ÇOCUKLUĞUM… 60’lı yıllar...
Hatırladığım en acı olay, 27 Mayıs Darbesi idi. Ondan önceki Ankara Ulus semâlarında
çarpışıp insanların üzerine düşen uçak kazası ve sonraki büyük sel felâketi
bile bu kadar acıtmamıştı canımı…
Babacığımın
hıçkırıklarla sarsılarak dinlediği haberler, Yassıada Duruşmaları… Yapılan
açıklamalara çıldıran babamın gerginliği hepimizi etkiliyor, bir tas çorbamızı
zar zor içebiliyorduk. Çocuktum ama büyüklerim kadar etkileniyordum.
Kardeşlerim de tabiî... Bunları neden mi yazıyorum?
Şimdiki
çocuklara, hattâ gençlere bakıyorum da, hiçbir şey etkilemiyor onları. Dünya
yansa bir tutam otları yanmaz durumdalar. Savaşmış, depremmiş, selmiş,
terörmüş, yoksullukmuş, virüsmüş, hiç ama hiçbir şeyden etkilenmiyorlar. Bunlarla
ilgilenenler o kadar az ki! Bırakın bunları, bu ülkeyi yönetenlerden
bîhaberler. Devlet Başkanımızın kim olduğunu, hangi bakanlığın ne iş yaptığını,
içeride ve dışarıda neler olduğunu bildikleri yok. Sorunca, “Bana ne!” diyorlar
ya, en acısı da o!
Oysa
bizim, izlediğimiz siyah beyaz filmlere bile hüngür hüngür ağladığımız günler
vardı. Komedi filmlerinde güler, acıklı filmlerde ağlardık. Siyah beyaz ama çok
anlamlı filmlerdi onlar. Ertesi gün siyah önlük ve beyaz yakalarımızla okula
gittiğimizde akşam izlediğimiz filmleri arkadaşlarımıza anlatmak için
teneffüsleri iple çekerdik. En çok da benim anlatmamı isterdi kızlar, “Seyretmiş
gibi olduk” derlerdi.
Bazı
arkadaşlarımız yazlık sinemaya gidemezlerdi. Bazılarının anne babaları istemez,
bazılarının parası olmazdı. Benim annem, babama rağmen ne yapar eder, bir
yolunu bulup haftada iki kere değişen filmleri hiç kaçırmadan takip ederdi. Biz
de o dönemin insanları olarak varlıklı değildik ama anacığım sinema parasını
mutfak harcamasından, yol parasından, tren ile Etimesgut’tan Atatürk Orman
Çiftliği’ndeki iş yerine giderken ördüğü dantellerden kazandığı paradan bir
şekilde ayarlardı. Çalıştığı için babacığım da fazla müdahale edemezdi. Yorucu
bir işi vardı, evde de dört çocuğun hizmeti, ev işleri derken, yorgunluğunu o
sinemadaki bir yahut bir buçuk saatte atar diye düşünürdü.
Bizleri her filme göndermezdi babam. Kendisi de hiç gitmezdi. Komşu hanımları ile annem hep birlikte gider, babalar da bir evde toplanıp pişti oynarlardı. Tavla, kumar gibi oyunları bilmezlerdi. Ailece oturmalarda da tombala, yüzük saklama ve bir de okul çağında olanlar isim şehir oyunları oynanırdı. Bizlere uygun olmadığı düşünülen filmler olduğunda babalarımızın yanında bizler de kendimize uygun oyunlar oynardık. “İlle biz de geleceğiz” diyemezdik. Şimdi öyle mi? O “Uygun değil” dedikleri filmler şimdi evin başköşesinde 24 saat oynayan dizi ve programların yanında ne kadar da masumlar meğer.
Anneler
babalar başka odada, çocuklar başka odalarda neler izliyor, nelerden
etkileniyorlar? Haberleri yok ebeveynlerin. Ve ruhsal bunalımda, hiçbir şeyden
haberi olmayan, doyumsuz ve mutsuz bir gençlik oluştu. Şimdi bir bizim siyah
beyaz günlerimizi, bir de bugünkü renkli hayatları düşündüm ister istemez. Âdem
Sevgi hocamın dediği gibi, hayatlarımız renkli oldu ama bir o kadar da kirlendi.
Evlatlar ayrı, babalar ayrı, anneler ayrı dünyalarda yaşıyorlar günümüzde.
Babalar daha çok kazanmanın, ev, araba, arsa almanın, anneler moda yarışında
önde olmanın derdindeler. Tatil plânları çok önemli, olmazsa olmazlardan. Borç gırtlakta
da olsa şart tatil. Çocuklar yoktan asla anlamıyorlar. İlkokulda olanların
ellerinde 3-5 bin liralık telefonlar... Kılık kıyafette markalar akla zarar
fiyatlarda… Nerede önlük, palto, ayakkabı alınırken “Seneye de giyersin”
diyecek?
Bu,
kıyâmetlerin koptuğunun resmidir. Bayramlarda dikilen, kış ise pazen, yaz ise
basma elbiselerimizi bütün sene giyerdik ama sadece gezmeye giderken. Çünkü bir
bayram daha geçirmek için temiz giymek zorunda hissederdik kendimizi. Tahta
okul çantalarımıza, ayakkabılarımıza bir şey olmasın diye gözümüz gibi bakardık.
Bizlerden
sonra gelen 70’li, 80’li yılların çocuklarına gelince, onlar da tatil
bilmezlerdi. Yine yoktan anlarlardı bizler kadar olmasa da. Cep telefonları,
bilgisayarları, tabletleri yoktu. Sadece televizyon vardı. Onu da bizim izin
verdiğimiz saatlerde izleyebilirlerdi. Babaannelerimiz, anneannelerimiz,
dedelerimizle hep beraberdik çoğu zaman. Kitap okurlar, sokakta komşu çocukları
ile oynarlardı. Hava kararıncaya kadar sokakta kalabilirlerdi. Akşam olunca hep
birlikte toplanılır, yemek birlikte yenirdi. Yatıncaya kadar sohbet edilirdi. Okuldan
geldiklerinde ne yaptıklarını uzun uzun anlatırlardı. İki erkek çocuğum o
yıllarda büyüdü. Mutlu çocuklardı. Bir ayakkabı, bir pantolon, bir kazak
alınınca mutluluklarını nasıl anlatacaklarını bilemezlerdi. Şimdiki çocukları
hiçbir şeyle mutlu etmek mümkün değil. Aile içi iletişimse yok denecek kadar
az. Dindar ailelerin çocuklarına bakıyorum, gördüklerime, duyduklarıma
inanamıyorum. Ehl-i dünya ailelerse hepten bitik. Anne babalarla dünyaları
apayrı…
Bu
düşündüklerimi sadece burada yazmakla yetiniyorum. Sanmayın ki sevgili dostlar,
torunlarıma bunları söyleyebiliyorum. Sadece üzülerek duâ etmek geliyor
elimden. Onları asla suçlamıyorum, çünkü bugünleri, bu durumları yaşamak
onların suçu değil. Toplum böyle oldu ya da olduruldu. Kitap okumak yok. Çocuk
klâsiklerini almıştım meselâ torunlarıma, kapaklarını dahi açmadılar. Çünkü
vakitleri yok. Benim hiç bilmediğim bir film kanalı olan dijital plâtformları,
internette oynadıkları oyunları öğrenince merak edip bakmak istedim, aman
Allah’ım! Genç dimağları nasıl da zehirleyen şeyler!
O
kadar geriliyorlar ki en ufak bir söz söylenince, sinir krizleri
geçirebiliyorlar. Bir arkadaşımın kız torununa sordum “Polyanna okudun mu?”
diye. “O ne?” dedi. Biraz anlattım. “Aman Güzin babaanne” dedi, “O ne saçma şey
öyle!”. Verecek cevap bulamadım.
Ne
millî, ne dinî bayram bir şey ifade ediyor onlar için. Çünkü bayram demek,
tatil demek artık. Büyük ziyaretleri, bayram yemekleri, bayram sabahı
kahvaltıları yok artık. Otellerde, tatil köylerinde geçirilen bayramlardan ne
anlasın ki bu çocuklar?
Ve
Korona… Hepten bitirdi dostluk ve akrabalıkları. Özellikle babaannelikleri... O
hâle gelmiştik ki, evlere misafir gelecek diye gerim gerim geriliyor, “Dışarıda
buluşalım” deniliyordu. Kahvaltılar dışarıda, akşam yemekleri dışarıda, günler
ve arkadaş buluşmaları dışarıda… Misafir ağırlamaktan köşe bucak kaçan aileler,
çocuklarına karşılıksız dostluğu, akrabalığı, arkadaşlığı nasıl anlatsınlar ki?
Şimdi hepsi bitti! Evlât anne babasına, ana baba evlâdına hasret günler boyu.
Camiler
cemaatsiz, vakıflar ve dernekler bitti. İnsanlar birbirlerinden önceleri
sebepsiz kaçıyorlardı, şimdi mecburen. Umarım bugünler geçtikten sonra hatâlarımızın
farkına varmış oluruz da bir daha aynılarını yapmaz ve o masum yavrularımıza
bunları anlatabiliriz.