KÂİNAT belli bir ölçü, denge ve nizam üzerine yaratılıp, belirlenen işleyiş dairesinde döngüsünü sürdürüyor. Uzayda sayısız galaksi mevcut ve her galaksi, içindeki muazzam sistem, gezegen, yıldız, deniz ve karaların oransal dağılımı, ekolojik dengenin devamı için zerre miktarınca olan böceklerden endemik bitki örtüsüne kadar yine belirlenmiş ölçü, denge ve nizamın kaidelerince var edilmiş durumda.
Bu düzen içerisindeki her canlı kendisine kodlanmış fıtratın gereğiyle devamlılığını sürdürürken, kâinatın işleyişi için verilen görevi de yerine getirmiş olur. Hayvanların avlanma eylemi, bitki örtüsünün çeşitliliği, gece/gündüz ve dört mevsimin periyodu daima bir ölçü içerisinde nizamın muhafazası için tekerrür eder.
Kâinatta fizikî nizamın sürekliliği kadar içtimaî düzenin işlemesi de hayatî ehemmiyete sahiptir. Birbiriyle entegrasyon içerisinde olan ve birbirlerini müspet ya da menfi olarak etkileyen bu bağdaşık sisteme “El-Hayy” İsm-i Şerifi ile hayat veren Yaratıcı, düzenin en yetkin varlığı olarak “eşref-i mahlûkat” dediğimiz insanı tayin etmiştir.
İnsan, âlemi anlayan, anlamlandıran ve yorumlayan en donanımlı canlı olma vasfıyla dünya üzerindeki tasarrufunu çeşitli alanlarda kullanıp devletleşerek ve medeniyetler inşâ ederek toplumsal düzeni dizayn eder. Fakat bu tasarruf hakkı sınırsız ve kuralsız olmayıp bunun belli kaidelere tâbi olması gerektiği bizlere İlâhî Vahiy aracılığıyla bildirilmiştir. Hayatı bu perspektiften ele alan ve yorumlayan bireyler, toplumlar ve devletler hem kâinatın muazzam muvazenesine, hem de toplumun erdemler çerçevesinde yapılanarak gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.
“Kadın” ve “erkek” olarak var edilen, fizikî ve ruhî mânâda farklı kodlarla donatılan insan, davranış modelleri ve mesuliyetleri noktasında da ayrışır. Toplumu inşâ eden insan önce Yaratıcı’nın belirlediği emir ve yasaklar etrafında ana gövdeyi oluşturur, akabinde ise kendisinde olan farklılıklardan neşet eden meziyet ve kabiliyetlerin icrasıyla o gövdeyi büyütür. Bunun yanında İlâhî kaidelere aykırı olmayan, “töre” dediğimiz, mühim kıymetler barındırarak yüzyıllara dayanan hayat deneyimlerinden de beslenerek yol alır.
Son bir asırdan fazla zamandır toplumdaki rol dağılımı epeyce değişime uğramış, bu durum psikolojik ve biyolojik farklılıkları kadın ve erkeği “eşitleme” mücadelesine girenlere biteviye mani olmuştur. Hararetli ve hiç bitmeyen “Kadın ve ...” başlıklı nice mevzu, ailede ve toplumdaki yeri/konumu keskin hatlarla belli olan kadını bitmeyen, hatta bir sonuca bağlanamayan tartışmalarla daima gündemde tutmayı tercih etmiştir. Bu yaklaşım, konunun “neden ve niçinlerine” dikkat kesilenler için çok da sıradan olmamalıdır. Bu husus üzerine birkaç kelâm ediyor olmam ise ihtiyaç dairesinde görüyor olduğumdandır.
İçtimaî hayatın düzenlenmesi ve işlemesi noktasında kadın, belirleyici güç olarak tüm zaman dilimlerinde üzerine düşen sorumlulukları ziyadesiyle yerine getirmiştir. Gerek Batı, gerekse Doğu toplumlarında ev hayatının tüm sorumluluklarının yanı sıra dış dünyada tarımda veya hayvancılık alanında da etkin bir rol üstlenmiş, üretimde daima pay sahibi olmuştur.
Zamanın akışıyla değişen ve evrilen dünya düzeni ve sanayi toplumunun oluşumu, kadının statüsü konusunda mühim değişmeleri ve tartışmaları da beraberinde getirdi. Sanki bütün yenilikler ve dünyanın başkalaşan çehresi kadın merkezli, onun adına belirlenen eksikler ve yine onun adına tasarlanan ihtiyaçlar üzerinden kurgulanıyordu. En vahim olanı ise, yaşamın tüm yüklerini omuzlayan kadına sanayileşmeyle beraber unvanlar aranmaya başlanmasıydı.
Asırlarca üretimin çarkını evinde, tarlasında, bahçesinde çeviren kadın için son kanaat artık “tüketici” olduğu yönünde netleşiyordu. Kadını tüketici olarak gören sistem, ona yönelik oluşturduğu büyük pazarı “kendi önemini hissetmek, varlığının kabul görmesi” gibi mecburiyet algısı üzerinden bir misyon yüklüyor, hem de çarkın dişlilerini onun alım gücünü kullanarak çeviriyordu.
Üzerindeki tüm zırhlar zaman içinde düşecekti kadının. Ve silkeledikçe savunmasız, tehlikelere açık hâle gelmesi artık an meselesi olacaktı. Yeni dünya düzeninin devamlılığı için nesnel ihtiyaç düzeyine indirilen kadının aile, din ve kültür ile zayıflatılan bağlarına karşılık birey olarak “güçlenmek” gibi kuvvetli, dahası cezbedici bir teklifle gitmek, kârlı bir takastı. Hatta kurgulanan “ev kadını” tanımlaması ile içtimaî düzende kadını listenin en sonuna yerleştirmek, özel alan olan “ev”in mahiyetini de adım adım nötrlüyordu.
Fabrikalaşmanın yaygınlaşması kentleşmenin hızını arttırırken, bu değişim insanın statüsünü, özellikle de kadının sınıflandırılmasını dayatıyordu bir bakıma. “Burjuva” kesimin oluşması “modern kadın” prototiplerini doğuruyor ve ne acıdır ki, kadın adına “değer” üst başlığından tartışmaya açık bir alan oluşturuluyordu. “Değer” ne demekti? Kadın kendisine atfedilen bu değeri kimden bekliyordu? Bu sorulara ilâve edilebilecek birçok madde olmasına rağmen reel olan “kadının neden böyle bir tartışmaya konu olduğu” merakı, çok daha giderilmeye muhtaç bir sorumluluktu.
Kapital sistemin topluma dayattıklarıyla hayatın temel dinamiklerini öteleyerek yerine yeni “en”ler ikâme etmek yegâne amaç olmasa da bunun öncelikli olduğu çok kesindi. Merkeze alınan kadın “en” güzel, “en” güçlü, “en” özgür olmak konusunda gereğinden fazla teşvik görmeye başladı. Kendisine sunulan “en”lerin zemini ise reddetmek üzerinden kuvvet bulmalıydı. “Güç” denilen o muazzam ego, temelinde gizli bir savaşın meydanına çağırıyor gibiydi. Her savaş ise neticesinde mutlaka bir yara izi bırakacaktı ardında.
Çarkı dönen düzen, kadına birtakım kavramlar armağan ederek karşılığında metalaştırmanın janjanlı kartlarını ortaya koydu. “Özgür kadın”ın bedeni bahis konusu edildi önce. Düşünmek ve üretmek, aidiyetini ve kutsallarını bilmek devamında aktarımı da getireceği için bambaşka meşguliyetler lâzımdı düzene. Oysa “özgürlük” dediğimiz kavram bir başka erkin dikte ettiklerinden, ona ait olanlardan sıyrılarak kendi aidiyetlerine sahip çıkmaktan ve yaşatma mücadelesinden kazanılan bir haktı. Nezaket, zarafet ve letafetin membaı olan bu narin canlının lisanı, adâbı ve merhameti her gün biraz daha törpülendi. “Kadının değeri” tartışması, beraberinde bazı düşünce akımlarını radikal söylem ve eylemler üzerinden besliyor, bu hususta harcanan eforsa fıtratın deformasyonunu başlatıyordu.
18’inci yüzyılda Batı’da imâl edilmiş ve kadının sosyal, siyasal ve çalışma hayatındaki haklarını savunmak amacıyla doğan “feminizm”, zaman içinde kadın ve erkek arasındaki eşitlik ilkesine dayandırıldı. Batı’nın elbette buna ihtiyacı olabilirdi. (Hatta Batı’nın sadece kadın değil, insanlık adına temel hak ve hürriyetler konusunda kapsayıcı ve istisnasız uygulamalı reformlara muhtaçlığından da söz edebiliriz.)
Erkekle arasındaki tek farkın doğurganlık yetisi olduğunu savunan feminizm akımı, zamanla iki cinsi yarıştırmanın yanı sıra çatıştırarak çok farklı sahalara doğru form değiştirmeye başladı. Oysa bir ölçü ve denge üzerine yaratılan her “şey” gibi kadın ve erkeğin beraberliğinden oluşacak denge, nizamın muhafazasını emredilen ölçü dairesinde sağlamakta aktif güç olacaktır.