
HERKES
yolcu; kimi erken, kimi geç… Sürgün yeri yeryüzü… Siyah beyaz bir resmin
çerçevesinden fırlamış gibi hayat; yer yer sararmış, rengi yok, sanki aylardan
sonbahar, ağaçların yaprakları düşüyor birer birer dönerek ve yeşile veda dansı
ederek.
İçi titreten bir soğuk gelip
oturuyor yeryüzünün tüm varlığına. Bir sis kaplıyor genzi yakan, güneşi kapatan.
Sonra telaşlı iki ayak yürüyor kaldırımlar boyu, bir şeyleri yakalama ya da bir
şeylerden kaçma çabası içinde. Arkasından bir el, işaret parmağını sallayarak
tehditler savuruyor.
Karanlık birazdan dünyayı
kaplar, gece kapıda bekliyor eli tokmakta. Bir kedi, arabanın altına sinmiş,
kırk kat büzülmüş soğuktan, korkudan. Çocuklar dahi yorgun ve bıkkın, oynamadan,
sokağın ortasında öylece duruyorlar gökten üzerlerine düşen yapraklara
aldırmadan. Mahallenin delisi omuzlarını silkerek aynı nakaratları tekrar
ediyor ağlamaklı: “Gitme! Gitme! Gitme!”
Sokağın bitişine kadar
arkasından koşuyor hırsla, sonra donmuş gibi birden duruyor yolun tam ortasında.
Bir çığlık: “Gitme! Gitme!”
Genç olanlar gençliklerini
kovalama çabasında; öteki, elinden uçan ömür kuşunu yakalama hayali ile el
sallıyor balkondan, gidenlerin ardından.
Deliye her şey malum, çeşmeyi
yumrukluyor: “Niye aldın?” Gönül gözü kör olanlar kızıyor: “Çeşmenin suçu ne? O
evinde öldü!”
Göç katarı yine yorgun
kalkıyor dünya kervansarayından ahiret durağına doğru. Yeni eklenenlerin ad ve
numaraları sayılıyor; kollarında künyeleri bağlı, boyunlarında amelleri. Yırtık
çarık ve çatlak topukla çöller aşılıyor. Dağlar geçiliyor, arkada kalıyor tüm
sevilenler. Çığlıkları duyuluyor: “Gitme! Gitme!”
Ne çare, arkana dahi bakmak
yasak! Güneş kayıyor guruba; alacakaranlık, yüzler artık seçilmiyor, fark
etmiyor çehreler. Herkes artık bir, baş bir ayak, düşünce dahi evde kalmış. Son
yaprak düşüyor dalından… Fırtına, kar habercisi… Mahalle suskun, mahalle sakin…
Düşen karla kapanıyor bir bir
pencereler. Kapılar kilitleniyor, deli üşüyor… Artık onu kollayan kimse yok.
Sabah giden katara yetişmek için ağacın yaprakları bitmiş dalına kendini
sallandırıyor. Karlar, delinin donmuş yüzünü kapatmaya başlamış. Mahalleli
sabah bulunca karı temizliyor, yüzünde bir tebessüm… Acı ile karışık takılıp
kalmış dudaklarına müstehzi bir gülücük…
“Yetişti” diyorlar, “Yetişti
ona, birlikte giderler artık”…
Hayat ellerimde bükülüyor,
kuru yapraklar gibi kırılıyor, sis yoğunlaşıyor. Göğe yapışmış çığlıkların
ürperten tınısı yayılıyor buluttan buluta ve böylece renk kalmıyor bundan
sonraki hayatın penceresi açık manzarasında. Yorgun ve yılgın hayatlar aynı
nakaratı tekrar için dönüyorlar kendi küçük dünyalarına. Bekliyorlar kendi
sıralarının gelmesini, isimlerinin anılmasını ve sessizce giriyorlar
sıralarına.
Yeryüzünde sürekli sevkiyat
var. Sisli akşamlar veya güneşli sabahlar fark etmez, vaat edilmiş saati
beklerler. Kürek mahkûmu olmak yok, gidiş sessiz, müeyyide belirsiz. Zayiat hep
aynı… Harp yok, tatbikat yok, sadece dünya ve ukba arasında ruh sevkiyatı…