GÖRÜNÜR olma çabasının
bir göstergesiydi baştan ayağa kırmızılara bürünmesi. Beresi, ceketi, pantolonu
ve ışıldayan rugan ayakkabılarıyla devasa bir farkındalık olarak yaşıyordu.
Kolundan tutup “Nereye birader?” diye sorsalar, “Eh sen de be adam! Cehennemin
dibine!” diyebilirdi. Kıpkırmızıydı ya, çok da yakışırdı.
Görenlerin
kendi kendine konuştuğunu sandığı fakat aslında hiç de öyle olmayan tek kişilik
muhabbetinin bir muhataba ihtiyacı yoktu. Onca yıl kimseye duyuramadığı sesi,
bir serzeniş hâlinde dökülüyordu kaldırımlara. Üstü başı gözyaşı oluyor, toprak
çamura dönüyor, gün ışığındaki tüm suratlar kırmızıyı yansıtıyordu. Malûm
olduğu üzere, artık hayâdan mahrum kalmış ifadelerin buna ihtiyacı vardı.
Evsizliğin
kimliksizleştirdiği bir adamdı. Çocukluğuna dair tek bir fotoğrafı dahi
olmayanların hiç unutmadıkları o masumiyetle dokunuyordu rüzgâra. Soğuk hava
parmaklarını hissizleştirdiğinde yok olduğuna inanıyordu. Zaten çoktandır üşüyen
kalbini uzun zamandır hissetmiyordu.
Tenhaya
kurmazdı evini. Kalabalık neredeyse, çatısı oranın tam da üstündeydi. “Ben
büyük adamım! İnsanım ben insan!” diyerek herkesi saygı duruşuna davet ettiğine
inanıyor, böylelikle var olduğunu kanıtlıyordu. Kime, neye ya da hangi mâkâma
olduğu umurunda değildi. O başkaydı; dikenli, kırmızı bir güldü.
Görenlerin
değil, göz ucuyla bakmaya değer bulmayanların bile dikkatini çekmekte üstüne
yoktu. Asıl marifet insan olduğunun ve boşlukta bir yer kapladığının ispatıysa,
o bunu çok iyi beceriyordu. Çünkü o herkes gibi zihinlerde hiçbir iz bırakmadan
kaybolup gidenlerden biri değildi. Bir kere lâyık olmaktaydı keramet. Ona bir
kez bakan, hemencecik başka tarafa yönelemezdi. Önce bir tülün ardından izler
gibi bakan gözlerle karşılaşırdı. Bu bakışla tüm dikkati çeker, tepeden tırnağa
süzülür, yoğun bir acıma hissine tutsak edilir ve en sonunda bakanın kendi hâline
şükretmesiyle son bulurdu. Onun diğer bir adıydı teşekkür.
O
sabah hayatının en muhalif gününe uyandığının farkında değildi. Ya da tam tersi,
o gün dibine kadar muhalif olmak için uyanmıştı. Ki insan bunu fark etmeden
yola koyuluyor olamazdı. Eylem hareketi için gerekli tüm malzemeler bizzat
kendi barakasında mevcuttu.
Önce
lavabosuna koştu. Yüzünü yıkadıktan sonra saçlarına da birkaç rötuş atmayı ihmâl
etmedi. Zaten kendini bildi bileli bakımlı bir erkekti. Lavabodan çıkarken
ışığı söndürüp söndürmediğini umursamadı. Direkt olarak yatak odası, oturma
salonu ve eylem hazırlama mekânına yöneldi. Herhâlde bunların her biri için
ayrı kapılar olduğunu düşünmediniz değil mi kıymetli okuyucu? İnsan yaşamayı
dilediğinde mekân ve koşullar pek de önem arz etmiyordu zira.
İçeri
girdiğinde annesinden ona kalan radyoyu her zamanki yerinde bulamadı -ki
aslında onu hiç tanımamıştı-. “Allah kahretsin! Tüm aksilikler beni buluyor!”
diye ağız dolusu bir feryat savurdu. Hınçla etrafında döndü ve aradığı şeyin
dün akşam bıraktığı yerde olduğunu gördü. “Ah aptal kafam!” dedi fakat aslında
dünyanın en akıllı insanı olduğunu düşünüyordu.
Eline
almasıyla dün bıraktığı kanala takılı kalan radyonun onu korkutması bir oldu.
Aldırış etmeden kırmızı ceketinin üstüne bir madalyon gibi iliştirdi. Doğruca,
hiçbir zaman tam yerine oturmayan dış kapıya ilerledi. Rugan pabuçlarını
giymesi ve kendini dışarı atması yalnızca birkaç saniyesini aldı. Geri
döneceğinin garantisi olmadığını bildiğinden, kapının yerinde olup olmamasıyla
ilgilenmedi. Zira hayat, kapanan kapılarla şekilleniyordu. Kolayca açılmış
olanların değeri kilitli bir kapıya denk gelmeden anlaşılmıyordu.
O
gün bir isyanın başaktörü olduğu için her zamanki mekânında değildi. Köşe
başındaki kilisenin portikosuna tüm ciddiyetiyle oturdu. Birkaç şiddetli
cızırtıdan sonra aradığı kanalı buldu ve sesi kökledi. Pazar günlerine has
kalabalığın olanca dikkatini üzerine çekti. Ki bu, onu hayata bağlamaya
yetebilirdi.
Vakit,
ölüleri dirilten mucizenin sahibine ölümü yakıştıranların arasında dimdik
durmanın vaktiydi. “Gelin kalabalıklar gelin! Yıllardır koşup durduğunuz ama
bir türlü varamadığınız yeri görünür kılacağım size” figanıyla oradan çıktı,
arka caddede bir duvak gibi salınan nehre doğru ilerledi. Ardında onlarca kişi…
Büyü mü, tılsım mı, yoksa bir aktivistin kudreti mi, kimse bilemedi. Fakat ona
sorsan, bu ancak vedaların hiç sekmeyen kederiydi.
Nehrin
kenarına ulaştı. Boynundaki radyoyu hiç incitmeden çıkardı, minik bir öpücük
kondurdu ve yere bıraktı. Ve sonra tırabzanların üstüne çıktı. Sağ omzunun
üstünden buğulu bir bakış savruldu etrafa. Herkes onu izliyordu. Şimdi kör olma
sırası ondaydı, tek kelime etmedi. Hafif hafif çiseleyen yağmurun ardından
gelen gök gürültülerinin arasında kendini boşluğun kollarına teslim etti. Varlığını
bir ölümle kanıtladı.
Artık ondan geriye kalan tek şey, radyosundan dökülen birkaç kederli nağmeydi: “Giden yolunan gitti/ Esen yelinen gitti/ Feryadı bizde kaldı/ Solan gülünen gitti.”