Siyasallaşma hareketi olarak Hicret

Kelimenin muhtevası ve dönemin şartları bakımından farklılıklar içerse de, günümüzde uluslararası bir sorun hâline gelen göç ve mülteci olayını çözümlemek için iltica edenlerin ve mültecilere ev sahipliği yapanların Hicret döneminde olduğu gibi karşılıklı olarak naif, akılcı ve hoşgörülü tutumlarını, ayrıca siyasetlerini örnek almak ve tarihin bu en önemli olayını yeniden okumak gerekmektedir.

ULUSAL ve uluslararası gündemin sıcak ve boğucu telâşında tefekkür edip kaleme bilenmek dahi isteksizleşiyor. Böylesi durumlarda en güzeli, tarihe dokunmak… Hele tarihin o en kutlu çağına…

Peygamber Efendimizin dönemine dokunmak, insana huzur veriyor kuşkusuz. O eşsiz dönemden okuma yapmak ve yaşanmışlıklardan bir şeyleri alıp günümüzü tefekkür etmek, zihni ve kalemi kuvvetlendiriyor. Bu makalemizde de gündemin o sıkıcı hâlet-i rûhiyesinden, başka bir ifadeyle tahliye edilen Brunson’dan, kayıp gazeteci Cemal Kaşıkçı’dan, yükselen dolardan, ekonomik krizden ve sair gelişmeden bir nebze de olsa sıyrılarak, Efendimize ve o dönemin politik gelişmelerine değinecek, bu bağlamda İslâm Medeniyeti’nin siyasal yapılanmasının başlangıcı olan “Hicret” olayını ele alacağız.

İslâm tarihinin en önemli olayı olarak nitelendirebileceğimiz Hicret’i ele almadan önce, “hicret” kelimesinin sözcük anlamı ile başlamak gerekiyor. En yalın anlamıyla hicret, “bir yerden bir başka yere göç etmek” demektir. Anlamı biraz özelleştirecek olursak, müminin gayr-i Müslim olan bir ülkeden İslâm topraklarına, başka bir deyişle Efendimiz (sav) ve ashabının Mekke’den Medîne’ye göç etmesidir.

Hicret olayı ile Medîne’ye gelen Resûlullah ve ashabı, siyaseten yeni bir mevzi kazanmıştır. Bir bakıma kendilerini muhafazaya alarak durumlarının ya da konumlarının güvenliğini sağlamaya çalışmışlardır.

Medîne’ye hicret ile gerek bireysel, gerekse toplumsal plânda sosyolojik olarak yeni bir düzenlemeye gidilmiştir. Medîne’deki hayat tarzı, ferdîliği aşarak toplumsal bir düzenlemeyi gerekli kılmıştır. İnandıkları ve kendilerine getirilmiş olan yeni inanç sistemi yani İslâm neyi öngörüyorsa, kayıtsız şartsız şekilde mutlak doğrular olarak kabul ile sosyal hayata tatbik edilmiştir. İslâm’ın emir ve yasakları, kişiselliğin ötesinde toplumun her alanını kapsadığı için, toplumsal bir örgütlenmeyi, dolayısıyla devletleşme sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda Hazreti Muhammed (sav) öncülüğünde gerçekleşen Hicret olayını sadece dinî bağlamda okumak eksik kalır. Çünkü Müslümanların Habeşistan’a hicreti, İslâm toplumu açısından siyasal ve sosyal sonuçlar doğurmuştur. Yani Hicret, İslâm toplumunun kurumsallaşması, siyâsî ve sosyal bağlamda dönüşüm ve değişim sürecinin başlangıcı olmuştur. Azınlık niteliğindeki bir toplumun devlet olma hâline geçişidir.

Bununla birlikte Hicret, İslâm Medeniyeti’nin Medîne şehrinde doğmasının da sebebi olmuştur. İslâm’ın müjdelenmesinden itibaren Mekke’de geçirilen sıkıntılı yıllar, hicret edilmesine yol açmıştır. Dolayısıyla yeni bir devlet ve medeniyetin kurulması sağlanmıştır. Hicret her ne kadar bir kaçış, terk ediş ve ayrılış gibi görülse de “yeniden doğuşun” adı olmuştur. Hicret, sadece gerçekleştiği dönem ile sınırlı kalmayıp, günümüze ve günümüz ötesine kadar insanlık tarihine dokunan yeni bir varoluştur.

Hicret, dokunduğu mekânları güzelleştirmeyi yani İslâmlaştırmayı amaçlamıştır. Öyle ki, kaosun hâkim olduğu Medîne şehri Hicret ile birlikte barışın, huzurun ve sükûnetin şehri olmuştur. Şehir âdeta yeni bir kimliğe bürünerek rahmet mekânı olmuştur. Sosyal bağlamda toplumda huzur, birlik ve beraberlik tesis edilirken, siyasal bağlamda da Medîne Anayasası oluşturularak yeni bir devletin temelleri atılmıştır.

Asırlar öncesinde nice zahmet ve zorluğa maruz kalınarak gerçekleştirilen Hicret ile İslâm Medeniyeti’nin temelleri atılmış olmasına karşın, günümüzde bu medeniyetin mensupları birlik ve beraberliklerini yitirmişlerdir. Hicret ruhu, günümüz Müslüman toplumların gönüllerinden göç edip gitmiştir. Bir ülkü, bir gaye olarak İslâm Medeniyeti’ni yeniden diriltmek, ancak Hicret olayında Efendimizin uyguladığı stratejiyi iyi analiz etmekten geçmektedir.

Ne kadar akıllıca ve ince bir politika ile İslâm Devleti’nin bekâ ve istikrârının sağlandığı görülecektir. Diğer taraftan, hicret edenlerin hicret ettikleri mekânı kaosa sebep olmadan, aksine yaşanılabilir kıldığını da görmekteyiz.

Nihayetinde kelimenin muhtevası ve dönemin şartları bakımından farklılıklar içerse de, günümüzde uluslararası bir sorun hâline gelen göç ve mülteci olayını çözümlemek için iltica edenlerin ve mültecilere ev sahipliği yapanların Hicret döneminde olduğu gibi karşılıklı olarak naif, akılcı ve hoşgörülü tutumlarını, ayrıca siyasetlerini örnek almak ve tarihin bu en önemli olayını yeniden okumak gerekmektedir.