Siyasal İslâm nasıl çöktü?

Batılılar, İslâm ile siyasetin bir arada olmaması icap ettiği görüşünde çok ısrarlıdırlar. Özellikle bu ısrarlarını “lâiklik” adıyla İslâm dünyasında tedavüle sürmeyi çok önemsemektedirler. Onların gözünde İslâm ile siyasetin bir arada olması kabul edilebilir bir tutum, bir görüş değildir. Üstelik bu tutumun Müslümanların içinden de epeyce taraftarı bulunmaktadır. Bu esnada en çok kullandıkları terim, “Political İslam/Siyasal İslâm” yahut “Fundamentalizm” olmuştur.

İSLÂMÎ çevrelerin dilinde “Siyasal İslâm” diye bir kavram yoktur. Bu kavram, tümüyle Batılı Oryantalistlerin icat ederek tedavüle sürdüğü bir deyimdir. Çünkü “İslâm dünyasında” işgal ve sömürgeler yaygınlaştığında, Müslümanlar çâresiz bir duruma düştüklerinde, “Bu hâlimizle işgallere, yoksulluğa karşı koyamayız, İslâm’ın aslına dönmeliyiz ve aramızdaki ayrılıkları terk edip ittihat etmeliyiz” diye özetlenebilecek bir akım başladı. O akım, kendisini “İttihad-ı İslâm” (Müslüman Birliği) diye adlandırdı.

Batılı medya ve Oryantalist çevreler ise, kısa sürede bu İttihad-ı İslâm deyimini “Pan-İslâmizm” veya “İslâmizm” diye adlandırdı. Ancak yine İslâmî çevreler, bu Pan-İslâmizm/Pan-İslâm deyimini kullanmasalar da tepki göstermediler. Çünkü Pan-İslâmizm, “İslâm Birliği” ya da “İslâm Birliği taraftarlığı” gibi bir anlama geliyordu. Zaten her Müslümanın da böyle bir şeyi isteyeceği açıktır.

***

Batılılar, İslâm ile siyasetin bir arada olmaması icap ettiği görüşünde çok ısrarlıdırlar. Özellikle bu ısrarlarını “lâiklik” adıyla İslâm dünyasında tedavüle sürmeyi çok önemsemektedirler. Onların gözünde İslâm ile siyasetin bir arada olması kabul edilebilir bir tutum, bir görüş değildir. Üstelik bu tutumun Müslümanların içinden de epeyce taraftarı bulunmaktadır. Bu esnada en çok kullandıkları terim, “Political İslam/Siyasal İslâm” yahut “Fundamentalizm” olmuştur.

İslâm dünyasında süregelen bütün kötülükler için Siyasal İslâm dedikleri akımları sorumlu saydılar. Onlara göre İslâm ile siyaset ayrılmış ve lâiklik benimsenmiş olsaydı, ne iç savaşlar, ne işgaller, ne askerî darbeler, hattâ ne de yoksulluklar olacaktı. Çünkü lâiklik, onların gözünde bütün bu kötülüklerin panzehiri gibiydi.

Son dönemde tedavüle sürdükleri deyim ise “Cihadist İslâm”…

Batılıların içerideki tekrarcıları, bu deyimi daha çok “Cihatçı” diye kullanmaktadırlar. Uzak yakın bütün Avrupa ülkelerinden gelip Suriye’de, hatta Türkiye’de PKK’ya katılan yabancı komünistleri, İran’ın dünyanın dört bir yanından Irak-Suriye ve Yemen’e topladığı çeteleri, ABD ve Rusya’nın işgal birliklerini olağan ve meşru sayan Batı’ya ayarlı propaganda tekelleri, “Cihatçılar” ya da “yabancı savaşçılar” deyimini yalnızca Esad/Baas diktaörlüğüne karşı mücadele eden topluluklar için kullanmakta ısrar ediyorlar.

Irak, Suriye ve Yemen gibi ülkelerin harâbeye çevrilip milyonların katledilmesinden, işgalci ülkeler ABD, Rusya ve İran değil de yine bu ülkelerin kurguladıkları örgütler nedeniyle Siyasal İslâm sorumlu sayılmaktadır.

İslâm ile siyaseti birleşik sayan anlayış, Batılı Oryantalsitlerin gözünde potansiyel bir tehlikedir. “Terör” kavramı son yıllarda bu anlayışa tahsis edilmiştir. İslâm ülkelerindeki yıkım ve felâketlerden bu anlayış sorumlu tutulmaktadır.

***

Sömürgecilerin sözcüleri, teorik düzeyde linç etmeye çalıştıkları İslâm Birliği düşüncesini yalnızca dışarıdan sözlü telkinlerle engellemeye çalışmakla yetinmediler; özellikle iktidar ettikleri işbirlikçileri için bu düşünceyi daima “bir iç düşman” olarak hedef yaptılar. Müslüman toplulukların özgür iradesine rağmen Batılıların desteği ile İslâm ülkelerindeki iktidar sahipleri için İslâm Birliği düşüncesi, her zaman ve değişmeyen öncelikli düşmandır. Hatırlanmalıdır ki, yüz yıldan beri Türkiye’de “irtica” adıyla İslâm, öncelikli iç düşmandır ve bütün askerî darbelerin de gerekçesi yapılmıştır.

Aynı Batılı çevreler sıkça “Siyasal İslâm” dedikleri akımın iflâs ettiğini tekrarlıyorlar. 1992’de Cezayir halkının özgür iradesiyle iktidar ettiği İslâmî Selâmet Cephesi’ne karşı dünyada benzeri az görülen bir kanlı tasfiye hareketi başlatan Cezayir askerî diktatörlüğünün kitlesel katliamları devam ederken, Olivier Roy gibi Oryantalistler ise “Siyasal İslâm’ın iflas ettiğini” ilân ederek aslında isteklerini açığa vuruyorlar.

“Siyasal İslâm’ın İflâsı” adlı kitabında özetle Roy, “Siyasal İslâm’ın bir geleceği yok. Modern dünya ile ilgili alternatif bir medeniyet projeleri bulunmuyor. Dolayısıyla endişelenmeye de gerek yok. Geldikleri gibi giderler, biraz sabırlı olun, yeter” demişti. (Siyasal İslâm’ın İflâsı, Cüneyt Akalın, İstanbul 1992)

Ama otuz senenin sonunda geriye dönülüp bakıldığında, iflâs edenin aslında Roy ve müttefikleri olduğu görülecektir. Roy’un kitabından sonra benzeri içerikte olan kitapların iç piyasada çoğalması, ortak bir kampanyanın yürütüldüğünün reddedilemez işaretidir. 

Roy, Kuzey Afrika’daki etkisi nedeniyle olmalı ki, Cezayir ile birlikte ele aldığı Mısır’da Siyasal İslâm’ın varoşlarda varlık gösterdiğini, toplumun geneli tarafından kabul görmediğini bile iddia etmişti. “İslâm dünyası uzmanı” diye yere göğe sığdırılamayan, beş duyusunu da yalana ve sömürgeciliğe tahsis etmiş Roy, hangi İslâm ülkesi için her ne dedi ise, aksi olmuştur!

Mısır ve Tunus’ta iflâs ettiklerini söylemişti ama adı geçen ülkelerde, diktatörlüklere karşı verilen destansı mücadeleye İttihad-ı İslâmcılar öncülük ettikleri gibi, devrimden sonraki seçimleri de İttihad-ı İslâmcılar kazanmışlardı. “Bir seçimi kazanmaktan ne çıkar?” denilebilir. Ama bir seçimi kazanmak, onların halk desteğine sahip olduklarını ve varoşlarla sınırlı küçük gruplar olmadıklarını görmek ve anlamak isteyenlere göstermiş olmalıdır.

***

Türkiye gibi ülkelerde iktidara heveslenen ve bunun için parti kuran kimseler, iki konuda Batılıları tatmin etmeye özen gösterirler: İttihad-ı İslâm taraftarı olmadıklarını, Batı ile uyumlu çalışacaklarını… Ayrıca İttihad-ı İslâm’ın zaten çöktüğünü de vurgulamayı ihmâl etmezler.

Çöken bir akıma taraftar olmak, bir siyaset erbâbı için gerçekçi olmaz. Onlar için gerçekçilik, sadece kendilerini iktidara taşıyanlardır. Ancak olayın gerçekçi olmakla sınırlı olmadığı açıktır. Bu, aynı zamanda bir temenni olduğu kadar örtülü bir hedefe de işaret eder.

“İktidar gücü elime geçtiğinde Siyasal İslâm’ı çökerteceğim” demektir bu. Bunun teminatı gibidir. Siyasal İslâm’ın çökmesini bekleyen sömürgecilere, kendini ispatlama, kendini gösterme çabasıdır. Bir çeşit şirinlik gösterisidir.

Refah Partisi ve AK Parti, hiçbir zaman kendisini İslâmcı diye nitelendirmedi. Ama Batılıların gözünde bu iki parti hep İslâmcı olarak kaldı. Her seçim öncesinde ya da önemli bir toplumsal olayda İslâmcı akımın siyâsî karşılığı saydıkları bu partilerin “artık iflâs edip çöktüklerini” iddia ettiler. İddiaları her ne kadar boşa çıkmış olsa da tekrardan vazgeçmediler. Çünkü onların tekrarları, fiilî bir durumun aktarılması değil, doğrudan niyetlerinin/isteklerinin açığa vurulmasıdır.

***

Batılılar ayrıca, “Siyasal İslâm” dedikleri akımları demokrasi ve kadın hakları konusunda daima sorguya çekme hakkını kendilerinde görürlerken, buna karşılık Cezayir, Suudi Arabistan ve Suriye gibi kanlı diktatörlükleri Siyasal İslâmcılara karşı daima koruyup kollayan da Batılı çevrelerdir. Batılıların demokrasi vurgusu yalnızca bir aldatma ve uyutma aracıdır. Müslüman toplulukların karar verici olmalarını asla istemedikleri gibi, bunu bir tehdit aracı olarak görmektedirler.

Türkiye tarihinde görülmemiş bir şekilde kadınları okumaktan ve kamu kuruluşlarında çalışmaktan engelleyen askerî ve sivil darbeciler, daima Batılılar tarafından takdir edilip ödüllendirilmişlerdir. Demokrasi konusunda olduğu gibi kadın hakları meselesinde de daima ikiyüzlü davranmaktadırlar.

Oysa özgür bir akıl ve özgür bir vicdan, Türkiye’de halkı yüz yılı aşan bir zamandan beri cendere içinde tutan totaliter iradenin İslâm’a rağmen tesis edildiğini teslim eder. Bu halka bu kadar uzun zamandan beri revâ görülen zulümleri sorgulamak yerine Siyasal İslâm’ın çöktüğünü ilân ederek işe başlayanlar neyin peşindedirler? Onlar iktidarı Türk halkından önce Batılı sömürgecilerden istemektedirler. Onların onayından sonra nasıl olsa Türk halkının “ikna edileceği” takıntısı içindedirler.

Bu çevreler Türk halkının iradesini bir çeşit noterlik saymaktadır. Kararın Batılı sömürgeciler tarafından verildiği, önemli olanın karar vericiler olduğu, seçmenin medya etkisiyle nasıl olsa etkilenip yönlendirileceği takıntısı içindedirler. Oysa AK Parti, 2002 ve 2007 seçimlerini medyaya rağmen kazanmıştı. Medyayı her şeye kadir bilmek, bir idrak sorunu yaşamak demektir. Türkiye’de seçmeni de bu kadar etkisiz güdük bilmek, Türkiye tarihinden de cahil olmak demektir.

Unutulmasın ki, sermaye, medya gücüne ve dış desteğine rağmen Kemalizm’in partisi hiçbir seçimi kazanmamıştır. Bu yüzden Kemalizm’in gözünde Türk seçmeni daima “cahil çoğunluk” olarak kalmıştır.