak Türkiye’nin Suriye’ye asker göndermek konusundaki tereddütleri
gecikmesine, ABD’nin PKK’lılara alan tutturmasına, işgallerini genişletmesine ve
dolayısı ile Türkiye’nin Suriye sahasında işinin zorlaşmasına yol açmıştır.
Suriye’de
PKK işgallerinin genişlemesi, Suriyeli mültecilerin sayısını da arttırmıştır.
Ayn El-Arab
bahanesi ile ülke çapındaki terör olaylarından sanık olan HDP/PKK’lıların yedisi
milletvekilidir. Yargılanmaları ancak dokunulmazlıklarının kaldırılması ile
mümkün olacaktır. Oysa TBMM’de bütün Cumhur İttifakı milletvekili sayısı (342
milletvekili) böyle bir karar için yeterli değildir. Dokunulmazlıkların
kaldırılması için TBMM’de 400 milletvekilinin “Evet” oyu vermesi icap eder.
Muhalefet partilerinin tutumu, bu sanıkların korunması ya da yargılanmasını
mümkün kılacaktır. Milliyetçilik, “Kuvay-ı Milliye partisi olmak” gibi söylemleri
sabah akşam tekrarlayan muhalefetin dokunulmazlıkların kaldırılmasına “Evet”
demesi PKK ile yaptıkları ittifakın bozulmasına, “Hayır” demesi ise
iddialarının yalnızca bir aldatma aracı olduğunu gösterecektir. Tabiî bu,
Cumhur İttifakı’nın eleştirilerine karşı çâresiz kalmalarına sebep olacaktır.
Muhalefet
elbette kendi yolunu seçecektir. Ancak muhalefet adına konuşanların
“Demirtaş’ın ne suçu var?” demeleri ve onu cezaevinde ziyaret etmek için
yarışmaları, sokak olaylarında linç edilen vatandaşların yaşama haklarına karşı
muhalefet eliyle işlenmiş bir suçtur!
Demirtaş’ı
ve partisinin MYK’sını kapsamayan her soruşturma eksik kalacaktı. “Kobani
düşerse Ankara düşer” diyerek Türkiye’yi tehdit edenler, aslında bu 6-8 Ekim Kalkışması
ile Ankara’yı düşürmeyi denemişlerdir. Elbette bu denemenin hukuk önünde bir
karşılığı olacaktır. Gecikmiş de olsa, adâletin tahakkuku her şeyden önemlidir.
Terörün,
toplu katliamın affı da, zaman aşımı da olamaz. Olmamalıdır. Bu sanıkları
yargılayıp hak ettikleri cezâyı verecek olan mahkeme heyeti, sadece suçluları
cezâlandırmış olmayacak, 6-8 Ekim 2014 olaylarının tekrarını da önleyecek ve
siyâsî nedenlerle bu sanıklara arka çıkanların da tehditlerine boyun eğmeyerek
adâletin kılıcını kuşanmanın hakkını vermiş olacaktır.