ÜLKE o zamanlar, aynı
şimdi olduğu gibi içten ve dıştan saldırı altındadır. Dışarıdaki düşmanlar da şimdikiyle
aynıdır. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur, gerçekte ve hâlâ bir bakıma
böyledir.
Her
türlü entrika, suikast, rüşvet, dalavere, hâinlik, casusluk gırla gitmektedir.
Çünkü Batılı adam bizi güya geldiğimiz yere(!), Asya’ya geri sürmek istemiştir.
Çünkü Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar güzel bir ülkedir.
İnsan
tarihini bilmelidir. Doğru şekilde bilmelidir. Tarih bilinmeyince, şimdiyi ve
dolayısıyla geleceği şekillendiremeyiz; bizim geleceğimizi bizim için başkaları
çizer. Öncelikle insana değer verilmeli, insan eksenli yönetilmelidir bir ülke;
özellikle de bu güzel ülke…
100
yıl kadar geriye gidip ne yapılmış, ne yapılmaya çalışılmış, bilinmeyen ne
sırlar ve yanlış bilinen neler var, bakalım…
Türkiye’deki
ıslahat hareketlerinin hep Cumhuriyet’le başladığı ezberletildi bize okullarda.
Ondan öncesi hep siyah beyaz bir tablo gibi canlanıyordu bir zamanlar gözümde.
19.
yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başları, yani bize Ermenilerin deyimiyle “Kızıl
Sultan” diye öğretilmeye çalışılan hükümdarın dönemi… “Bu dönemde, dünyada ilk kez Osmanlı tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı denizaltıları denemelerde
başarılı olmuştur.”[i]
Türkiye’de ilk kız okulları açılmıştır bu dönemde. Bilge bir kişilik olan Abdüllatif
Suphi Paşa, dönem itibarıyla
tedirgindir böyle bir girişimde bulunmaktan. Fakat Cennet Mekân Sultan
Abdulhamid Han, Paşa’nın yanındadır her türlü desteğiyle. Sultan, “Sen mektebi aç, ben
arkandayım!” diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini, daima kızların
okuması için ilk adımları atmaya teşvîk etmiştir:
“Bu dönem öncesinde de kız çocukları hiç okula gitmiyor, hiç
kitap yüzü görmüyor değildi. Dârü’l-Muallimât, 1870 yılında, Osmanlı
Devleti’nde ilk ve ortaöğretim kız okullarına öğretmen yetiştirmek
için açılan eğitim kurumu, kız öğretmen okulu… Fakat Abdulhamid Han dönemi
yepyeni bir ıslahat, inkılap dönemidir her alanda. Füyuzât-ı Hamîdiye bu
dönemde açılmıştır. Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi Abdülhamid
dönemine rastlar. Tahta geçtiği yıl 250 olan Rüştiye sayısı 1909'da 900'e, 6
olan İdâdî sayısı ise 109'a çıkmıştır. 1877'de, İstanbul'da sadece 200 tane
modern ilkokul varken 1905'te 9 bine çıkmıştı.”[ii]
“Osmanlı topçuluğu, 17. yüzyıldan itibaren Avrupa topçuluğu
karşısında duraklamaya ve daha sonra gerilemeye başlamıştır. 19. yüzyılda ise İmparatorlukta,
topçuluk konusunda çok önemli bir gelişme meydana gelmiştir, ancak bu önemli
gelişme unutulup gitmiştir.”[iii]
Tıpkı daha birçok olumlu gelişme gibi, değil mi?
“Dünyanın ilk seri atışlı sahra topunun mûcidi Ahmed Süreyya
Bey’dir. Ahmed Süreyya Emin Bey, seri atışlı bir top yapılabileceğini
kanıtlamış ve çok parlak bir başarıya imza atmıştır. Bu başarı, Ahmed Süreyya
Emin Bey’in, zamanının çok ilerisinde bir anlayışa sahip olduğunu
göstermektedir.
Sultan Abdulhamid Han, Emin Bey’in maharetlerini yakından
takip ediyordu. Nihâyetinde bir gün Yıldız’a davet etmişti. Fakat Emin Bey’in
maharetini Batı’nın silah simsarları da işitmişti.
Ahmed Süreyya Bey, İmparatorluğun şimdiye kadar sahip olduğu
en büyük bilginlerden biriydi. Yurtdışından birçok teklif alıyor ama bu
teklifleri geri çeviriyordu. Bu teklifleri reddetmesi, Fransa ve Almanya krallarının
Abdulhamid Han’a husûsî mektup yazıp ricâ ile Osmanlı Devleti’nin bir mûcidi
olarak Emin Bey’i davet etmesine kadar devam etti. İşte Sultan Abdulhamid
Han’ın dehâsı bir kere daha devreye giriyordu. Emin Bey’i yanına çağırttığında,
‘İmparatorluk dışına çık, davetlere icâbet et, çalışmalara katıl! Oradaki
gelişmeleri incele ve çalışmalarına kat!’ demişti.”[iv] (Ahmed
Süreyya Bey’i, İstiklâl Mahkemesi Başsavcısı Ahmet Süreyya Örgeevren ile
karıştırmayınız!)
“Özellikle
tohumculukla ilgili çalışmalarda önemli başarılar kazanılmıştı.
Tarımda
insan gücüne dayalı, ilkel metot olan ürün toplama/hasat yöntemi oldukça zaman
alıyor ve beklenen verimi de sağlamıyordu.
Frenk
diyârlarında, birçoğu tarım ülkesi olmamasına rağmen tarımda kullanılan pek çok
makinenin var olduğu biliniyordu.
Osmanlı
niye kendi tarım makinesini yapmasındı ki? Zira Osmanlı tebaasının çoğunluğu
geçimini tarımdan sağlıyordu, yani tam bir tarım toplumuydu.
Bu
konu bir ferman ile gündeme getirildi. Tarım makineleri yapılacaktı. Hem de bu
tarım makinelerini Osmanlı mühendisleri yapacaklardı. Yapılan makine tamamen
yerli üretim olacaktı.
Rüştü
Bey’in başkanlığında bir ekip kuruldu ve çalışmalara başlandı.
Yapılan
bu çalışmalar netîcesinde çok işlevli bir hasat biçme makinesi meydana
getirildi. İcâd edilen bu makine çok yönlüydü: Hasat biçiyor, ürünlerin
ayrışımını yapıyor ve ürünlerin balyalanmasını sağlıyordu.
İcâd
edilen bu makinenin ismini Rüştü Bey’in koyduğu bilinmekte olup, dövme
harflerle bu isim makinenin üzerine yazılmıştı: ‘Yıldız Biçer’…
Şimdilerde
şu soruyu sorabiliriz: Acaba ‘biçerdöver’ ismi Abdulhamid Han’ın bu
makinesinden mi ilham alınmıştır?”[v]
Dönem, öyle bir dönemdi ki, düşman her cihetten her türlü
vesait ile hücum etmektedir. Zehirleyecek, aç bırakacak, emeğini çalacak,
siyasî hareketler tertip edecek…
“Tohum
ekimi döneminde Anadolu’nun sağlıklı öz buğday tohumlarının içerisine yurtdışından
bazı gizli servisler aracılığı ile bozuk ve hastalıklı buğdaylar
karıştırılmıştır. Sadece bununla da kalınmamış, ekimi fesada uğratacak haşeratın
da sokulduğu tespit edilmiştir. Yurtdışından getirilen zararlı böcekler
Anadolu’nun sağlıklı buğdayını kırmış, buğday depolarının boşalmasına sebep
olmuştur.
Sultan
Abdulhamid Han bir heyet kurdurarak, heyette görevli olanları yurtdışına
araştırma için göndermiştir. Yapılan araştırmalar netîcesinde işin perde arkası
öğrenilmiştir.
Maksat,
Anadolu’da tarımı bitirmektir. Buğdayların tohum vermemesi sağlanarak dışarıdan
tohum getirilmesinin önü açılacaktır. Getirilen bu tohumlara büyük bedeller
ödenmesi bir yana, getirilecek olan tohumlar da hastalıklı tohumlar olacaktır.
Abdulhamid
Han’ın talîmatıyla çok detaylı kitaplar hazırlatılmış, tohumculukla uğraşanlar
bilinçlendirilmiştir. Devrin gazeteleri aracılığı ile halka bu konuda gerekli
bilgilendirilmeler yapılmıştır.”[vi]
“Batı,
adeta korkunç bir canavar hâline gelmişti. Dizginlenemeyen, terbiye edilemeyen
bir canavar… Osmanlı’nın Batı’yı terbiye edecek eski gücü yoktu. Gerçek buydu!
Sultan II. Abdulhamid Han, Sırdaş ve hâzirûn ile bir gece Yıldız’da toplanarak
bir planın ilk adımlarını attı. Batı’ya ve Avrupa’ya karşı ‘Asya Planı’… Bu
planın içerisinde Asya’ya çok önem verilmesi, Batı’yı uyandırmadan, gizli
olarak Asya’ya maddî-manevî yardımlar yapılması gibi unsurlar vardı.”[vii]
Oktan
Keleş’in “Sırdaş” adlı kitabında Sultan Abdulhamid Han’ın Asya siyasetini, Çin
ve Japonya’da yürütülen faaliyetleri, Ertuğrul Fırkateyni’ni, Türk-Japon
dostluğunu, İstanbul’da Uzakdoğu sporları eğitimi veren Japon savaş sanatı
ustalarını, Mustafa Kemal’in Türk havacılık hayâlini ve nihâyetinde şimdi kendi
üretimimiz olan ANKA’yı göreceksiniz.
İlk emir, “Oku!”. Okuyalım!