Sırların Efendisi

Ne yana dönsem bir “Oku!” nidası. Neyi okuyayım Ya Resulallah? Ben okuma bilmem ki… Her yer kitap olmuş, ne fayda? Bunca yıldız, bunca ağaç, bunca kar ve yağmur yağmış senelerdir idrakime, ne olmuş? Ne okuyabilmişim, ne anlayabilmişim?

EY rüzgâr, söyle bana, Hz. Muhammed (sav) dokunduktan sonra başka bir dokunuşta buldun mu aynı etkiyi? O’ndan, sana karışandan sonra başka bir şey istedin mi bir daha?

En Güzel Gül, uğruna en çok emek harcanan değil miydi?

Yazı konusu olarak Allah’ın En Sevgili Kulu seçilmişti. Herhangi bir konuda yazar gibi serbest ve rahat olamazdım. Lâkin benim için çileli bir deneme, silme ve tekrar yazma süreci başlamıştı. Şu açıktı ki, benim Peygamber Efendimizi en güzel şekilde anlatacak, O’nu layıkıyla övebilecek, okurlara en etkili şekilde sunup hep beraber istifade edebileceğimiz bir yazı yazabilmem, kelimelerimin bu Kutlu Kişi için inci gibi yerleşebilmesi mümkün görünmüyordu. Şimdi de üç buçuk yaşındaki kızım bilgisayarda yazı yazmama müsaade etmiyordu. Artık yazıyı yazmam ve bir an önce teslim etmem gerekiyordu. Ne kadar yol denediysem olmuyordu. Kızım bilgisayardan başka bir şey ile vakit geçirmek istemiyor, bense bu durumdan dolayı biraz sıkıntı çekmeye başlıyordum.

Kalbimin derinliklerinde bir sesin yankılandığını hissettim ve içime kulak kesildim.

“Benim için yazılabilecek en güzel sözleri yazmandan çok daha güzel ve önemlidir Bana doğru bir adım atman, Sünnetime yaklaşman, yaşaman…” Biraz mahcubiyet, biraz da heyecanla kızıma gülümsedim. Kızımın ellerinin içini öptüm, kokladım. Sanki kalbimin derinliklerinde bir tebessüm hissettim.

Namazımı düşündüm o anlarda; hani hızlı hızlı ve eksik kıldığım… Sanki o anlarda da içimin derinliklerinden bir ses bana ulaşmaya çalışıyordu da ben ne namazdaydım, ne kalbimi duyabilecek kadar tenhaydım. Hakk’ın huzuruna çıkıyordum, huzurlu değildim. Rabbim en büyük makamlardan ve hediyelerden vermişti. İnsan olmayı, mümin olmayı nasip etmiş ve huzuruna kabul etmişti, bense bunun ne heyecanını, ne ürpertisini hissedip de renkten renge boyanamıyorum. Belki bana zaman sermayesini boşa harcatmaktan başka bir işe yaramayacak bir dünya kalabalığı ile bunca meşgul olmasa idim, işte o zaman En Kutlu İnsanın Sünneti, idrakimin kulaklarına çarpabilirdi!

İşte şimdi Allah’ın Resulü hakkında bir yazı yazma cesaretine girişmiştim! Bu vesile ile yüzümü dünya kalabalığından, nefs yorgunluğundan bir nebze kurtarıp Sana dönüyorum Ya Hz. Muhammed (sav)!

Dönüyorum da karmakarışık oluyorum. Odamın içinde rüzgâr esmeye başladı, çiçekler dile geldi.

Bismillahirrahmanirrahim.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı, şimdi konuyor yerine. Çünkü Efendimize doğru yol almak toparlıyor insanı. Hatırlatıyor. Anlıyorum ki, sadece yüzümü dönmemle bitmiyor iş. Adım atmam, her adımda ve Sünnet-i Seniyesinden bir damla da olsa nasiplenmem gerekiyormuş.

Ne kadar okunursa okunsun, rüyalarda her gece görülsün, hiç kimse asla O olamayacak!

Sallallahu aleyhi vesellem, hep bizimle aslında. O bizi bırakmaz ki hiçbir zaman. Rabbim bırakmaz ki bizi hiçbir zaman. Bırakan hep biz oluruz. Öyle bir ahlâk üzere yaratıldın ki, o kutlu ahlâkının her biri Cennet’in bir köşesi. Ve Sen öyle cennetî bir oluşla hep bizim için dua eder, bizi Sünnetine, Kur’an’a, hakka, Cennet’e davet edersin. Ya ben?

Cennetin yeryüzündeki diğer adı “Hz. Muhammed”... Güllerin En Güzeli, En Tatlı Esinti, En Yüce Dağ, En Sade, En Cesur... Hayatı en çok okunan ve takip edilen olsa ne olmuş, O, Sırların Efendisi! Hakk’a dönmüş bütün mevcudiyeti. Öyle bir deryaya daldırılmış ki insanlar taşıyamaz, ne kadarını sunsun?

Rehber, Öğretmen, Kâinatın Öğretmeni… Öğretmenim benden O’nu övmemi değil, Mevlâ’ma doğru yürümemi istiyor, “Yardım iste!” diyor. “Ben tek başıma yapmadım hiçbir şeyi, yapamazdım, Sen tek başına neyin iddiasındasın?” diyor.

Ne yana dönsem bir “Oku!” nidası. Neyi okuyayım Ya Resulallah? Ben okuma bilmem ki… Her yer kitap olmuş, ne fayda? Bunca yıldız, bunca ağaç, bunca kar ve yağmur yağmış senelerdir idrakime, ne olmuş? Ne okuyabilmişim, ne anlayabilmişim?

Yazımı her seferinde sabote etmek isteyen kızım yetişiyor imdadıma yine. “Mesele bilmek değil” diyor kızımın billur gözlerinden akan kelimeler. Mesele adım atmakta. Sevgi, fedakârlık, en kalbî yönelişler ve en önemlisi de her seferinde aslında en aciz hâlimiz ile hiçbir şey yapamayacağımızın bilincinde olma idrakiyle yönelmekte marifet. Bize düşen, gönülden istemek ve yürümeye çalışmak, Sünnete yaklaşmak. Bir yerlerde düşebileceğimizi bilmek ama kalkmak için; kalkmak Hakk için, halk için…

Düz bir yolda, cennet içinde tam gaz seyahat etmek için gelmedik dünyaya sanırım. Bir yerlerde masumlar aç ve yetim düşerken toprağa, tıka basa karın doyurmak için gelmedik sanırım. Sahi, okyanus kenarları, en nadide ormanlar, en güzel nimetler, en son teknolojiler En Kutlu’yu, En Sevgili’yi ağırlamak, her şeylerini vermek istemez miydi? İzin verilse bütün galaksiler, bütün yıldızlar, bütün balıklar, bütün karıncalar, dağlar, yıldırımlar, canlı cansız bütün mahlûkat ordusu olup da O’nun Kalbini incitenlere karşı durmaz mıydı?

Sahi, Rabbim en sevdiğine en acı duyguları mı verdi? En sevdiğine kimleri düşman etti? Çöllerde miydi? Aç mıydı? Savaşlar mı yaptı En Sevgili?

“İkra!” sesleri yankılanmaya devam ediyor Ya Resulallah! Senden duyulacak şeylere ömür yetmez, ilmim hiç yetişemez. Lâkin sağanak yağmurlara bir mendil uzattım da bir nebze ıslaklık ile avunmaya çalışmama rıza göster.

Rahmetli Babana kavuşamaman, Annene doyamaman, Evlât ve Eş acın geliyor üzerime. “Neyi yaşamışsam, ne yaşatılmışsa bana ümmetim için, ümmetim için, ümmetim için!” diyorsun sanki. Her adımın, her hâlin ve nefesin bir mesaj çağlara…

Acayip bir fırtına basıyor düşüncelerimi. “Ne kütüphanelerde kitaplar biriktirmek için, ne meclislerde övülmek için yaşadım, Kur’an-ı Kerim’i yaşamak, yaşatmak, tek tek her idrake, her kalbe ‘İkra’ demek için yaşadım” diyor fırtınadaki sesler. Bir Kur’an-ı Kerim, bir hadisler dövüyor benliğimi sırayla.

Rabbimin Senden aldıklarını düşündüğümden daha çok, Sana neler verdiğine kafa yormak istiyorum. Sırları düşünüyorum. Nerede onlar Ya Resulallah?


Sır… Sır ne demek? Herkesin sahibi olamayacağı şey… Herkese emanet edilemeyecek derecede değerli olacak şeyler… Kendi aramızda da sırlar var elbet. Ya Hakk’ın bize vermek istediği sırlar? Herkese vermek isterken veremediği, emanet edemediği, emanet etse, hediye etse aslında ne güzel olurdu! Yıldızların ötesini, fizik kurallarının ötesini, kimyanın, biyolojinin, okyanusların ötesini hediye etse ne güzel olurdu! Lâkin ben hediye verilince şımarıyorum. Ben, bana verilene benlik katıyor, “Ben yaptım, ben kazandım, ben bildim” deyip şirk uçurumuna hem kendimi uzatıyor, hem de bana inananları peşime takıyorum.

Bak, Efendimiz ne diyor! Amaç tastamam bütün bir aile olmak değil. Amaç hem zengin, hem sağlıklı, hem her alanda başarılı olmak değil. Amaç kavgasız gürültüsüz, yorulmadan geçip gitmek değil. En değerli olan, nimetin en güzeline kavuşmak olsa idi, en değerliye verilmez miydi?

“Hakk’ın En Sevgilisine en cefalılarından biri verilmişse hayatın, karşılığında cennetlerden değerli bir şey için” diye düşünüyorum. Rabbimi övmek için kelimeler zaten yetmeyecek, siz de bilirsiniz; Yüce Rabbimin bir nefesi, dokunuşu, sözü, sahi “yaşam” denilen olgu içinde altın tepside sunulacak hangi nimetinden geri durabilirdi? Sahi dostlar, can kardeşlerim, büyüklerim, küçüklerim, varlık, varlığa ne kadar çare olabilirdi? Biz çok şükür ki yaratıldık. Yaratılana tek bir ilaç olabilir, o da ancak Yaratan’dan gelebilirdi. Gerisi oyalanma, gerisi rüya! İşte En Sevgili’ye de varlığın ötesinden geldi gelenler, gerisini karıştırmamak gerek! Dinlemek ve uymak gerek Sünnete.

Bu kadar yordu kendini Hz. Muhammed (sav) ve Peygamberler, sahabeler, evliyalar, âlimler. Ömürlerini bu kutlu gayeye adadılar. Onlar Hakk’ı buldular da başka hiçbir şey bulmak istemediler, başka hiçbir şey istemediler “Başkaları da başka hiçbir şey isteyemesin” diye. Toprakta uyanmadan, çok geç olmadan uyansın istediler çevresi, ailesi, akrabası, düşmanı.

Hakk’ı bulanlar öyle şeyler buldular ki, öyle şeyler hissettiler ki, bir türlü anlatamadılar çoğu zaman. Kulakla, gözle, akıl ile gelene ne söyleyebilirlerdi? Sırlar bir tek kalpte çözülebiliyordu. Öyle bir dildi ki bu, Hakk’a yönelenlerin kalbine, Allah’a ulaşmak isteyenlerin kalbine yerleştirilen özel bir sistem, ancak kelimelere sığmayanı anlayabiliyordu.

Yapmamız gereken ne zor şey, değil mi? Çok ama çok zor şeyler istiyor Rabbim ve Kutlu Resulü. Neler istiyorlar? Kalbî bir dilek, Kendisine istikametlenmiş, kilitlenmiş bir niyet! Mutlu, ama çok mutlu olmamızı, gelip geçici şeyler yerine sonsuzluğa yönelmemizi istiyorlar. Peki, nasıl cevap veriyoruz çoğunluk olarak? Hak yerine hatır gözetip eşe, arkadaşa kulak kesilerek… Kur’an yerine, raflardaki renkli kitapların sözlerine teslim olarak… Dünya ilimleri için senelerce okullarda eğitime tâbi tutulup Hakk ilmi için birkaç yazıyı okumayı yeterli bularak… Bütün varlık âlemi Hakk’ı zikrederken, aklına geldikçe o da istekleri için kapıyı çalarak cevap veriyoruz.

Çok meşgulüm kendi adıma. Birkaç yüzyıl daha ömrüm uzatılsa, işlerim bir bitse, uykuya bir doysam, dünyamın, kâinatın en güzel yerlerini bir görsem, en güzel yiyeceklerini bir tadabilsem, vakit gelince çarçabuk namazlarımı eda edip oruçlarımı tutabilsem… İşte zor da olsa zekâtımı verip arada Kelime-i Şehadet getirebilsem… Sonra tekrar işlerime, yaşantıma devam etsem, hiç savaş görmesem, eşim ve çocuklarımla hep iyi geçinsem, sevdiklerim hiç hastalanmasa… Bu arada bir de evim olsa, şu kiracılıktan bir kurtulsam ne güzel olurdu! Rabbim, tamam Sen bana koca bir kâinat, sırlar ve mucize dolu, sonsuz teknoloji dolu bir beden ve hayat evi verdin ama En Sevgilin çölde, savaşlar içinde, yetim ve gelmiş geçmiş en büyük sorumluluklar ile mücadele ederken, ne olmuş ki ben sadece bir ev istiyorum? Kur’an’da, Resulün Sünnetinde bulamadığımı üç artı birde bulacağım sanki?

Ahirete intikal edip de Cennet’i kazanırsam, Efendimize de komşu olurum, kim bilir? Ne güzel olur! Oturur, Onunla, yakınındaki şehitler ve sıddıklar ile sohbet ederdik. Sahi, ne anlatırdım ben Onlara?

Allahumme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Seyyidina Muhammed.

Kırık dökük bir ilmim, kalbim ve kelimelerim ile yürümeye çalışıyorum. Niyetim karışık, geçmişim bulanık, ne yapacağımı bilmez şaşkın bir hâldeyim. Ey En Sevgili Resul, dua eyle bizlere! Biz dua etmesini de hakkıyla bilemeyiz. Bunca işim arasında Hakk’a yöneliyorum, çünkü inanın başka bir kapı yok. Düşen her takvim yaprağı kıyamete sur üflüyor. Toprağa giren her beden, sessiz sesiyle kahrediyor. Verilen sonsuz nimete vefasızlıkla dönen amellerim ağlıyor.

Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi vessellem) hayatı ruhuma dokunuyor. İstiyorum ki yazayım ömrümün sonuna kadar, yazdıkça Sünnet ve Hakk rızası üzere olayım. Öyle yazayım ki, sonu Allah’ın kabulünde, Resulün kabulü ve sevgisinde bitsin nefesim ve kalemim. Lâkin dünya ve ben, yine beni benden çalacak. Olsun, biz de her seferinde yine döneceğiz o Kutlu Huzura.

Esenlikle, ama Hakk’a doğru kalın efendim! Değerli zamanınızı ayırıp içime düşen kırık ve devrik cümlelerime, kelimelerime sabır gösterdiğiniz ve buyurduğunuz için minnettarım. Bana da bu vesile ile dua ederseniz sevinirim.