“HEY gidi günler!”
diyerek başlamak istiyorum bu haftaki yazıma…
Evet,
hey gidi günler!
Her
evde bulunmayan televizyonun, hangi şartlarda ve nasıl alındığına şahit bir
kuşağın son temsilcisi olarak yazıyorum…
Öğretmen
ablamın, aylık taksitleri zamanında ödemek koşuluyla, senet imzalayarak sahip
olduğumuz televizyonumuz henüz ömrünü yani tüpünü tamamlamamış olmasına rağmen,
renkli yayınlar için bulduğumuz “üç şeritli” tabaka da işe yaramayınca soluğu
yine o meşhur çeyiz mağazasında almıştık…
Zannediyordum
ki, akşama 20:30’daki haberleri ve devamındaki filmi renkli izleyeceğiz.
Yanılmıştım! Yanılmıştım, çünkü “ön ödeme” koşulu önümüze konulmuştu. Ablam da “bir
derdimize çâre olur” diye çantasında tuttuğu mevcut parasından bir kısmını masanın
üzerine koydu. Eli boş çıksak da mağazadan, sıraya konulduğumuzu öğrenmiştik…
Sonra
seneler birbirini kovaladı. Kablolu, manyetolu telefonlar, pilli radyolar, beyazperde
sinemalar, tüplü televizyonlar, 36 pozluk fotoğraf makinaları, jelatinli albümler,
antika daktilolar, ciltli kitaplar, ansiklopediler, record tuşlu teypler, sedef
işlemeli tavlalar, üç ayaklı şövaleler, tükenmez kalemler, el yapımı defterler,
tedavülden kalkan bol sıfırlı paralar, kıymetini yitirmeyen altınlar, 7/24 açık
bankalar, özümüze ışık taşıyan aynalar, caddeleri süsleyen billboardlar, geceyi
aydınlatan fenerler, yapraksız takvimler, kurmalı saatler, yol gösteren
pusulalar, kılıfına sığmayan minareler ve uçsuz bucaksız dükkânlar, insanın
sahip olmak istediği, aklınıza gelen ne varsa hepsi el kadar bir cihaza
sığdırıldı…
Mucidi
insandı ama adını “akıllı” koymuştular. Kıymetliydi, elzemdi, maharetliydi ama
en çok da havalıydı. Hayatımıza girdiği günden beri “cep telefonu” olarak da
anıldı. Belki de cebimizde taşındığı için değil, cebimize talip olduğundandı
böyle seslenilmesi…
Üretilen
her cihaz, ar-ge çalışmalarını tamamlayarak ve kendini güncelleyerek bugünlere
ulaştı. Diğerlerinin nefesi ise yetmedi bu rekabette ve kaybolup gittiler birer
birer…
Kalanlar,
pazara hâkim olma yarışındaydılar. Yeni serilerini “özel” lansmanlarla bize
ulaştırdılar. İhtiyaçlar lükse evrilmişti ve servet ödenmesi gerekiyordu. Orta
gelirli bir ailenin son seri telefona sahip olması için 365 gün harcamadan ve
yemeden, içmeden hayatta kalması gerekiyordu.
Parası
olanlar bile ona sahip olmada çok avantajlı değillerdi. Geçmişte kalan “ön
ödemeli” satış yeniden rağbet görmüştü…
Daha
ilginci ise, ona ilk dokunma, ilk sahip olma çılgınlığı başlamıştı. Genç nesil tulumunu,
battaniyesini ve çayını simidini alarak, bir gün öncesinden mağaza önüne
gidiyor ve orada sabahlıyordu…
“Bir
insan için küçük, insanlık için dev bir adım”
Onca
argümanı el kadar cihaza yerleştirmek, dünyayı birbirine bağlamak, iletişimini
kesintisiz sağlamak maharetti ve bunun için de ciddi yatırımlar lâzımdı.
Geleceği görenler bu yatırımdan çekinmediler ve 20 Temmuz 1969 tarihinde
Apollo-11 isimli uzay aracı ile uzayın boşluğuna fırlatılan Neil Armstrong
vasıtasıyla uzayı keşfedip orada ayak izlerini bıraktılar.
İşte
ne olduysa, 8 gün 14 saat 12 dakika 31 saniye süren o devirde oldu. Kendi
ifadesiyle, “Bir insan için küçük, insanlık için dev bir adım” denilen müspet
keşif gerçekleşti. Bugün başka amaçlara da hizmet etmekte olan o adım sayesinde
elimizden düşürmediğimiz o küçük ekranlar aracılığıyla, çocuk pornosundan
tutalım, canlı intiharlara, olmaz şaklabanlıklara varıncaya kadar pek çok video
“sansürsüz” yayınlanıyor.
Her
gün “yeni” bir sosyal medya ve uygulaması ile yeni akımlar giriyor hayatımıza.
Bilgiye erişim hızlanırken, kontrol mekanizması da aynı oranda zayıflıyor. Tek
gözlü odada, aynı yatakta büyüyen neslin çocukları, kendilerine ayrılan
odalarda yataklarına uzanarak adeta gelecekleriyle oyun oynuyorlar. Kapılarının
eşiği mahrem, duvarları ise Çin Seddi’ne bedel… İçeride ne olup bittiğinden de
bîhaberiz!
Dün
savaşlar ve işgallerden doğan toprağa sahip olma arzusu “yeni dünya” düzeninde
yorulmadan, kan dökmeden, bırakın para harcamayı, servetlerine servet katarak,
geleceğimiz olan neslimize ve zihinlerimize hâkim olma gayretindeler…
Yeni
durakları “Mars”
50 yıllık tahribatın semeresini alanlar, yeni
bir tahribatın, yeni oyuncakların, yeni uygulamaların startını verirken, bizim,
“Gelsin sıradaki keşif, gelsin sıradaki nesil” diyerek olup biteni,
elimizi kolumuzu bağlayarak izlememizi arzu edebilirler. Ama silkelenip
kendimize gelme vaktinin de geldiğini hatırlatmak isterim.
Türkiye’nin uzay programını açıkladığında,
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “astronot” kelimesinin yerine başka bir
isim bulunmasını dile getirmişti. Bunun üzerine Türkiye Uzay Ajansı ve Türk Dil Kurumu, “Cacabey, Göksu,
Göksü, Gökreis, Göktürk, Gökay, Türkay, Türkonot, Evrenot, Gökmen, Uzay İnsanı,
Alpaslan, Fatih ve Akıncı” ve en son “Fazagir” isimlerini önermişti. İsim
kadar, böyle bir adımı gerçekleştirecek Türk’ün kim olduğu da merak konusu. Ben
“Gökbey” ismini önerirken, ismin ne olacağı ve uzaya kimin gideceğinden ziyâde,
onun orada neler yapacağını ve insanlığa neler armağan edeceğini merak ediyor
ve ekliyorum: “Dursun bu hayâsızca akın![i]”