Sıradaki keşif, sıradaki nesil

50 yıllık tahribatın semeresini alanlar, yeni bir tahribatın, yeni oyuncakların, yeni uygulamaların startını verirken, bizim, “Gelsin sıradaki keşif, gelsin sıradaki nesil” diyerek olup biteni, elimizi kolumuzu bağlayarak izlememizi arzu edebilirler. Ama silkelenip kendimize gelme vaktinin de geldiğini hatırlatmak isterim…

“HEY gidi günler!” diyerek başlamak istiyorum bu haftaki yazıma…

Evet, hey gidi günler!

Her evde bulunmayan televizyonun, hangi şartlarda ve nasıl alındığına şahit bir kuşağın son temsilcisi olarak yazıyorum…

Öğretmen ablamın, aylık taksitleri zamanında ödemek koşuluyla, senet imzalayarak sahip olduğumuz televizyonumuz henüz ömrünü yani tüpünü tamamlamamış olmasına rağmen, renkli yayınlar için bulduğumuz “üç şeritli” tabaka da işe yaramayınca soluğu yine o meşhur çeyiz mağazasında almıştık…

Zannediyordum ki, akşama 20:30’daki haberleri ve devamındaki filmi renkli izleyeceğiz. Yanılmıştım! Yanılmıştım, çünkü “ön ödeme” koşulu önümüze konulmuştu. Ablam da “bir derdimize çâre olur” diye çantasında tuttuğu mevcut parasından bir kısmını masanın üzerine koydu. Eli boş çıksak da mağazadan, sıraya konulduğumuzu öğrenmiştik…

Sonra seneler birbirini kovaladı. Kablolu, manyetolu telefonlar, pilli radyolar, beyazperde sinemalar, tüplü televizyonlar, 36 pozluk fotoğraf makinaları, jelatinli albümler, antika daktilolar, ciltli kitaplar, ansiklopediler, record tuşlu teypler, sedef işlemeli tavlalar, üç ayaklı şövaleler, tükenmez kalemler, el yapımı defterler, tedavülden kalkan bol sıfırlı paralar, kıymetini yitirmeyen altınlar, 7/24 açık bankalar, özümüze ışık taşıyan aynalar, caddeleri süsleyen billboardlar, geceyi aydınlatan fenerler, yapraksız takvimler, kurmalı saatler, yol gösteren pusulalar, kılıfına sığmayan minareler ve uçsuz bucaksız dükkânlar, insanın sahip olmak istediği, aklınıza gelen ne varsa hepsi el kadar bir cihaza sığdırıldı…

Mucidi insandı ama adını “akıllı” koymuştular. Kıymetliydi, elzemdi, maharetliydi ama en çok da havalıydı. Hayatımıza girdiği günden beri “cep telefonu” olarak da anıldı. Belki de cebimizde taşındığı için değil, cebimize talip olduğundandı böyle seslenilmesi…

Üretilen her cihaz, ar-ge çalışmalarını tamamlayarak ve kendini güncelleyerek bugünlere ulaştı. Diğerlerinin nefesi ise yetmedi bu rekabette ve kaybolup gittiler birer birer…

Kalanlar, pazara hâkim olma yarışındaydılar. Yeni serilerini “özel” lansmanlarla bize ulaştırdılar. İhtiyaçlar lükse evrilmişti ve servet ödenmesi gerekiyordu. Orta gelirli bir ailenin son seri telefona sahip olması için 365 gün harcamadan ve yemeden, içmeden hayatta kalması gerekiyordu.

Parası olanlar bile ona sahip olmada çok avantajlı değillerdi. Geçmişte kalan “ön ödemeli” satış yeniden rağbet görmüştü…

Daha ilginci ise, ona ilk dokunma, ilk sahip olma çılgınlığı başlamıştı. Genç nesil tulumunu, battaniyesini ve çayını simidini alarak, bir gün öncesinden mağaza önüne gidiyor ve orada sabahlıyordu…

“Bir insan için küçük, insanlık için dev bir adım”

Onca argümanı el kadar cihaza yerleştirmek, dünyayı birbirine bağlamak, iletişimini kesintisiz sağlamak maharetti ve bunun için de ciddi yatırımlar lâzımdı. Geleceği görenler bu yatırımdan çekinmediler ve 20 Temmuz 1969 tarihinde Apollo-11 isimli uzay aracı ile uzayın boşluğuna fırlatılan Neil Armstrong vasıtasıyla uzayı keşfedip orada ayak izlerini bıraktılar.

İşte ne olduysa, 8 gün 14 saat 12 dakika 31 saniye süren o devirde oldu. Kendi ifadesiyle, “Bir insan için küçük, insanlık için dev bir adım” denilen müspet keşif gerçekleşti. Bugün başka amaçlara da hizmet etmekte olan o adım sayesinde elimizden düşürmediğimiz o küçük ekranlar aracılığıyla, çocuk pornosundan tutalım, canlı intiharlara, olmaz şaklabanlıklara varıncaya kadar pek çok video “sansürsüz” yayınlanıyor.

Her gün “yeni” bir sosyal medya ve uygulaması ile yeni akımlar giriyor hayatımıza. Bilgiye erişim hızlanırken, kontrol mekanizması da aynı oranda zayıflıyor. Tek gözlü odada, aynı yatakta büyüyen neslin çocukları, kendilerine ayrılan odalarda yataklarına uzanarak adeta gelecekleriyle oyun oynuyorlar. Kapılarının eşiği mahrem, duvarları ise Çin Seddi’ne bedel… İçeride ne olup bittiğinden de bîhaberiz!

Dün savaşlar ve işgallerden doğan toprağa sahip olma arzusu “yeni dünya” düzeninde yorulmadan, kan dökmeden, bırakın para harcamayı, servetlerine servet katarak, geleceğimiz olan neslimize ve zihinlerimize hâkim olma gayretindeler…

Yeni durakları “Mars”

50 yıllık tahribatın semeresini alanlar, yeni bir tahribatın, yeni oyuncakların, yeni uygulamaların startını verirken, bizim, “Gelsin sıradaki keşif, gelsin sıradaki nesil” diyerek olup biteni, elimizi kolumuzu bağlayarak izlememizi arzu edebilirler. Ama silkelenip kendimize gelme vaktinin de geldiğini hatırlatmak isterim.

Türkiye’nin uzay programını açıkladığında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “astronot” kelimesinin yerine başka bir isim bulunmasını dile getirmişti. Bunun üzerine Türkiye Uzay Ajansı ve Türk Dil Kurumu, “Cacabey, Göksu, Göksü, Gökreis, Göktürk, Gökay, Türkay, Türkonot, Evrenot, Gökmen, Uzay İnsanı, Alpaslan, Fatih ve Akıncı” ve en son “Fazagir” isimlerini önermişti. İsim kadar, böyle bir adımı gerçekleştirecek Türk’ün kim olduğu da merak konusu. Ben “Gökbey” ismini önerirken, ismin ne olacağı ve uzaya kimin gideceğinden ziyâde, onun orada neler yapacağını ve insanlığa neler armağan edeceğini merak ediyor ve ekliyorum: “Dursun bu hayâsızca akın![i]



[i] İstiklâl Marşı