GÖÇMEN meselesi gündem kalıp
siyâsî atışmalara konu olmaya devam etmektedir. Yakın bir zamanda gündemden
çıkması ihtimâli de görünmemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasına göre
“Türkiye’de beş milyon göçmen var” iken daha fazlasını kaldırmaya Türkiye’nin
şartları müsait değildir. Mevcut göçmenlerinse Avrupa’ya gitme seçeneğinden
başka Türkiye’den ayrılma istekleri de yoktur.
Avrupa ülkeleri kapılarını sıkı sıkıya kapatmış hâlde, sınır saydıkları
Yunanistan’ı -Orta Çağ korsanlıklarını aratmayan vahşilikle- Avrupa’ya gitmeye
çalışan göçmenleri engellemek için kiralamış görünüyorlar. Yani Türkiye’deki
göçmenler, kestirilemeyecek bir zamana kadar burada kalmaya devam edeceklerdir.
Göç meselesini uluslararası bir soruna dönüştüren ABD ve benzeri devletler,
hedef olarak seçtikleri ülkelerin nefesini göçlerle kesmeye çalışmaktadırlar. O
hedef ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye’nin coğrafî konumu ve göç yolu
üzerinde olması, zaten kendiliğinden hedef ülke olmasına yol açmaktadır. Ancak
Suriye’de, önce DAEŞ, sonra da PKK eliyle ABD, Türkiye’ye önemli bir nüfus
kaydırması yaptı. Rusya ve İran’ın desteğini arkasına alan Baas/Esad yönetimi
de benzerini fazlası ile yaptı ve Türkiye’ye önemli bir nüfus kaydırması
gerçekleştirdi.
Türkiye muhtemelen bu sonucu kestiremedi. Göçü önlemek için uluslararası
hukukun kendisine verdiği imkânları kullanarak, Suriye içinde Halep ve benzeri
yerleri önceden alarak tek başına bir güvenli bölge oluşturmadı. Ancak 24 Ocak
2016’da Cerablus bölgesine uzun bir gecikmeden sonra yaptığı müdahale ise istenen
sonuca götürmedi. Çünkü Suriye’nin orta, kuzey ve batı bölgelerinden tehcir edilen
dört milyonluk nüfus için Türkiye’nin denetiminde olan Halep’in El-Bab ve
Cerablus gibi birkaç ilçesi yeterli olmamıştı. Suriye’yi işgal eden üç ülke
olarak ABD, İran ve Rusya, orada önemli bir nüfus plânlaması yapmıştı.
Suriyelilerin can derdiyle Türkiye, Ürdün ve Lübnan’a sığınmaları da bu
ülkelerin nüfus plânlaması işlerini kolaylaştırdı.
Son birkaç yıldan beri önemli miktarda Afgan göçmen de Türkiye’ye akmaya
başladı. Üstelik Afganistan’ın Türkiye’ye olan uzaklığı dikkate alındığında
bunun kolay olmadığı da görülecektir.
İran Hükûmeti, komşu İran’a sığınan Afganları hiçbir denetime tâbi tutmadan,
onların Türkiye’ye gelmeleri için bütün yolları açmıştır. Kırk yıldan beri
İran’da olan Afgan göçmenlere yenilerinin eklenmesini engellediği gibi,
Türkiye’nin üzerindeki yükü de bilinçli olarak arttırmaya yönelmiştir. Türkiye
ise yine gecikmiş olarak, İran sınırına boydan boya üç metre yüksekliğinde
duvar örmeye başlamıştır. Duvar ne zaman biter, bitse bile üzerinden geçişlere
ne kadar engel olabilir, bunun için kimsenin bir garanti veremeyeceği açıktır.
Vakt-i zamanında Türkiye-Suriye sınırında gömülü olan mayınlar bile
geçişleri engellememişken, İran sınırındaki duvara fazla umut bağlamak gerçekçi
değildir. Ancak hiç yoktan iyidir ve sınırdaki geçişlerin denetimlerini
kolaylaştırır.
Türkiye’nin iç siyâsetinde ise göçmenler diğer konuların önüne geçmiştir.
Özellikle Sol ve Kemalist çevreler, göçmen düşmanlığı için yarışmaktadırlar.
Hiçbir ülkenin halkı bütünüyle 622 Medîne’sinde olduğu bir ensarlık ruhu içinde
olmaz. Göçmen sayısı arttıkça, göçmenlerin kalış süresi uzadıkça, ensarlık
ruhunun da hızla unutulacağı görülmektedir. Üstelik Sol ve Kemalist çevreler,
Suriye’de Esad rejimine muhalif olup savaşarak veya savaşmayarak Türkiye’ye
sığınmış olanlara karşı tarifsiz bir düşmanlık içindedirler. Bütün katliam ve barbarlıklarına
rağmen Baas/Esad yönetiminin devam etmesi bu çevreler için siyâsî bir kazanç
gibi görünmektedir. Suriye’de Muhaliflerin kazanmasını, “irtica” dedikleri İslâm’ın
oraya egemen olması saymaktadırlar. Nitekim emekli Tuğamiral Türker Ertürk,
“Suriye’nin kuzeyinde Müslüman Kardeşlerin egemenliğinden ise lâik yapılı
PKK/YPG’nin egemen olmasının daha iyi olacağını” iddia etmiştir.
Türkiye’de Sol/Kemalist muhalefet için göçmenler, iktidarı düşürmenin bir
aracı durumundadır. Salgın gibi nedenlerden dolayı ağırlaşan ekonomik
krizlerden etkilenen halk kesimlerini etkileme ve iktidara karşı kışkırtmanın
bahanesi hâline dönüştürmüşlerdir.
Türkiye’nin yetersiz olan ekonomik kaynaklarının göçmenlere harcandığı,
göçmenlerin çoğuna vatandaşlık verilerek iktidarın seçimleri kazanmaya
çalıştığı gibi akıl sınırlarını zorlayan iddiaları sömürmeye devam
etmektedirler.
“Sınır namustur!” sözüne nasıl bakmak gerekir?
Afganistan’da ABD’nin yenilip çekilme kararından sonra, oradan göç
edenlerin artacağı ihtimâli ile birlikte geçen birkaç yıl içinde Afganların
Türkiye’ye geliş haberleri tekrarlanmaya, Türk halkı bütün göçmenlere,
özellikle yeni Afgan göçlerine karşı kışkırtılmaya çalışılmaktadır. Kabul
edilmelidir ki, Türkiye muhalefeti bu kışkırtmada epeyce mesafede almıştır.
Birdenbire muhalefet çevreleri için “Sınır namustur!” cümlesi kutsal bir vecîzeye
dönüşmüştür. Afganistan’da Taliban hâkimiyetinin kesinleşmesi üzerine Türkiye
muhalefeti, Afgan kadınlar için ağıt yakmaya başlamıştır. Yüz yıla yakın
zamandan beri Kemalist/Sol çevreler, Türkiye’de kadınları inançları/kıyafetleri
için okuma/çalışma ve seçilme hakkından yoksun bıraktıkları hâlde, şimdi Afgan
kadınları için ağıtlar yakarak Taliban’ın Afganistan’da yaptığı/yapacağı
söylenen baskılar/zulümler bahanesiyle doğrudan İslâm’a karşı yeni bir kin ve
nefret dalgası oluşturmaktadırlar.
Türkiye’nin Sol/Kemalist çevreleri, Afganistan’da ABD’nin yenilmiş olmasından
dolayı büyük bir hayâl kırıklığı yaşamakta, bir umutsuzluk ve panik havası
içindedirler. ABD’nin rezilce çekilmesini bir yanlışlık olarak görmektedirler.
Taliban yerine ABD işgalinin Afganistan’da sürüp gitmesini tercih
etmektedirler. Türkiye’de de ABD’nin yanında ve Taliban’a karşı bir çeşit
kampanya yürütmektedirler. Üstelik bu kampanyalarını “ABD karşıtlığı” gibi
aldatıcı bir maskeyle perdelemektedirler.
Sol/Kemalist çevreler, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin günümüzdeki uzantıları
olarak, her nerede İslâmî bir gelişme-ilerleme varsa ona karşı olarak daima Batılı
sömürgecilerden ve onların yerli işbirlikçilerinden yana olmuşlardır.
Afgan göçmenleri nedeniyle Sol/Kemalist çevrelerin tedavüle soktukları “Sınır
namustur!” vecîzesiyle kirli/işbirlikçi geçmişlerini kapatmaya ve ibra etmeye
heveslidirler. Oysa Türkiye sınırlarını sömürgecilerin isteği tayin etmiştir.
Kemalist çevreler sömürgeci İngilizlerin/Rusların tayin ettiği sınırlara “Evet”
demişlerdir. Yalnızca Kars Antlaşması’nın hatırlanması, bu konuyu açıklığa
kavuşturabilir.
1918’de yeniden Türkiye sınırları içine alınan Batum, Meclis Ankara’ya
taşındıktan sonra, Ankara’ya 1920’de dört milletvekili göndermiştir. O
milletvekilleri, Ankara’da Meclis faaliyetlerine katılırlarken, 13 Ekim 1921’de
Batum’un Türkiye sınırları dışında bırakıldığını görmüşlerdir. Benzeri örnekler
Irak, Suriye ve Yunanistan sınırları içinde de mevcuttur.
Şimdi Sol/Kemalist çevrelerin, ülke sınırlarını -siyâset icabı da olsa-
namus olarak görmeleri, kendileri için bir ilerlemedir. Ancak bu ilerlemenin,
ciddiye alınması için gerçekçi olması ve Sol/Kemalist çevrelerin kendi
kirli/işbirlikçi geçmişlerini sorgulamaları, bir özeleştiri yapmaları gerektir.
Bunu yapmadan parti binalarının üstüne “Sınır namustur!” yazmak, sınırı
gerçekten namus bildiklerine inanmak için yeterli değildir.
Üstelik Türkiye’ye sığınmış olan Azerbaycanlı 150 askeri 1945’te İnönü/CHP
iktidarı SSCB’ye teslim ederek, Türkiye sınırındaki Boraltan Köprüsü’nde
kurşuna dizdirip katlettirmiştir. Böyle bir geçmiş mirası olan Sol/Kemalist
muhalefetten insanî nedenlerle, Türkiye’nin Suriyelilere ve Afganlara geçici de
olsa ev sahipliği yapmasını beklemeyi istemek beyhudedir. İnsanî duygulara uzak
olan Sol/Kemalist çevreler için can derdine düşenlere yardım etmek, “sınır
namusunu” çiğnetmektir. Gerçeğin böyle olmadığını bu çevrelere anlatmaksa
dünyanın en zor işidir.
İçerideki siyâsî görüşlerini düşmanlığa göre oluşturdukları gibi, dış
siyâsî görüşlerini de düşmanlık ve kin üzerine şekillendirmektedirler.
Göçmenler nedeniyle görülmüştür ki, Sol/Kemalist çevrelerin hümanizm söylem,
yalnızca İslâm’a karşı kullanmaya heveslendikleri bir araçtır. Türkiye’nin en
gerici ve ırkçı çevreleri bunlardır. Başka toplumlara karşı büyük bir düşmanlık
içindedirler. Yalnız her nasılsa, düşman olarak seçtikleri toplumların tamamı
Müslümanlardır!
Yüz yıldan beri Araplara karşı duydukları kinlerini anlatarak bitirememişlerdir.
Şimdi buna bir de Afganlar eklenmiştir. Afganlara olan kinlerini “Taliban”
adıyla yapmaktadırlar. Taliban’ın İslâm anlayışını her ne kadar eleştiriyor
görünseler de düşmanlıklarının asıl nedeni, Taliban’ın ABD’yi Afganistan’dan
kovmasıdır. Sol/Kemâlist çevreler için Taliban, ABD/NATO’yu yendiği için
affedilmez bir suç işlemiştir.
Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu ekonomik şartları kendi nüfusunun
önemli bir bölümünü de sürekli fakr-u zaruret içinde yaşatırken, beş milyonluk
bir göçmen kitlesinin varlığı daima siyâsî istismar konusu olacak niteliktedir.
Bu beş milyon Türkiye’de kaldıkça ve yeni göç haberleri duyuldukça, sosyal
bünyeyi sarsacak olayların çıkarılma ihtimâli her zaman vardır.
Herkesten ensarlık ruhunu beklemek gerçekçi değildir. Üstelik o ruha sahip
olanların bile ömür boyu, çok uzun bir süre o ruhun gereklerine göre
davranmalarını beklemek de isabetli değildir.
Türkiye’de aileler arasında görülen ve bazen ömür boyu süren kavgaların
birçoğu da mal mülk anlaşmazlığına dayanmaktadır. Türkiye’deki işsiz sayısından
daha fazla göçmenin olması, göçmenlerin bir kısmının da iş güç sahibi olması
veya öyle bilinmesi, bugün ve geleceğe dönük plânda toplumsal barış için önemli
bir tehdittir. Göçleri kaynağında durdurmak en gerçekçi yoldur.
Afganistan’da barışın ve istikrarın teminine yardımcı olmak, Afgan göçü
için birinci derecede çözümdür. Taliban ile mesafeli ve iyi ilişkilerden başka
çâre yoktur.
Suriye meselesi birkaç ayda bu hâle gelmedi, birkaç ayda çözülmesini
beklemek de gerçekçi değildir. ABD ve Rusya işgalinde olan bölgelerden gelmiş
olan Suriyelilerin geldikleri yerlere geri dönmeleri için bu işgalci ülkeler
ile ortak bir çözüm aramak daha gerçekçi bir yoldur.