OSMANLI,
tarih boyunca 192 savaş yapmış. 155’ini kazanmış, 11 savaşta yenişememiş. Kim
gâlip, kim mağlûp, belli değil. “Çok gollü beraberlik” diyelim. Zira iki taraftan
da pek çok can kaybı varken görmezden gelemeyiz.
26 savaşı ise kaybetmiş.
İşte bu 26 savaş, koskoca devletin bitişine sebep!
Toplam savaşlar içinde kaybedilenlerin oranı, sadece yüzde
13,5 civarı… Ne kadar da az!
Lâkin bu hesap, muhasebe mantığıyla yapılmaz. On savaşta
kazandığını bir tek savaşta elden çıkarmak zorunda kalırsan, netîcede çöküş
mukadder.
Kazanılmış 155 savaş, kaybedilmiş 26 savaştan çok fazla; o
hâlde “Çökmemeli” diyemeyiz.
Öyle ki, bir devlet, girdiği bütün savaşları kazanabilir; sadece
sonuncuyu kaybetmesi, her şeyin sonu anlamına gelebilir. Târihte bunun da
örneği var.
Kâğıt üstünde biz Türkiye Cumhuriyeti olarak, İstiklâl
Harbi’nden bu yana savaş yapmadık.
İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kaldık. Birincisinde
kaybedişimiz, Cumhuriyet’ten önceydi. Kıbrıs’a çıkarma yaptık. Adı da “Barış
Harekâtı” idi zaten. Son kırk yıldır da terörle mücâdele ediyoruz.
Kâğıt üstünde böyle görünüyor.
Fakat gerçek ne kadar göründüğü gibi?
Adı “Barış Harekâtı” olsa da Kıbrıs’taki tam anlamıyla savaştı.
1950-53 arasında Kore’de çatır çatır savaştık. Şehitler
verdik, gâzilerimiz yaralı döndüler.
Kırk yıldır da terör sebebiyle savaşıyoruz. Adı “terörle mücâdele”…
Yine binlerce şehidimiz, on binlerce gâzimiz var.
Bir yerde can kaybı varsa, ortadaki savaştır. İsterlerse,
adına “festival” desinler.
Yıllarca yurtiçinde sürdü o mücâdele, sonra sınır ötesine
taştı. Irak’a, Suriye’ye…
Terör örgütleri değişik isimlerle, değişik kimliklerle, kimi
zaman makyaj yaparak karşımıza çıktılar. Örgüt isimlerinin kısaltmalarını alt
alta yazacak olursak (yan yana da olur, fark etmez) alfabede kullanılmadık harf
kalmadığını görürüz.
Bugün de oralarda çatışma devam ediyor.
Libya, aynı şekilde…
Akdeniz sıcak, sular ısındı, her an kaynama noktasına
erebilir.
Ermenistan’ın otuz yıldır işgal altında tuttuğu topraklar,
nihâyet “azatlığa” kavuşma fırsatı yakaladı.
Umûmî arzu üzerine ateşkes ilân edilmesine rağmen, Ermenistan
saldırılara devam ediyor. Üstelik cephe hattına değil, sivil bölgelere.
Oradaki savaşın da asıl hedefi “Türkiye”!
Kıbrıs da bugünlerde hareketli. Hem Cumhurbaşkanı seçimi var,
hem Maraş açılıyor.
Denizin altından döşenen boru hattıyla Türkiye’den su
götürülüyor. Tam böylesi telâşe dolu günlerde, Kıbrıs Başbakanı Ankara’da
görüşmeler yaparken, hükûmetin küçük ortağı çekildiğini açıklıyor ve hükûmet
düşüyor.
Var bu işte bir komünistlik!
Kıbrıs’ı Türkiye’den başka tanıyan yok, malûm. Tam şu
günlerde, bazı ülkeler, tanıma konusunda olumlu sinyaller verirken, kıytırık
numaralara rastlıyoruz. Aynı zamanda ucuz ve sefil.
Senelerden beri “Ne
istiyorlarsa verelim, kurtulalım” diyerek Rumlara göz kırpan bir
Cumhurbaşkanı var Kıbrıs’ta. Tekrar seçilirse, bizim de bir Barış Harekâtı daha
yapmamız gerekebilir.
Bir iki güne seçimin ikinci ayağı yapılacak ve sonucu hep
beraber göreceğiz.
Maraş’ın açılması, bütün dünyanın ilgisini çekti.
Endişe duyan mı ararsınız, izin alınması gerektiğini iddia
eden mi, kapalı kalmasının daha doğru olacağını söyleyen mi, hepsinden mevcût...
Bize göre Maraş, on yedi sene önce, Annan Plânı oylaması
ertesinde açılmalıydı.
(Annan Plânı Halkoylaması, Kıbrıs adasında yaşayan ve 1963’ten
bugüne ayrı olan iki toplumu, iki kesimli tek devlet bünyesinde birleştirmek
maksadıyla, dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından
hazırlanan plân için 24 Nisan 2004 tarihinde yapıldı.)
AB, “ret” oyu veren Rum kesimini aldığı ve Kıbrıs Türklerini
yok saydığı gün açılmalıydı Maraş.
Geç kalındı!
Buna rağmen, zararın neresinden dönülürse kârdır diye
bakarız.
Maraş’ın açılması üzerine, dünyanın her tarafından
siyasetçiler, diplomatlar ve birtakım harflerden oluşan kurumların başında yönetici
pozisyonunda bulunanların hepsi kendi meşrebine göre bir açıklama yaptı.
Çoğunun görüşü aleyhimizde maalesef.
Bir de bu konulara tamamen Fransız kalan…
Açıldığını bile duymayan…
Kıbrıs’tan bahsedildiğini -izaha rağmen- anlamayan…
Her şeyden bîhaber olan…
“Maraş
mı? Ne Maraş’ı? Pazarda Maraş ne gezer la?” diyen bir yiğit
var. Ama ne yiğit!
Sesini duyduğum anda, istisnasız, içimden “Ceddin deden…”
diye Mehter marşları yükseliyor. Yükseliyor da kulağıma kadar ulaşıyor: “Yine
de şahlanıyor aman, Kolbaşı’nın kır atı…”
Ardından, hemen yan tarafta sırasını beklermiş gibi, Köroğlu
koçaklamaları geliyor:
“Mert dayanır, nâmert kaçar… Meydân gümbür gümbürlenir…
Şahlar şâhı divan açar… Divan gümbür gümbürlenir…”
“Bir hışmınan geldi geçti, peh peh peh… Kiziroğlu Mustafa
Bey, hey hey hey…”
Oy, oy! Tutmasınlar!
Tutanlar hiç bırakmasınlar.
Eskiler derdi ki, “Tuz
biber, hızlı gider”… Kastedilen, ekmeğin yanına katık oluşu. Başka bir şey
olmadığı zaman, ekmeği tuza ve kırmızıbibere banarak yerken söylenirdi.
Hızı, acısından…
Kıtlık, yokluk zamanlarını hatırlayanların bu sözü duyunca
gözü yaşarır. Şimdi bize tekerleme gibi gelse de…
Tuzla biber, heybenin bir köşesine avuç kadar bez içinde olsa
gerek. Tuzluk, biberlik bulunacak değil ya! Onlar sonradan edinilmiştir, biraz
olsun vaziyeti düzeltince…
Bir de karabiber var tabiî.
Vaktiyle tuzluğun üstüne “Tuz” yazmışlar, biberliğin üstüne
“Biber”. Fakat dedik ya, hem karası, hem kırmızısı var biberin.
Ayırmak için birinin üstüne “K. Biber” yazılmış, birine de
“Kr. Biber”… Sordum: “Bu hangisi, o
hangisi?”
İkisinde de hem “K” var, hem “R” var. Belli olsun diye
yazılmışsa da ayırmak mümkün değil.
Tıpkı Maraşlar gibi… İki Maraş’ımız vardı: Biri “Kahraman”,
biri “Kapalı”...
“K. Maraş” yazmakla ayırmak zor. Ne zoru, imkânsız!
İşte bizim o muhteşem yiğit, bu sebeple Maraşlarımızı
karıştırıyor olsa gerek.
Nasıl da çözdüm işi?
Gerçi, şimden gerü karışmaz. Biri kapalıyken, o hâlden
kurtuldu ve açıldı. Artık hiç kimse “Kapalı Maraş” diyemez.
Sadece o yiğidimiz haykırdı (Maraş denilince nereden
bahsedildiğini öğrenince): “Niye sadece
bir kısmı açılıyor? Niye hepsi açılmıyor? Tamamı açılsın…”
Ah be yiğidim!
Bir günde olmuyor bu işler. Hemen istenen nice iş bu minvâldedir.
Bir eve iki sene uğramasanız, döndüğünüzde toz toprak içinde
bulursunuz. Her yanı örümcekler istilâ etmiştir. Nereden geldiğini bilemezsin.
Hele bahçeli, müstakil bir evse, ağaçlar kaplamış, ormana
dönmüş hâlde çıkar karşınıza. Otlar büyümüş, her yanı sarmış olur. Bir bakar ve
hayretler içinde kalırsınız; yaban hayvanları gelmiştir. Meselâ kuşlar,
sincaplar, kediler, köpekler işgal etmiş bulursunuz.
Bu Maraş yani Kapalı olan, Kıbrıs’taki hani… Şu Akdeniz’deki
ada üzerindeki… İşte orası, tam 46 yıldır kapalıydı!
Müsaade buyur, hoş gör, lütuf eyle ve elin değmişken bir de
mazur görüver ki tamamı bir günde açılmayıversin.
Ha, dersen ki “Anadolu’daki Maraş’ın yani Kahraman olanın plâka
numarası da 46, Kıbrıs’ta Kapalı bilinen Maraş’ın kapalı kalma süresi de 46…
Nedir bunun hikmeti?”…
Bak, vallahi onu ben de çözemedim!
Lâkin biraz çaba göstersen, onu da bir yere bağlarsın,
inanırım.
Haydi, vakti gelmişken zaman ayırıp bir el atıver de sevabına
çözüver şu sırrı. Millet merakta kalmasın!