Sırlı cam

Kendimizi görmemizi mümkün kılan sırlı cam, tabiatın vücûdunda boşu boşuna var edilmemiş demek ki. Nasıl ki bedenî bir yansımaya ihtiyacımız varsa, rûhî bir yansımaya ve burada görünen eksiklikleri düzeltmeye de o denli muhtacız. Hayra ve güzelliğe ulaşmada muhakkak; kendini ölçüp tartmak, en değerli amellerin başında geliyor.

SIRLI cam… Nâm-ı diğer “ayna”…

Işığı yansıtmak esâsına dayanan bu icat için günümüzden dört bin ilâ sekiz bin yıl önceyi işaret ederler. Modern aynalar ise son yüzyıl boyunca gelişip çeşitlenmiş ve kullanıma sunulmuştur. Fakat bu aynaların amaçları hep aynı kalmıştır: Seni sana göstermek…

İlk aynaların yapımında yanardağ lavlarının kullanıldığı biliniyor. Çünkü bu lavlar, soğudukça “cam kaya” adı verilen obsidiyen taşına dönüşüyor ve ışığı yansıtma özelliği kazanıyor. Yani aslında bir icat olmaktan çok, bu bir lütuftur. Şöyle ki; insan ya doğada var olan bir materyali alır ve direkt kullanıma geçirir, ya o materyale diğer buluntularla eklemeler yapar ve geliştirir ya da bir maddeden bambaşka karakterli bir yapay oluşum meydana getirir. Hepsinde amaç, -elbette- faydalı bir kullanım sağlamak… Bu bahsettiğim ilk ana malzeme, obsidiyen taşının ayna olarak kullanımında ilk örnek; Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bulunuyor. Meraklısına bu bilgiyi de ulaştırmak gerek!

Dönelim sırlı camın sırrına…

Geçmişten bugüne kullandığımız tüm doğal oluşumlarda, insanın geliştirdiği örnekler, birtakım yanlış algıları da beraberinde getiriyor. Pek çok eşya, ana malzemesi itibarıyla, aslında Yaradan’ın doğada bize sunduğu eşsiz örnekler… Bunlar sadece kullanım alanlarıyla bize sunulmuş nimetler de değil. Aynı zamanda her biri ilham kaynağı. Bir yanardağ ifrazatının bile boşa olmadığı, insanlığın hayat boyu geliştirerek kullanacağı bir malzemenin ilham kaynağı olduğu aşikâr. Fakat şimdi olayın elle tutulur gövdesini burada bırakalım ve başka bir boyuta, konuyla birlikte göç edelim!

Ayna için renk ve ışık gerek. Zaten renk için de yapay ya da doğal yollu ışık gerek. Güneş, doğal ışık kaynağı olmasının yanı sıra, yapay ışık kaynağına da ilhamdır. Bunu es geçmek olmazdı, değil mi?

Işığın nesneler üzerindeki renk yansımasıyla ve bu yansımayla birlikte varlığın detay ve kontur hatlarını meydana getiren renklerin sırlı cama düşmesiyle birebir görüntü alabiliyoruz. Hattâ çok zaman kendimizde fark etmediğimiz ya da görme imkânı bulamadığımız detayları bu sırlı camda keşfe çıkıyoruz. Aynaya bakıp da yeni keşifler, yeni fark edişler ve kendimizce yeni sıfatlar kazanıyoruz. Elbette bu sıfatlar, baktığımız andaki ruh hâlimize göre de oldukça keskin bir viraj alıyor, bu da insan olmanın cilvelerinden olsa gerek… Yani gözün, ışığın, rengin ve yansımanın anlattığı kompozisyon ile bakanın algısı arasında da birtakım farklılıklar olabiliyor.

Her neyse…

Bu bakış, bu nazar ve tüm bu ışık-renk-yansıma olayının bize kazandırdığı ne olabilir?

Aslında çok şey… Giydiğimiz bir kıyafetin bize uygun olup olmadığı, üzerimizde sırıtıp sırıtmadığı kanaatine varmak için ayna gerek. Öyle tepeden bir bakışla bunu kendimiz için doğru saptamak çok da olası değil. Sonra insanın kendindeki her noktaya bir baş hareketiyle ulaşması ve göz teması kurması da fiziksel olarak namümkün. Fakat birkaç ayna ile kendimizde göremeyeceğimiz hiçbir alan kalmıyor, değil mi? “Vücûdunda bir yara mı var, yüzünde bir çizik, bir nokta mı var, yüz ifaden nasıl?” gibi soruların muhatabı aynadır. Hattâ bu soru kişiden kişiye çoğaltılabilir. Duruma ve olguya göre de… Amaç ise insanın kendinde göremediklerini görmek.

Evet, bu cümle itiraz alanı değil sanırım!

O hâlde devam edecek cüreti bulabilirim kendimde…

Kâinatta hiçbir zerre anlamsız ve boş değilse, ne kadar madde varsa cihanda hepsi bir yararla hayatımızdaysa, tabiatın yaratılmış tüm unsurları insana ve insanlığa sunulmuş nimetlerse, bu aynanın varoluşundaki hikmetlere de şöyle bir göz atmalı.

Kendini görmek, daha ziyâde kusurlarını görmektir.

Aynaya da sıklıkla bu kaygı ile bakar insan. “Eksik ya da düzeltmem gereken bir şey var mı?” fikri baskındır ayna karşısında. Kusurlara odaklıdır beyin ve fonksiyonel tüm uzuvlar… O kusurlar bulunur, ekarte edilir ve ortaya çıkan sonuçtan memnun olduktan sonra ayna karşısında geçirilen sürenin sonuna gelinir. Öyleyse ayna, bir nasihatçidir.

Bir an aklıma şu hadîs-i şerif geldi: Allah (cc), bir kulunun hayrını (iyiliğini) isterse, ona kendi içinden bir nasihatçi nasip eder. Böylece ona iyilikleri emreder ve onu haramlardan da sakındırır.”

İnsanın bedenî kusurlarını gösteren eşyaya “ayna” diyorlar. Bu bedenin tezyin unsurlarındaki aksaklık ve eksiklikleri de yine sırlı cam aracılığıyla keşfediyoruz. Bunun için şöyle bir ayna karşısında durmak, dünyayı ve çevreyi izleyip yorumlayan gözlerimizi kendimizi yansıtan bu maddeye yöneltmek gerekiyor. İyi bir görüntü elde etmek için güzelliklere değil, kusurlara odaklanmak, detaylıca incelemek ve doğru müdahaleyi yapmak da gerekiyor. Bu kendine bakış hâli, insanın bu kendini bezeme arzusu ile başka bir boyutta da kendimize bakmak gereksinimi uyanmıyor mu?

Bir mânevî ayna karşısına geçip de kusurlarımızı görmek için niyetli bir bakış lâzım. Öyle ki, dünyaya bakıp da gözlemlediğimizde, çevremizdekileri inceleyip eleştirdiğimizde, tüm kusur ve hatâları çıplak gözle keşfettiğimizde içimizde uyanan o ısrarcı niyet var ya, işte onu bir de kendimizdeki hatâları keşfetmek üzere hareket geçirmek gerekiyor!

Ne büyük bir hayır kapısıdır insanın kendindeki hatâları görebilmesi. Bazen bu niyetle mânevî aynaya baktığımızda yansıyan görüntüde çok şey keşfedebilir, bazen de bize ayna tutan bir el yardımıyla bu kusurlara mazhar olabiliriz. Fakat hangi şekilde olursa olsun, bizi bize gösteren bu aynaya düzgün bir niyetle bakmalı. Sonra gördüğümüz hatâları bertaraf etmek ve bu mânevî aynanın karşısından yenilenerek ayrılmak gerekiyor. Tabiî bunu sıklıkla tekrar etmek de bir o kadar elzem.

Kendimizi görmemizi mümkün kılan sırlı cam, tabiatın vücûdunda boşu boşuna var edilmemiş demek ki. Nasıl ki bedenî bir yansımaya ihtiyacımız varsa, rûhî bir yansımaya ve burada görünen eksiklikleri düzeltmeye de o denli muhtacız. Hayra ve güzelliğe ulaşmada muhakkak; kendini ölçüp tartmak, en değerli amellerin başında geliyor.