EY rüzgâr, söyle
bana, Hz. Muhammed (sav) dokunduktan sonra başka bir dokunuşta buldun mu aynı
etkiyi? O’ndan, sana karışandan sonra başka bir şey istedin mi bir daha?
En
Güzel Gül, uğruna en çok emek harcanan değil miydi?
Yazı
konusu olarak Allah’ın En Sevgili Kulu seçilmişti. Herhangi bir konuda yazar
gibi serbest ve rahat olamazdım. Lâkin benim için çileli bir deneme, silme ve
tekrar yazma süreci başlamıştı. Şu açıktı ki, benim Peygamber Efendimizi en
güzel şekilde anlatacak, O’nu layıkıyla övebilecek, okurlara en etkili şekilde
sunup hep beraber istifade edebileceğimiz bir yazı yazabilmem, kelimelerimin bu
Kutlu Kişi için inci gibi yerleşebilmesi mümkün görünmüyordu. Şimdi de üç buçuk
yaşındaki kızım bilgisayarda yazı yazmama müsaade etmiyordu. Artık yazıyı
yazmam ve bir an önce teslim etmem gerekiyordu. Ne kadar yol denediysem
olmuyordu. Kızım bilgisayardan başka bir şey ile vakit geçirmek istemiyor, bense
bu durumdan dolayı biraz sıkıntı çekmeye başlıyordum.
Kalbimin
derinliklerinde bir sesin yankılandığını hissettim ve içime kulak kesildim.
“Benim
için yazılabilecek en güzel sözleri yazmandan çok daha güzel ve önemlidir Bana
doğru bir adım atman, Sünnetime yaklaşman, yaşaman…” Biraz mahcubiyet, biraz da
heyecanla kızıma gülümsedim. Kızımın ellerinin içini öptüm, kokladım. Sanki
kalbimin derinliklerinde bir tebessüm hissettim.
Namazımı
düşündüm o anlarda; hani hızlı hızlı ve eksik kıldığım… Sanki o anlarda da
içimin derinliklerinden bir ses bana ulaşmaya çalışıyordu da ben ne namazdaydım,
ne kalbimi duyabilecek kadar tenhaydım. Hakk’ın huzuruna çıkıyordum, huzurlu
değildim. Rabbim en büyük makamlardan ve hediyelerden vermişti. İnsan olmayı, mümin
olmayı nasip etmiş ve huzuruna kabul etmişti, bense bunun ne heyecanını, ne
ürpertisini hissedip de renkten renge boyanamıyorum. Belki bana zaman
sermayesini boşa harcatmaktan başka bir işe yaramayacak bir dünya kalabalığı
ile bunca meşgul olmasa idim, işte o zaman En Kutlu İnsanın Sünneti, idrakimin
kulaklarına çarpabilirdi!
İşte
şimdi Allah’ın Resulü hakkında bir yazı yazma cesaretine girişmiştim! Bu vesile
ile yüzümü dünya kalabalığından, nefs yorgunluğundan bir nebze kurtarıp Sana
dönüyorum Ya Hz. Muhammed (sav)!
Dönüyorum
da karmakarışık oluyorum. Odamın içinde rüzgâr esmeye başladı, çiçekler dile
geldi.
Bismillahirrahmanirrahim.
Rahman
ve Rahim olan Allah’ın adı, şimdi konuyor yerine. Çünkü Efendimize doğru yol
almak toparlıyor insanı. Hatırlatıyor. Anlıyorum ki, sadece yüzümü dönmemle
bitmiyor iş. Adım atmam, her adımda ve Sünnet-i Seniyesinden bir damla da olsa
nasiplenmem gerekiyormuş.
Ne
kadar okunursa okunsun, rüyalarda her gece görülsün, hiç kimse asla O
olamayacak!
Sallallahu
aleyhi vesellem, hep bizimle aslında. O bizi bırakmaz ki hiçbir zaman. Rabbim
bırakmaz ki bizi hiçbir zaman. Bırakan hep biz oluruz. Öyle bir ahlâk üzere
yaratıldın ki, o kutlu ahlâkının her biri Cennet’in bir köşesi. Ve Sen öyle cennetî
bir oluşla hep bizim için dua eder, bizi Sünnetine, Kur’an’a, hakka, Cennet’e
davet edersin. Ya ben?
Cennetin
yeryüzündeki diğer adı “Hz. Muhammed”... Güllerin En Güzeli, En Tatlı Esinti,
En Yüce Dağ, En Sade, En Cesur... Hayatı en çok okunan ve takip edilen olsa ne
olmuş, O, Sırların Efendisi! Hakk’a dönmüş bütün mevcudiyeti. Öyle bir deryaya
daldırılmış ki insanlar taşıyamaz, ne kadarını sunsun?
Rehber,
Öğretmen, Kâinatın Öğretmeni… Öğretmenim benden O’nu övmemi değil, Mevlâ’ma
doğru yürümemi istiyor, “Yardım iste!” diyor. “Ben tek başıma yapmadım hiçbir
şeyi, yapamazdım, Sen tek başına neyin iddiasındasın?” diyor.
Ne
yana dönsem bir “Oku!” nidası. Neyi okuyayım Ya Resulallah? Ben okuma bilmem ki…
Her yer kitap olmuş, ne fayda? Bunca yıldız, bunca ağaç, bunca kar ve yağmur
yağmış senelerdir idrakime, ne olmuş? Ne okuyabilmişim, ne anlayabilmişim?
Yazımı
her seferinde sabote etmek isteyen kızım yetişiyor imdadıma yine. “Mesele bilmek
değil” diyor kızımın billur gözlerinden akan kelimeler. Mesele adım atmakta.
Sevgi, fedakârlık, en kalbî yönelişler ve en önemlisi de her seferinde aslında
en aciz hâlimiz ile hiçbir şey yapamayacağımızın bilincinde olma idrakiyle
yönelmekte marifet. Bize düşen, gönülden istemek ve yürümeye çalışmak, Sünnete
yaklaşmak. Bir yerlerde düşebileceğimizi bilmek ama kalkmak için; kalkmak Hakk
için, halk için…
Düz
bir yolda, cennet içinde tam gaz seyahat etmek için gelmedik dünyaya sanırım.
Bir yerlerde masumlar aç ve yetim düşerken toprağa, tıka basa karın doyurmak
için gelmedik sanırım. Sahi, okyanus kenarları, en nadide ormanlar, en güzel nimetler,
en son teknolojiler En Kutlu’yu, En Sevgili’yi ağırlamak, her şeylerini vermek
istemez miydi? İzin verilse bütün galaksiler, bütün yıldızlar, bütün balıklar,
bütün karıncalar, dağlar, yıldırımlar, canlı cansız bütün mahlûkat ordusu olup
da O’nun Kalbini incitenlere karşı durmaz mıydı?
Sahi,
Rabbim en sevdiğine en acı duyguları mı verdi? En sevdiğine kimleri düşman
etti? Çöllerde miydi? Aç mıydı? Savaşlar mı yaptı En Sevgili?
“İkra!”
sesleri yankılanmaya devam ediyor Ya Resulallah! Senden duyulacak şeylere ömür
yetmez, ilmim hiç yetişemez. Lâkin sağanak yağmurlara bir mendil uzattım da bir
nebze ıslaklık ile avunmaya çalışmama rıza göster.
Rahmetli
Babana kavuşamaman, Annene doyamaman, Evlât ve Eş acın geliyor üzerime. “Neyi
yaşamışsam, ne yaşatılmışsa bana ümmetim için, ümmetim için, ümmetim için!”
diyorsun sanki. Her adımın, her hâlin ve nefesin bir mesaj çağlara…
Acayip
bir fırtına basıyor düşüncelerimi. “Ne kütüphanelerde kitaplar biriktirmek
için, ne meclislerde övülmek için yaşadım, Kur’an-ı Kerim’i yaşamak, yaşatmak,
tek tek her idrake, her kalbe ‘İkra’ demek için yaşadım” diyor fırtınadaki
sesler. Bir Kur’an-ı Kerim, bir hadisler dövüyor benliğimi sırayla.
Rabbimin Senden aldıklarını düşündüğümden daha çok, Sana neler verdiğine kafa yormak istiyorum. Sırları düşünüyorum. Nerede onlar Ya Resulallah?
Sır…
Sır ne demek? Herkesin sahibi olamayacağı şey… Herkese emanet edilemeyecek
derecede değerli olacak şeyler… Kendi aramızda da sırlar var elbet. Ya Hakk’ın
bize vermek istediği sırlar? Herkese vermek isterken veremediği, emanet
edemediği, emanet etse, hediye etse aslında ne güzel olurdu! Yıldızların
ötesini, fizik kurallarının ötesini, kimyanın, biyolojinin, okyanusların ötesini
hediye etse ne güzel olurdu! Lâkin ben hediye verilince şımarıyorum. Ben, bana
verilene benlik katıyor, “Ben yaptım, ben kazandım, ben bildim” deyip şirk
uçurumuna hem kendimi uzatıyor, hem de bana inananları peşime takıyorum.
Bak,
Efendimiz ne diyor! Amaç tastamam bütün bir aile olmak değil. Amaç hem zengin,
hem sağlıklı, hem her alanda başarılı olmak değil. Amaç kavgasız gürültüsüz,
yorulmadan geçip gitmek değil. En değerli olan, nimetin en güzeline kavuşmak
olsa idi, en değerliye verilmez miydi?
“Hakk’ın
En Sevgilisine en cefalılarından biri verilmişse hayatın, karşılığında
cennetlerden değerli bir şey için” diye düşünüyorum. Rabbimi övmek için
kelimeler zaten yetmeyecek, siz de bilirsiniz; Yüce Rabbimin bir nefesi,
dokunuşu, sözü, sahi “yaşam” denilen olgu içinde altın tepside sunulacak hangi
nimetinden geri durabilirdi? Sahi dostlar, can kardeşlerim, büyüklerim,
küçüklerim, varlık, varlığa ne kadar çare olabilirdi? Biz çok şükür ki
yaratıldık. Yaratılana tek bir ilaç olabilir, o da ancak Yaratan’dan gelebilirdi.
Gerisi oyalanma, gerisi rüya! İşte En Sevgili’ye de varlığın ötesinden geldi
gelenler, gerisini karıştırmamak gerek! Dinlemek ve uymak gerek Sünnete.
Bu
kadar yordu kendini Hz. Muhammed (sav) ve Peygamberler, sahabeler, evliyalar, âlimler.
Ömürlerini bu kutlu gayeye adadılar. Onlar Hakk’ı buldular da başka hiçbir şey
bulmak istemediler, başka hiçbir şey istemediler “Başkaları da başka hiçbir şey
isteyemesin” diye. Toprakta uyanmadan, çok geç olmadan uyansın istediler
çevresi, ailesi, akrabası, düşmanı.
Hakk’ı
bulanlar öyle şeyler buldular ki, öyle şeyler hissettiler ki, bir türlü
anlatamadılar çoğu zaman. Kulakla, gözle, akıl ile gelene ne söyleyebilirlerdi?
Sırlar bir tek kalpte çözülebiliyordu. Öyle bir dildi ki bu, Hakk’a
yönelenlerin kalbine, Allah’a ulaşmak isteyenlerin kalbine yerleştirilen özel
bir sistem, ancak kelimelere sığmayanı anlayabiliyordu.
Yapmamız
gereken ne zor şey, değil mi? Çok ama çok zor şeyler istiyor Rabbim ve Kutlu
Resulü. Neler istiyorlar? Kalbî bir dilek, Kendisine istikametlenmiş,
kilitlenmiş bir niyet! Mutlu, ama çok mutlu olmamızı, gelip geçici şeyler
yerine sonsuzluğa yönelmemizi istiyorlar. Peki, nasıl cevap veriyoruz çoğunluk
olarak? Hak yerine hatır gözetip eşe, arkadaşa kulak kesilerek… Kur’an yerine,
raflardaki renkli kitapların sözlerine teslim olarak… Dünya ilimleri için
senelerce okullarda eğitime tâbi tutulup Hakk ilmi için birkaç yazıyı okumayı
yeterli bularak… Bütün varlık âlemi Hakk’ı zikrederken, aklına geldikçe o da
istekleri için kapıyı çalarak cevap veriyoruz.
Çok
meşgulüm kendi adıma. Birkaç yüzyıl daha ömrüm uzatılsa, işlerim bir bitse,
uykuya bir doysam, dünyamın, kâinatın en güzel yerlerini bir görsem, en güzel
yiyeceklerini bir tadabilsem, vakit gelince çarçabuk namazlarımı eda edip
oruçlarımı tutabilsem… İşte zor da olsa zekâtımı verip arada Kelime-i Şehadet
getirebilsem… Sonra tekrar işlerime, yaşantıma devam etsem, hiç savaş görmesem,
eşim ve çocuklarımla hep iyi geçinsem, sevdiklerim hiç hastalanmasa… Bu arada
bir de evim olsa, şu kiracılıktan bir kurtulsam ne güzel olurdu! Rabbim, tamam
Sen bana koca bir kâinat, sırlar ve mucize dolu, sonsuz teknoloji dolu bir
beden ve hayat evi verdin ama En Sevgilin çölde, savaşlar içinde, yetim ve
gelmiş geçmiş en büyük sorumluluklar ile mücadele ederken, ne olmuş ki ben sadece
bir ev istiyorum? Kur’an’da, Resulün Sünnetinde bulamadığımı üç artı birde
bulacağım sanki?
Ahirete
intikal edip de Cennet’i kazanırsam, Efendimize de komşu olurum, kim bilir? Ne
güzel olur! Oturur, Onunla, yakınındaki şehitler ve sıddıklar ile sohbet
ederdik. Sahi, ne anlatırdım ben Onlara?
Allahumme
salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Seyyidina Muhammed.
Kırık
dökük bir ilmim, kalbim ve kelimelerim ile yürümeye çalışıyorum. Niyetim
karışık, geçmişim bulanık, ne yapacağımı bilmez şaşkın bir hâldeyim. Ey En Sevgili
Resul, dua eyle bizlere! Biz dua etmesini de hakkıyla bilemeyiz. Bunca işim
arasında Hakk’a yöneliyorum, çünkü inanın başka bir kapı yok. Düşen her takvim
yaprağı kıyamete sur üflüyor. Toprağa giren her beden, sessiz sesiyle
kahrediyor. Verilen sonsuz nimete vefasızlıkla dönen amellerim ağlıyor.
Hz.
Muhammed’in (sallallahu aleyhi vessellem) hayatı ruhuma dokunuyor. İstiyorum ki
yazayım ömrümün sonuna kadar, yazdıkça Sünnet ve Hakk rızası üzere olayım. Öyle
yazayım ki, sonu Allah’ın kabulünde, Resulün kabulü ve sevgisinde bitsin
nefesim ve kalemim. Lâkin dünya ve ben, yine beni benden çalacak. Olsun, biz de
her seferinde yine döneceğiz o Kutlu Huzura.
Esenlikle, ama Hakk’a doğru kalın efendim! Değerli zamanınızı ayırıp içime düşen kırık ve devrik cümlelerime, kelimelerime sabır gösterdiğiniz ve buyurduğunuz için minnettarım. Bana da bu vesile ile dua ederseniz sevinirim.