İlişki
durumu: Bağımsız
KÜRESELLEŞME, çevrimiçi
(online) dünya, küresel endüstri, gelişmenin sosyolojisi ve modernliğin tanrı-insan
tasavvuru, özellikle siyâsî ve ekonomik açıdan “bağımsızlık” anlayışını ve
sınırlarını belirleyen gücünü korumaktadır. Çünkü “gelişmekte olan ülkeler”
sözlüğü, “dünyadan kopmak” suçlaması ve “entegrasyon, evrensellik, uyum”
sözleşmelerinin ördüğü politik ağlar, ülkelerin ve halkların “Ya istiklâl, ya
ölüm!” iradesini âdeta “Bağımsızlık, sürdürülebilir güçtür!” şeklinde tercüme
ederek yönetilecek bir kara propagandaya inandırmaktadır.
Oysa
istiklâl, özü itibariyle “güç” ile değil, “hak” ile ilişkili bir süreç, “hak,
hakikat, haklı olmak, hakkı(nı) korumak ve hakkı(nı) vermek” gibi edinimlerin
ördüğü bir “irade kültürü”dür. Kuşkusuz irade ve akıl (yürütmek) arasında bir
sebep-sonuç ilişkisi vardır.
İstiklâl,
özünde akıl yürütmek ve bir irade kültürü taşıdığından, eğitimden ekonomiye, siyâsetten
sanata, düşünceden estetiğe kadar tüm alanlarda “bilinçli ve sorumluluğu
öngörülen kararlar” toplamında sizi özgün, haklı ve kaim kılan “toplam iradeyi”
ve her alanda “akıl yürütme özgürlüğünü” betimler. Tam da burada son sözü
baştan söylemekte bir incelik var: “İstiklâl akıl, istikbâl ise toprak ile
ilişkilidir.”
Dolayısıyla
istikbâlin “vatan” kavramı ile etkileşimi dolaylı değil, doğrudandır. İstiklâlin
ise doğrudan ilişkisi, akıl-irade iledir.
İrade
ve aklına hâkim olmayanın ve akıl yürütmesi ile seçenek belirlemesi bağımlı
olan kimsenin/toplumun istiklâli olmaz. Her vatanı olanın da aynı zamanda
bağımsız olduğu söylenemez. Örneğin Kanada ayrı bir vatan, ancak bağımsız
değil. Çünkü Kanada, İngiltere’nin iradesine ve aklına mahkûm! Bugün Irak, Suriye,
Suudi Arabistan, Mısır birer vatan, ancak bağımsız değil.
İsteniyor
ki, Türkiye vatan kalsın ama bağımsız olmasın!
Örneğin
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından galip çıkan ülkelerin bir “Güç bende
artık!” kampanyası ile mağlûp ettikleri ülkeleri “butik, federatif ve ulus devletler”
formunda şekillendirmeleri ve mağlûp olan ülkelerdeki halkları da galiplerin
getirdiği sistemleri kabul ederek demokratikleşmeleri(!), bize bir gerçeği
hatırlatır: Bağımsızlığın toprağı
akıldır, sınırları çizilmiş coğrafyalar değil!
Osmanlı
sonrası ulus devletlerin hepsi birer vatan sahibi oldular. Ancak bağımsızlık
mücadeleleri hâlâ sürüyor. Bugün, ulus-devlet kuran Türkiye Cumhuriyeti’nin de
bağımsızlık mücadelesi sürüyor. Çünkü ekonomiden siyâsete, eğitimden sanata
kadar birçok alandaki bağımlılık ve kölelikten kurtulmak için çaba sarf ediyor.
Bugün
Orta Doğu’da ve hattâ Avrupa’da yaşayan kimi Kürtlerin, çoğunlukla “bağımsızlık”
kelimesinin tanımından “sınırları çizilmiş topraklar ve bu topraklarda
dalgalanan temsilî bayrak” şeklinde bir anlam çıkardığı ABD, İngiltere, Fransa
ve Rusya başta olmak üzere birçok güce teslim olarak hareket etmeleri, sadece
bir çelişki değil, aynı zamanda bağımsızlığın toprağı olan akılda yaşanan
verimsizlik ve krize de işaret etmektedir. Kaldı ki bu düşünceyle bazı örgütler
vatan peşindeler. Ancak bunu, bağımsızlık için hiçbir şey yapmadan, dünyanın diğer
güçlerinin onlara ikram etmesini bekliyorlar. Dünya da onları her defasında
vatan yemiyle oyalıyor ve akıllarını ve ruhlarını uşaklaştırıyor.
Osmanlı
sonrası Cumhuriyet’i kuran iradenin Cumhuriyet ilânıyla elde ettiği ilk aşama da
vatandır. Değilse, bu ilânla bağımsızlık tamamlanmış değildir. Üstelik vatan
kazanımı sonrası Cumhuriyet’in kurucu çevrelerinden bazılarının Batı galiplerine
“Batılılaşma projesi” ile gitmeleri sadece bir çelişki değildir. Bu, aynı
zamanda “Batı gibi değil, Batı kadar güçlü!” tuzağına düşmekten
kaynaklanmaktadır.
Peki,
“Bağımsızlığın ilânı siyâsî sistem açısından nerede ete kemiğe bürünür?” diye sorulacak
olursa, biz ne diyeceğiz?
Kuşkusuz
buna cevabımız, “meclis”tir. Kendi iradesi ile hareket edebilen, kendi akıl
yürütmelerine ve kararlarını uygulama gücüne sahip nitelikte elbette… Nitekim
galip devletler mağlûplara (kan ile bedel ödemek şartıyla) vatan vermek durumunda
kalırlar, ancak o vatanın meclisini esir alarak ve bağımlı kılıp kendilerine
benzeterek vatanın bağımsız olmasına izin vermezler.
Batı’daki
güçler, sömürmek istedikleri vatanların meclislerine kendileri gibi düşünen,
onlara benzer özel hayatları olan, kendileri ile birlikte hareket etmeyi
çağdaşlık belleyen insanları yerleştirmeyi önemserler. Batı’daki güçler,
sömürdükleri vatanlardaki meclislerin ne kadar sivil, demokratik ve modern olduğuna
kendileri karar vererek denetler ve gerekirse “balans ayarı” yaparlar.
Türkiye’nin yakın tarihi, bu zihniyetin uygulamalarıyla doludur.
Öyleyse
meclisi bağımsız olmayan bir vatanın “bağımlı istikbâl” içinde kalacağı aşikârdır.
Meclisin bağımsızlığı ise üç şeyin bütünleşik özgürleşmesi ile tamamlanır:
Temsil, kuvvetler ayrılığı ve demokratik iktidar…
Bir
vatan, sadece bir ırkın, dilin, kesimin ve/veya anlayışın temsil edildiği
yapıya sahipse, kuvvetler ayrılığı, kuvvetlerden birine endeksli şekil alıyor
ve halkın seçtiği iktidar başka yollarla terbiye edilmeye çalışılıyorsa, o
zaman o vatandaki meclis bağımsız değildir. Meclis bağımsız değilse eğer,
meclisin hükmettiği tüm politikalar, alanlar ve yönetmeler de bağımsız
değildir.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın beylik sözünü hatırlayalım: “Parlamenter sistemden başkanlık
sistemine geçiş, bir istikbâl ve istiklâl meselesidir!”
Muhalefetin
mizahî konuşmalara malzeme edilen çıkışları dışında dilinde dolaştırdığı tek
argümanın parlamenter sisteme geri dönüşü vaat etmek olduğunu görmek bir
tesadüf değildir. Ancak parlamenter sistem yüz yıldır bağımsız meclis çıkarmayı
başaramadıysa ve bu durum sistemin kendi iç dizaynından bile kaynaklanmıyorsa, sistemin
kendisi, galip devletlerin projesi olmasından ileri geliyor demektir. Öyleyse
sistemi değiştirme iradesi bile göstermek, başlı başına bir bağımsızlık
mesajıdır ve Türkiye, mesajını en net şekilde tüm adreslere kendi iradesiyle
ulaştırmıştır.
Ancak
seçim barajının kalkmadığı durumlarda temsil yürütme doğrudan yerel ile
paylaşılmadıkça, kuvvetler ayrılığı ve demokratik iktidar da her kesimle
korunmadıkça, bizzat demokrasi “bağımsızlaşamaz”. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet
Sistemi’nin kendi eksenine uyan ve iradenin yansıdığı Meclis’i iradenin
doğrudan aynası yapacak olurken Türkiye’yi 2023’e hazırlayacak olan uyum yasalarının
acilen çıkarılmaları gereklidir. Zira vatanımızı başkalarına karşı bağımsızlaştırmaktan
murâdımız, kendi içimizde başka bağımlılıklar oluşturmak değildir. Doğru ya,
böyle bir risk var mı?
Şehitlerimiz istikbâl yani vatan için canlarını veriyorlar. Neden? “İstiklâl için aklımızı yaşatalım” diye… Aklı ölmüş olanlarınsa şehitlerin arkasından gözyaşı dökmeleri sadece vatanı yaşatır, bağımsızlığımızı değil!