Sır

Bilinmezliğin perdesi bu kadar asil yırtılır mı be hala? Bir cümleye bu kadar çok aşk, bu kadar çok varoluş, bu kadar çok sır sığdırılır mı?

RHONDA Byrne’nin bir kitabı var. Adı, “Secret”… Secret, “sır” demek. Böyle kahverengi, kırmızı mühürlü bir kapağı var. Gizemli duruyor. İlk çıktığında biz daha lisedeydik. Tam da tüm sonları mutlu sona çevirmek için yazılmış. İnanılmaz ses getirmişti o zamanlar. Hâlâ satışları gayet iyi. Çünkü bize taahhüt ettiği şey, tam da ihtiyaç duyduğumuz şey! Ve eğer merak edip arama motoruna adını tıklarsanız, sizi şu cümleyle karşılayacaktır: “Secret’ı öğrendikçe istediklerinize nasıl sahip olabileceğinizi, nasıl istediğiniz her şey olabileceğinizi ya da istediğiniz her şeyi nasıl yapabileceğinizi anlayacaksınız.” Etkileyici değil mi?

Aslında değil! Böyle iddialar beni hep tedirgin eder. Bir insanın arzu ettiğine ulaşmak için yapabileceklerinin sonsuzluğundan ürperirim. Eğer üniversite sınavına hazırlanan ya da ilk aşk heyecanıyla kalbi küt küt atan bir liseli değilseniz, böyle motivasyonlar biraz korkutucu olabiliyor. Büyümek tam da böyle bir şey galiba. Sonsuzluğun belirsizliği, belirsizliğin tedirginliği, tedirginliğin cesaretsizliği…

Çok yazık ki, insan yaş aldıkça yıllar da hızlanıyor sanki. Sonu yaklaştıkça bitmesini istemediğimiz diziler gibi… Her şeyin başında en çok merak ettiğimiz şey daima son olmasına rağmen, yaşamak söz konusu olduğunda, sona yaklaştıkça içimiz ürpermeye başlıyor. Çünkü bilinmezlik her zaman korkutur. İnsanın yüzüne yüksek çözünürlüklü bir tedirginlik kondurur. Kötü sonlar, eğer öncesinde biliniyorsa, zihnimiz onu küçük oyunlarla benimsemeye başlar. Benimsemek ise her zaman insanı çözüme, daha iyi bir sona yahut -en azından- en kötüsünden biraz daha iyisine yaklaştırır. Böylece bahsi geçen kötü son için bütün kalkanlarımızı fark etmeden giymiş oluruz ve belirsizliğin tedirginliği bizi olanca kudretiyle yutmaz. Bu da daha az acı demek. İyi sonlardan bahsetmiyorum bile. İyi sonlar, adı üstünde, iyidir işte. Tabiî kibre mahâl vermediği ölçüde… Peki, ya ânî sonlar?

Geçtiğimiz ay ânî bir sonla karşılaştık. Hiç beklemediğimiz bir anda telefon çaldı. Eniştem kalp krizi geçirmiş. Kalp krizi geçirmek artık nezle olmak gibi geldiğinden, itiraf etmeliyim, bu ilk telefonla çok sarsılmadık. Halamı arayıp acil şifalar diledik ve kapattık. Büyümenin bir diğer özelliği de “yaşam gailesi” denen o lânet olası alışkanlığa her geçen gün biraz daha alışmak. Bu alışkanlık öyle hain bir düşmandır ki etrafınızı nasıl çepeçevre sardığını anlamazsınız.

Gündelik ihtiyaçlarla, küçük mücadelelerin ortasında savaşırken yorgun düşersiniz. Ama Kurtuluş Savaş’ında olmadığınızdan bir paşa gönül gelip de bir tas su verip sırtınızı sıvazlamaz. Durun durun gençler, kaçmayın! Edebiyat yapmayacağım. Yüzleşmekten korktuğunuz bütün korkuları suratınıza çalmayacağım. Çünkü ben de büyümeye başladım; ben de iyi, kötü ve ânî tüm sonlardan korkmaya başladım…

Birkaç gün sonra tekrar çaldı telefon. “Her geçen gün biraz daha kötüye gidiyor” dediler. Belirsizlik yavaş yavaş perdesini aralamaya başlamıştı. Ve son kez çaldı telefon: “Yer bakın…”

Yer bakmak? Birinin son nefeslerini verdiğini öngörerek uygun bir mezarlık bulmak için kullandığımız iki kelime… Daha birkaç ay önce oğlu için düğün yeri bakan enişteme yer bakmak… Ânî sonlar karşısında zihin bile oyun oynamaya fırsat bulamıyor. Böyle durumlarda benimsemek şöyle dursun, olayın vahâmetini anlamak bile çok zaman alabiliyor.

Aile olmanın sorumluluğuyla derhâl toplandık cenaze evine. Tarif edemediğim bir olgunluk var bizimkilerde. Böyle zor zamanlarda kimse kendinden geçmez. Birkaç kişi bağırıp çağırıyor ortalıkta. Onları da eşini kaybeden halam sakinleştiriyor. Bu cenazeyi diğerlerinden ayıran bir şeyler olduğu, daha o andan itibaren belli aslında. Ancak dedim ya, ânî sonlar söz konusu olduğunda zihin oyun oynamaya fırsat bulamıyor. Kolayca benimseme safhasına geçemiyor insan.

Kalabalık… Öyle kalabalık ki, içim sıkışıyor sanki. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan, kısaca öngörülemez bir ağırlık var üzerimizde. Derken tabutu getiriyorlar defnetmek üzere. Halam, kalabalığı âdeta yararak başına gidiyor tabutun. Defnediyorlar eniştemi. Başsağlığı dileklerini göğüslemekle uğraşıyorlar. Derken dağılıyor kalabalık…

Halam mezarın başında. Bir gün öncesinde bakılması için aranan yer var ya, heh, işte tam onun başında! Ölene telkin verilirmiş ya hani, halk arasında “talkın” da deniyor, sen o halam, tut, mezar başında enişteme telkin ver. Demiş ki enişteme, “Rabbin Allah, kitabın Kur’an… Seni çok seviyorum aşkım, hepsini biliyorsun, korkma, tamam mı?”… Bu sahne kafamda döndükçe ben kahroluyorum. Bilinmezliğin perdesi bu kadar asil yırtılır mı be hala? Bir cümleye bu kadar çok aşk, bu kadar çok varoluş, bu kadar çok sır sığdırılır mı?

Eve dönüyoruz. Görevler tamamlandı. Babaannemi birkaç gün daha halamla birlikte bırakıyoruz. Bizimkiler de yalnız bırakmamak için her gün yanına gidiyorlar. Oysa onun ihtiyacı yok aslında böyle şeylere. O, tedirginliğini bir ceket gibi asmış çoktan portmantoya. Tüm sonları alıp cebine koymuş da çocuklarına harçlık yapmış. Sırtlamış sevdâsını, ömrünü hamal yapmış.

İstediklerimi düşünüyorum. Ve nasıl elde edebileceğimi… Gerçekten elde etmek isteyip istemediğimi… Yapabileceklerimi düşünüyorum. Kafamda hâlâ aynı sahne… Yapabileceklerimin sonsuzluğu beni yutmuyor artık. Öğrendim ki sevmek, belirsizliğin sisli havasını tek bir cümleyle dağıtabilir.

Rhonda! Bize gelsene, bir gün bir çay içelim, sana bir sır vereceğim…