Sineden taneye

Rengârenk taşlar, milyonlarca yıllık hayvan artıkları, değişik türdeki madenler ve ağaçlar mahir ustaların özverisiyle Yüce Yaratıcının şükre matuf azametini, rahmetini, ikramını iliştiriverir avuçlarımıza, tespihlerle kâinatı serer parmak uçlarımıza.

BİR umre ziyaretinde Hafize Hanım, Mescid-i Nebevî’de namazını eda etmişti. Oteline döneceği esnada elinden hiç düşürmediği tespihinin olmadığını fark etti. Abanoz ağacından mamul bu tespih senelerce ona yarenlik etmişti. Mescitte kayıp eşya aramak edebe mugayir bir hareket olduğundan, yalnızca kayıp eşya kutularına bakmakla yetindi ancak aradığı tespih hiçbirinde mevcut değildi.

Bütün kutulara bakmasına rağmen eli boş dönen Hafize Hanım, ister istemez hüzünlenmişti. Bu tespihi ona değerli kılan şey, mukaddes topraklara her gelişinde ibadetlerini, zikirlerini, sa’ylarını onunla eda etmesiydi. Narin elleriyle onu her çektiğinde, parmaklarından sesine, kalbinden nefesine yol bulup giden lafızlar, gönlünde manevî bir tat bırakırdı. Vakitli vakitsiz, seherlerde, gün batımlarında elinden akıp giden rahmet tanecikleriyle, art arda dizilmiş zikirleriyle, supha supha Rabbine iltica ederdi.

Hafize Hanım ertesi gün yine mescidin aynı yerinde ibadetini yaparken omzuna dokunan bir el, abanoz tespihini ona uzatmıştı. En kıymetlisini ona getiren bu Mısırlı hanımla tanışmış, kucaklaşmış, hatta biraz da gözleri yaşarmıştı. O gün Mekke’ye gidecek olan Mısırlı hanıma teşekkürlerini sunan Hafize Hanım, yeniden tespihine kavuşmuş olmanın sevincini yaşamıştı.

Birkaç gün içinde Mekke’ye gitmiş ve orada bir hafta kalmıştı. Türkiye’ye dönmesine sayılı saatler kaldığında, Harem-i Şerif’e bir veda ziyareti yaparak bir haftadır tanış olduğu, muhabbet ettiği Malezyalı Mabrura’yı da görüp onunla da helâlleşmek istemişti. Bir araya geldiklerinde Mebrura, çok memnun kaldığı bu kısa beraberliğe bir hatıra bırakmak için, çok sevdiği kuka tespihini Hafize Hanım’a* hediye etmişti.

Hafize Hanım bunun altında kalmak istememiş ancak yanında abanoz tespihinden başka bir şeyi olmadığından, kıymetli tespihini bu temiz yüzlü kızcağıza hediye etmişti. Hâl dilinin o küçük habbelere yansıdığı iki tespih şimdi yer değiştirmişti. Hafize Hanım her ne zaman Mebrura’nın verdiği bu kuka tespihle zikir çekse, o zarif sesin “Dualarında unutma!” yankısı vurur kulaklarına ve simasını hiç unutmadığı o sesin sahibini de dualarına katardı.   

Her tespihin bir hikâyesi, bir de seveni vardır; tespihle kurulan bağlarla hatırda kalan kardeşlikler vardır. Tespih taneleri gibi bir araya gelen farklı hamurlar farklı dilleri konuşsa da muhabbet ipliğine dizilmiş gibi hemdem olmuş gönüllerde böyle ufak bahanelerle bir bağ kurabiliyordu tespihler.

***

Küçük mütevazı atölyenin camından süzülen günün ilk ışıkları, duvarındaki “Besmele ile açılır her gün bizim tezgâhımız/ Hazreti Veysel Karanî pîrimiz, üstadımız” yazılı levhaya vuruyordu. Naim Usta besmelesini çekerek bir köşeye yığılmış odun özlerinden, ud (öd) ağacı parçalarından alarak çıkrık-kemanenin başına geçti.

Çıkrık kemane, iki elin ve bir ayağın aynı anda çalışmasıyla kullanılan bir el tezgâhı. Naim Usta taneleri önce taslak hâline getiriyor, sonra tane taslaklarını çıkrığa takarak kemane ile ileri geri döndürüyor, delinmiş taneleri “çarkûşe” yardımıyla genişletip sonra mafsalaya takarak önce arda, peşinden rende ile şekillendirip koal ile cilalıyordu.

Tezgâhtan dökülen talaş tozlarının yaydığı rayiha Naim Usta’nın yüreğine Nebevî bir özlem, diline salat u selâmlar düşürüyor, hablardan gelen rende seslerine biraz kulak kabartarak odunun ustaya teslim olana kadar yaşadığı evreleri bir bir mızırdadığını hissediyordu.

Yazılı bir kaynağa dayanmayan bir anlatıya göre, halk dilindeki söylemiyle Cennet’ten kovulan Âdem’e (as) hiçbir ağaç yardım etmezken, ud ağacının, örtünmesini sağlayarak O’na yardım ettiği rivayet edilir. Ud ağacına bu durumun sebebi sorulduğunda, Âdem’in (as) alnında Ahir Zaman Peygamberinin nurunu gördüğünü söyler. İşte bu yüzden ud ağacı, muazzam bir kokuyla taltif edilmiştir. Mekke-i Mükerreme’nin kokusu, Cennet’in kokusu olarak da tarif edilir.

Ud ağacı yetmiş yaşına gelmeden yağ sağımı yapılamaz. Ağaçtan hammadde elde edebilmek için çeşitli yerlerinden yaralanır; kendisini iyileştirmek için özel bir sıvı salgılar, salgılanan bu sıvı ağaçta bir reçine meydana getirir ve ağaç, böylece özleri toplanarak işlenecek kıvama gelir.

Bütün tespih tanelerinin aynı ebatlarda şekillendirilmesi Naim Usta’nın yalnızca el becerisi değil, aynı zamanda bütün duyularına tecrübesini katarak, gönlünü de ortaya koyarak sanatını icra etmesiyle ilgilidir. Bu taneleri genellikle kürevi, bazen de beyzi şalgami tarzda şekillendirmektedir. Hablar takım, nişane, pul ve ara taneler hazır hâle geldiğinde tespih de kuşanıp dizilmeye hazırdır. Naim Usta doksan dokuzluk olarak dizdiği tespihlerine tamamlayıcı olarak imameden sonra ipek püskül yahut da imame ile hatime arasına birkaç boncuk ilâvesiyle en son imamenin üzerine ismini yazarak tespih yapımını neticelendirir.

Yaşlanmış bedenine, feri sönmüş gözlerine aldırış etmezdi Naim Usta. Çıraklığa başladığı ilk günkü heyecanını taşırdı sinesinde. Yıllarca edindiği tecrübe, sönmeyen sanat aşkı tezgâhından ve parmaklarından tanelere akar giderdi. Tespihi tamamlayıp eline aldığında, adeta ud ağacının gözyaşlarıyla musafahalaşır, ona “Hoş geldin” derdi.

Rengârenk taşlar, milyonlarca yıllık hayvan artıkları, değişik türdeki madenler ve ağaçlar mahir ustaların özverisiyle Yüce Yaratıcının şükre matuf azametini, rahmetini, ikramını iliştiriverir avuçlarımıza, tespihlerle kâinatı serer parmak uçlarımıza.

***

Tespih yapımı 16’ncı yüzyıl Osmanlı döneminde bir sanat geleneği hâline dönmeye başlamış. O dönemde İstanbul dünyanın en güzel tespihlerinin yapıldığı yer olmuştur. Çoğu yerde tespih kullanmak bir statü ve meslek göstergesi hâline gelerek, padişahların, vezirlerin, zenginlerin, tarikat ehlinin kullandığı tespihler farklılık arz etmiştir. Buna göre hekimler anti bakteriyel özelliğinden dolayı kuka tespih, tacirlerse deve kemiğinden yapılmış tespihleri kullanırlardı. Tekke ve zaviyelerde beş yüzlük, binlik tespihler tercih edilirdi. Sufiler nefsi terbiye eden tarzda, mütevazı olduğu için ahşap tespihler çekerlerdi. Padişahlar -Kur’ân ayetlerinde isimleri zikredildiğinden- inci ve mercan tespihleri tercih ederlerdi. Serinliğinden dolayı oldukça pahalı bir tespih olan Necef tespihleri üst düzey zümrenin, hanım sultanların kullandığı bir türdü.

Necef taşı, Irak bölgesinde yüksek dağlarda sertlik derecesi oldukça yüksek, işlemesi zahmetli bir malzemedir. Bölge halkı bu tanelerin Nuh Tufanı’nda Allah’ın (cc) azap olarak gönderdiği dolu taneleri olduğuna inanır. Başka bir özelliği de her birinin içinde su damlacıkları olmasıdır. Kutsal topraklara gidemeyen Osmanlı sultanları Kâbe-i Muazzama’yı sembolize eden Necef taşını seyreder, böylece Kâbe’ye olan özlemlerini hissederlerdi.

Topkapı Sarayı’nda 18’inci yüzyıla ait zümrüt, akik, mercan, Oltu taşı, Necef, öd ağacı, kehribar, boynuz gibi maddelerden elde edilmiş çok sayıda tespih vardır. Sarayda, bayramlarda, özellikle Kadir Gecesi, padişaha seccade ve tespih takdimi usuldendi. Ramazan davetlerinde diş kirası olarak elmaslı veya incili altın kamçı takılmış çok değerli tespihler hediye edilirdi.*

Tespihçiliğin pîri Veysel Karanî kabul edilir. Hazreti Peygamber’in Uhud Savaşı sırasında dişinin kırıldığını duyunca otuz iki dişini kırdığını ve Peygamber’in kırılan dişiyle bu rakamı otuz üçe tamamladığı söylenir.*

 

*TDV İslam Ansiklopedisi