Sıradaki parça

Nehrin kenarına ulaştı. Boynundaki radyoyu hiç incitmeden çıkardı, minik bir öpücük kondurdu ve yere bıraktı. Ve sonra tırabzanların üstüne çıktı. Sağ omzunun üstünden buğulu bir bakış savruldu etrafa. Herkes onu izliyordu. Şimdi kör olma sırası ondaydı, tek kelime etmedi. Hafif hafif çiseleyen yağmurun ardından gelen gök gürültülerinin arasında kendini boşluğun kollarına teslim etti. Varlığını bir ölümle kanıtladı.

GÖRÜNÜR olma çabasının bir göstergesiydi baştan ayağa kırmızılara bürünmesi. Beresi, ceketi, pantolonu ve ışıldayan rugan ayakkabılarıyla devasa bir farkındalık olarak yaşıyordu. Kolundan tutup “Nereye birader?” diye sorsalar, “Eh sen de be adam! Cehennemin dibine!” diyebilirdi. Kıpkırmızıydı ya, çok da yakışırdı.

Görenlerin kendi kendine konuştuğunu sandığı fakat aslında hiç de öyle olmayan tek kişilik muhabbetinin bir muhataba ihtiyacı yoktu. Onca yıl kimseye duyuramadığı sesi, bir serzeniş hâlinde dökülüyordu kaldırımlara. Üstü başı gözyaşı oluyor, toprak çamura dönüyor, gün ışığındaki tüm suratlar kırmızıyı yansıtıyordu. Malûm olduğu üzere, artık hayâdan mahrum kalmış ifadelerin buna ihtiyacı vardı.

Evsizliğin kimliksizleştirdiği bir adamdı. Çocukluğuna dair tek bir fotoğrafı dahi olmayanların hiç unutmadıkları o masumiyetle dokunuyordu rüzgâra. Soğuk hava parmaklarını hissizleştirdiğinde yok olduğuna inanıyordu. Zaten çoktandır üşüyen kalbini uzun zamandır hissetmiyordu.

Tenhaya kurmazdı evini. Kalabalık neredeyse, çatısı oranın tam da üstündeydi. “Ben büyük adamım! İnsanım ben insan!” diyerek herkesi saygı duruşuna davet ettiğine inanıyor, böylelikle var olduğunu kanıtlıyordu. Kime, neye ya da hangi mâkâma olduğu umurunda değildi. O başkaydı; dikenli, kırmızı bir güldü.

Görenlerin değil, göz ucuyla bakmaya değer bulmayanların bile dikkatini çekmekte üstüne yoktu. Asıl marifet insan olduğunun ve boşlukta bir yer kapladığının ispatıysa, o bunu çok iyi beceriyordu. Çünkü o herkes gibi zihinlerde hiçbir iz bırakmadan kaybolup gidenlerden biri değildi. Bir kere lâyık olmaktaydı keramet. Ona bir kez bakan, hemencecik başka tarafa yönelemezdi. Önce bir tülün ardından izler gibi bakan gözlerle karşılaşırdı. Bu bakışla tüm dikkati çeker, tepeden tırnağa süzülür, yoğun bir acıma hissine tutsak edilir ve en sonunda bakanın kendi hâline şükretmesiyle son bulurdu. Onun diğer bir adıydı teşekkür.

O sabah hayatının en muhalif gününe uyandığının farkında değildi. Ya da tam tersi, o gün dibine kadar muhalif olmak için uyanmıştı. Ki insan bunu fark etmeden yola koyuluyor olamazdı. Eylem hareketi için gerekli tüm malzemeler bizzat kendi barakasında mevcuttu.  

Önce lavabosuna koştu. Yüzünü yıkadıktan sonra saçlarına da birkaç rötuş atmayı ihmâl etmedi. Zaten kendini bildi bileli bakımlı bir erkekti. Lavabodan çıkarken ışığı söndürüp söndürmediğini umursamadı. Direkt olarak yatak odası, oturma salonu ve eylem hazırlama mekânına yöneldi. Herhâlde bunların her biri için ayrı kapılar olduğunu düşünmediniz değil mi kıymetli okuyucu? İnsan yaşamayı dilediğinde mekân ve koşullar pek de önem arz etmiyordu zira.

İçeri girdiğinde annesinden ona kalan radyoyu her zamanki yerinde bulamadı -ki aslında onu hiç tanımamıştı-. “Allah kahretsin! Tüm aksilikler beni buluyor!” diye ağız dolusu bir feryat savurdu. Hınçla etrafında döndü ve aradığı şeyin dün akşam bıraktığı yerde olduğunu gördü. “Ah aptal kafam!” dedi fakat aslında dünyanın en akıllı insanı olduğunu düşünüyordu.

Eline almasıyla dün bıraktığı kanala takılı kalan radyonun onu korkutması bir oldu. Aldırış etmeden kırmızı ceketinin üstüne bir madalyon gibi iliştirdi. Doğruca, hiçbir zaman tam yerine oturmayan dış kapıya ilerledi. Rugan pabuçlarını giymesi ve kendini dışarı atması yalnızca birkaç saniyesini aldı. Geri döneceğinin garantisi olmadığını bildiğinden, kapının yerinde olup olmamasıyla ilgilenmedi. Zira hayat, kapanan kapılarla şekilleniyordu. Kolayca açılmış olanların değeri kilitli bir kapıya denk gelmeden anlaşılmıyordu.

O gün bir isyanın başaktörü olduğu için her zamanki mekânında değildi. Köşe başındaki kilisenin portikosuna tüm ciddiyetiyle oturdu. Birkaç şiddetli cızırtıdan sonra aradığı kanalı buldu ve sesi kökledi. Pazar günlerine has kalabalığın olanca dikkatini üzerine çekti. Ki bu, onu hayata bağlamaya yetebilirdi.

Vakit, ölüleri dirilten mucizenin sahibine ölümü yakıştıranların arasında dimdik durmanın vaktiydi. “Gelin kalabalıklar gelin! Yıllardır koşup durduğunuz ama bir türlü varamadığınız yeri görünür kılacağım size” figanıyla oradan çıktı, arka caddede bir duvak gibi salınan nehre doğru ilerledi. Ardında onlarca kişi… Büyü mü, tılsım mı, yoksa bir aktivistin kudreti mi, kimse bilemedi. Fakat ona sorsan, bu ancak vedaların hiç sekmeyen kederiydi.

Nehrin kenarına ulaştı. Boynundaki radyoyu hiç incitmeden çıkardı, minik bir öpücük kondurdu ve yere bıraktı. Ve sonra tırabzanların üstüne çıktı. Sağ omzunun üstünden buğulu bir bakış savruldu etrafa. Herkes onu izliyordu. Şimdi kör olma sırası ondaydı, tek kelime etmedi. Hafif hafif çiseleyen yağmurun ardından gelen gök gürültülerinin arasında kendini boşluğun kollarına teslim etti. Varlığını bir ölümle kanıtladı.

Artık ondan geriye kalan tek şey, radyosundan dökülen birkaç kederli nağmeydi: “Giden yolunan gitti/ Esen yelinen gitti/ Feryadı bizde kaldı/ Solan gülünen gitti.”