
ÖĞRETMENLİĞE geri döndükten sonra, okumaya meraklı ve ilme iştahlı
çocukları, örnek alabilecekleri âlimleri ziyarete götürmeyi hep düşünmüştüm.
Bunun için en ideal şahıs, hadis hocam, Mehmet Sait Hatipoğlu idi.
O, fakülte yıllarında en çok değer verdiğimiz, kendini
ilme vermiş ve alanında ciddi araştırmalarda bulunmuş bir hocaydı. Hatiboğlu,
aynı zamanda “şehirli bir Müslüman beyefendi” idi. (Şehirli Müslümanın ne demek
olduğunu belediyecilik yaptığım dönemde daha iyi anladım.)
Meselâ, hiçbir zaman tahtayı talebelere sildirmez, odasına
gelen her öğrenciyi kapıda karşılar ve yine kapıya kadar uğurlardı.
Hocamın Çankaya’da kayınpederinden kalma iki daire
üzerine kurulu bir apartmanın zemin katında, çalışmalarını seksen küsur yaşına
rağmen kitaplar arasında sürdürdüğü bir kütüphanesi var.
Birisi Suriyeli, dört öğrenciyi alarak hocayı ziyarete
gittik. Her zaman olduğu gibi bizi güler yüzüyle kapıda karşıladı, çalışma mekânına
davet etti. Çocukları oturmaları için kendi elleriyle düzelttiği sandalyelere
buyur etti. Hoca, çocuklar ile tek tek ilgilenip adlarını, soyadlarını,
memleketlerini ve hayâllerini sordu.
Kapıdan girer girmez zeminden tavana kadar uzanan
kitaplıkların hınca hınç ana kaynak sayılabilecek kitaplarla dolu olduğunu
görüyorsunuz. Hocamız bize bir saatini ayırma lûtfunda bulundu. Bir masanın
etrafında oturduk ve sohbete başladık.
Hatiboğlu onlara ilimden ve ilim erbâbının taşıması
gereken hasletlerden bahsetti. Babasından kendisine miras kalan kitapları ve
babasının kitapların kenarlarına yazmış olduğu notlarını gösterdi. Onun
kitapları eline alışındaki ve kitapların her bir satırına dikkatle bakışındaki hazzı
gördüğünüz zaman “ilim aşkı” denen şeyin ne olduğunu anlamakta zorlanmıyorsunuz.
Hoca, kitaplıklar arasında asılı bir levhadaki hattı
göstererek hadîs-i şerifin Arapça aslını okuyor ve tercüme ediyor: “İlimden
daha büyük bir rütbe yoktur.”
Ben bu yazıda, hocanın Süleyman Demirel ile ilgili olarak anlattığı şu hususu kayıt altına almanın tarihî bir görev olduğunu düşünüyorum.
Hocanın ağzından:
“Ben o zamanlar Diyanet’te müşavir olarak görevliydim Bir
gün beni çağırdılar ve dediler ki, ‘Süleyman Demirel bize şöyle resmî bir yazı
göndermiş: ‘Bugünkü hukuk ile İslâm hukuku arasındaki farklılıklar nelerdir?’,
bunu bize bildiriniz’.
Bana dediler ki, ‘Senden bu yazıya cevap olacak bir
çalışma istiyoruz’.
Ben de onlara dedim ki, ‘Ben bunu yaparım, lâkin kıvırmam,
doğru bildiğim neyse olduğu gibi yazarım. Sonra bana, ‘İdare ile aramızda
problem çıkardın’ demeyin’. Onlar da kabul ettiler.
Ben de ciddi bir inceleme yaparak ulaştığım sonuçları
yazdım. Hatırladığım ve aklımda kaldığı kadarıyla, ‘Kur’ân’da, ‘Hırsızın eli
kesilir’ hükmü vardır ama bugünkü hukukta hapis cezası verilir. İslâm hukukunda
sütkardeşler evlenemezler, lâkin medenî hukukta bunun bir mahsuru yoktur. İslâm
hukukunda iftiranın cezası 80, zinanın cezası 100 sopa vurmaktır ama modern
Türk hukukunda hapis cezası verilir’ gibi hususları belirten bir yazı yazdım ve
Diyanet’e teslim ettim.
Onlar sütkardeşle ilgili kısmı çıkararak geri kalan
kısımları aynen gönderdiler.
Bir iki hafta sonra Demirel’in televizyonda şöyle
dediğini duydum: ‘Kur’ân-ı Kerîm’in 6 bin küsur ayeti var. Bunlardan sadece 200-300
tanesi hukukla ilgili; bu hususlarda da medenî hukuka uysak ne olur, bundan ne
çıkar?’
Şaşırdım kaldım! Bunu nasıl bu kadar rahat ve pervasızca
söylüyordu? Sırf bu yüzden Süleyman Demirel'in cenaze namazına gitmek içimden
gelmedi.
Hatipoğlu hocamızın bu duyarlılığını, onu “Müslüman Oryantalist”
olmakla suçlayan zevatta da görebilseydik keşke.
Hâlbuki onların pek çoğunun hayatı, “Neden yapmayacağınız
şeyleri söylüyorsunuz?” ayetindeki gibidir. Sözleri başka, fiilleri başkadır.
Not: Âlim, ilmiyle âmil kişidir. Bilgisiyle amel etmeyenlere “malûmatfuruş” derler.