“SİNEMA”
deyip geçmeyin; bunun dramı var, komedisi var, romantiği, şiddete başvuranı,
destansı kahramanlık filmlerin yanında korku filmi olanı, toplumsal mesaj
sunanı, ödüllüsü, gözden ırak olanı, kalitelisi, sıradanı var. Kısacası beyazperde,
uçsuz bucaksız bir dünya aslında.
Sinemanın tarihi,
zannedildiği kadar eski değildir. İlk sinema filminin Fransız Lumiere Kardeşler
tarafından 28 Aralık 1895’te çekildiği kabul edilmektedir. İlk senaryolu film,
1902 tarihli Aya Yolculuk, ilk renkli
film ise 1939’da çekilen meşhur Rüzgâr
Gibi Geçti’dir. Bizde ise sinema 1914 yılında Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı belgeseliyle başlar. İlk
renkli filmimiz ise Muhsin Ertuğrul’un 1953 yapımı Halıcı Kız’ıdır. Sinemanın 100 yıllık bir geçmişi vardır ama gücü
ve etkisi bir asrın çok ötesindedir. En süfli duyguları kamçılayacağı gibi, en
yüce duyguları da uyandırabilir.
Sinema konusunda kalem
oynatmak, öncelikle sinema eleştirmenlerinin hakkıdır. Bizim yazdıklarımız
seyirci gözüyle, genel çerçeveden bir bakış olacaktır. Şunu belirtelim ki
sinema, yerine göre hazine, yerine göre bataklıktır. Duyduğumuz binlerce söz, melodi,
baktığımız resim ve film beynimizde yer eder, iz bırakır. Shakespeare’in, “Bir
ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür” sözü boşuna
söylenmemiştir. Siz “türkü” kelimesini film olarak da okuyabilirsiniz.
Yaşadığımız çağda
teknolojinin de etkisiyle dünyanın öbür ucunda çıkan bir müzik gurubu veya
çekilen bir film, çok kısa sürede her yere yayılmaktadır.
Filmi seyretmek, kitap
okumaktan daha kolay olduğu için tercih sebebi olmaktadır. Oysa bilginin
kaynağı kitaptır. Okumadan uzaklaşıp kitaptan kaçınca çağımızın bilgi
kirliliğinden de nasibimizi alıyoruz. Kanunî Sultan Süleyman Han’ı “Muhteşem
Yüzyıl” dizisinden, gülmeyi Recep İvedik’ten, aile yaşantısını “Yaprak
Dökümü”nden, politika’yı “Kurtlar Vadisi”nden, gençliği “Kavak Yelleri”nden
öğreniyoruz. Öğrendiğimizi zannediyoruz. Kitapla neredeyse bağı kesilen gençlik,
olayları televizyon dizilerindeki gibi zannediyor. Hangisi gerçek, hangisi
uydurma, ayırt etmekte zorlanıyor. Allah aşkına, kitaba dört elle sarılalım!
Kulaktan dolma bilgilerle yetinmek yerine bıkmadan, usanmadan gerçeği arayalım,
peşine düşelim hakikatin!
Kahramanlarımızı gözden
düşürmek
İnsan, meziyetleri ve
zaaflarıyla insandır. Hata yapabilir, günah işleyebilir, yanılır, ayağı kayar… Her
insan yer, içer, güler, ağlar, hastalanır, yorgun düşer. Bütün bunlar olağandır,
ancak siz bire beş katarak, gerçeği yalana bulayarak her şeyi çarpık ve
karmaşık hâle getirirseniz aileyi de, milleti de darmadağın edersiniz.
Bu milletin evlâtları
Alpaslan Gazi’yi, Osman Bey’i, Fatih Sultan Mehmet’i, Yavuz Sultan Selim’i, Kanunî
Sultan Süleyman’ı, Sultan Abdülhamid’i, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, Mareşal
Fevzi Çakmak’ı, ismini saydığımız ve sayamadığımız yüzlerce lideri, komutanı,
devlet adamını örnek almasınlar mı? Hataları varsa ders alalım, yanlışları
varsa düzeltelim ve biz daha iyisini, daha güzelini yapmaya gayret edelim.
Kahramanlarımızı inkâr etmek bize ne kazandırabilir ki?
Her olay toplumda
etki-tepki şeklinde karşılık bulur. Taraf olanların yanında karşı çıkanlar
bulunur. Önemli olan, resmin bütününü görmektir. Neden Kanunî Sultan Süleyman
Han’a dizilerde hakaret edilir, olaylar abartılıp çarpılarak sunulur, gözden
düşürülmek istenir? Adı üstünde, “Kanunî”… Avrupalıların diliyle “Muhteşem
Süleyman”, “Türk asrı” diye bilinen asırlarda kendisinden bahsettirmiş cihan
padişahı. Türkiye’nin yeniden dünya devleti olmasını istiyorsanız, örnek
alacağınız kişilerden birisi Kanunî’dir. “Bu milletin evlâtları Kanunî’yi örnek
alırlarsa yeniden cihana hâkimiyet kurar, hükümran olurlar” diye mi korkuluyor
acaba?
Soruyorlar: “Ne yapmak lâzım?” Cevapları şu: “Öyleyse Kanunî’yi milletin, özellikle de gençlerin
gözünden düşürmek gerekir. Bu iş için, adı ‘Muhteşem’ olan bir dizi yeter de
artar bile!”
Sinemanın emektarları
Yerli sinemada Memduh Ün,
Atıf Yılmaz, Metin Erksan, Halit Refiğ, Yavuz Turgul, Ahmet Uluçay ve Çağan
Irmak, ilk aklımıza gelen yönetmenler. Yabancı film denilince de Alfred
Hitchcook’tan Charlie Chaplin’e, Martin Skorsese’den Quentin Tarantino’ya, Woody
Allen’e, David Fincher’e, Christopher Nolan’a kadar liste uzayıp gider.
Ayhan Işık, Belgin Doruk,
Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Kartal Tibet, Fatma Girik, Erol Taş, Ediz Hun,
Hülya Koçyiğit, Fikret Hakan, Aliye Rona, Hulusi Kentmen, Ekrem Bora, Filiz
Akın, Adile Naşit, Sadri Alışık, Necdet Tosun, Şener Şen, Kemal Sunal, İhsan
Yüce, Gülşen Bubikoğlu, Tarık Akan ve Münir Özkul başta olmak üzere pek çok
sinema emektarı ne çok misafir oldu evimize. Bizi hem güldürdüler, hem de
ağlattılar. Onların unutulmaz rollerinde kendi hayatımızı seyrettik aslında.
Söz gelimi, Şener Şen’in “Züğürt Ağa” filmini kim bilir kaç kez seyretmişizdir
ama her defasında aynı duygu seline kapılmışızdır.
Çocukluğumuz TRT’nin siyah
beyaz günlerinde kovboy filmleri seyrederek geçti. İhtiyar Delikanlı, Bonanza
ve de Kökler, o günlerden hafızamızda yer eden diziler. Sinemayla, sinema salonuyla
ilk ciddî tanışıklığımız, Mustafa Akad’ın yönetmenliğini yaptığı “Çağrı” filmiyle
oldu. Ankara’da öğrenciyken Arı Sineması’nda seyretmek için ne mücadeleler
vermiştik. Sanki asırlık hasretimiz dinmiş, kendimize gelmiştik. “Hazreti Hamza”
rolündeki Antony Quinn’le Bedir’e, Uhud’a yolculuk yapmıştık. “Hele son sahnede
Kâbe’de putlar yüzüstü yere düşerken salondan çıkan sesler hâlâ kulaklarımızda”
desem yeridir.
Sinemada millîlik
Acı bir yaradır ki,
Malkoçoğlu gibi bazı filmleri istisna edersek, bizim filmlerimizde genellikle
dinden, millî değerlerden bahsedilmez, bahsedilirse de dalga geçme, alay etme
şeklinde olurdu. Batı kaynaklı filmlerde papaz her zaman güzel giyinen, güzel
konuşan, insanlara yardım eden sevimli bir karakter olarak gösterilirken, bizim
filmlerimizde imam kazma dişli, çember sakallı, yobaz, önüne geleni kırıp
geçiren itici bir tip olarak canlandırılırdı.
1943 yılında Necip Fazıl
Kısakürek, Büyük Doğu dergisinde “millî sinema” kavramından bahsederek yazılar
yazdı. Daha sonra Millî Türk Talebe Birliği’nde (MTTB) millî sinemanın ilk
denemeleri yapıldı. Yücel Çakmaklı’nın yönettiği Birleşen Yollar (Türkan Şoray, İzzet Günay), Oğlum Osman, Kızım Ayşe, Küçük Ağa, Kuruluş Osmancık, Sahibini Arayan
Madalya ve Minyeli Abdullah gibi
filmler milletin yüreğine su serpti. Türk insanı ilk defa kendi hayatını izledi
beyazperdede. Mesut Uçakan’ın Kelebekler
Sonsuza Uçar ve Yalnız Değilsiniz
gibi filmleri, kanayan yaralara parmak bastı.
Gönül Dağı
Son zamanlarda TRT’de
yayınlanan “Diriliş: Ertuğrul” gibi tarihi konu alan dizilerin millî şuurun
uyandırılmasında önemli rol oynadığı yadsınamaz bir gerçektir. Tarihî dizilerin
yanında insan hikâyelerini anlatan dizilerin de başarılı olduğu biliniyor. TRT’de
geçen yıl başlayan televizyon dizisi “Gönül Dağı”, hepimizi kalpten kalbe giden
o sırlı yolda bir yolculuğa çıkarmadı mı? İnsanın toprakla, dağla, taşla,
ovadaki çakırdikeniyle bir bağı olduğunu anlatmadı mı bize? Yılkı atları
geçmedi mi içimizden? Jeoloji mühendisleri Gönül Dağı’nın taşlarını incelerken
bilimle tanışmadık mı? Amcaoğullarının yaptıkları uçak ve icatlara şapka
çıkarmadık mı?
Gönül dağının sırlarla
dolu çobanı hepimizi meraklandırmadı mı? Ciritçi Abdullah’ın ağırlığı, bilgece
sözleri yer etmedi mi zihnimizde? Taner’in bozkırı aşan hayâlleri umut olmadı
mı pek çok gence? Taner’in annesi Halime Teyze’nin dimdik duruşu, “İşte bir
Osmanlı anası!” dedirtmedi mi hepimize? Dilek’in masumluğu, Taner’in “Dilek
Çeşmesi” ve “Dilek Köprüsü”, çocuk yüreğinden coşan aşkını anlatmadı mı?
Davulcu Muammer ile Ağıtçı Hüseyin kardeşlerin muziplikleri güldürmedi mi?
Amcaoğlu Veysel’le Cemile’nin tertemiz sevgisi dağlamadı mı içimizi? Hele
amcaoğlu Ramazan’ın sevimliliği, Asuman’ın peşinden koşarken yüreğinden dökülen
sözler acıtmadı mı içinizi? Zahide’yle Sefer’in küllenen aşkı, Sefer’in örnek
davranışları, adamlığı, Anadolu insanının özünü sermedi mi gözler önüne?
Elif’in içe kapanık, sırlarla örülü yalnızlığı dokunmadı mı size? Kellerin
Rıfat’ın gerçek yüzüne bir Ramazan şenliğinde şahit olmadık mı? Selami ile
Keriman’ın sakarlıklarına gülmedik mi? İstanbul’da büyüyen Serdar’ın Anadolu’da
kendini bulmasına, değişen yaşantısına gıpta etmedik mi?
Kısacası hepimiz
hayatımızdan bir parça bulmadık mı, bir ize rastlamadık mı? Sizin de tepenize Gönül
dağından kayalar yuvarlanmadı mı? Demek ki bir dizinin illâ vurdulu kırdılı
olması gerekmiyormuş. Müstehcen sahneler olmadan, başrol oyuncularının elinden
içki kadehi düşmeden de dizi çekilebiliyormuş. Öyle zannediyorum ki, geçen yıl
en çok izlenen dizilerden biri oldu Gönül Dağı.
Bir gün kendi filmimizi
seyredeceğimizi ve “Fe eyne tezhabun” (Ey insanlar, nereye kaçıyorsunuz?)
denileceği günü aklımızdan çıkarmayalım. Şu fani âlemde kimsenin kalbini kırmayalım.
Kırmayalım ki, Gönül Dağı’ndan taşlar yuvarlanmasın…