
KABUL etmek gerekir ki, bir “çınar” olma yolunda ilerleyen 80 yaş üzeri ile kendi akran grubumuz arasında yer alan 50 yaş üzeri, şimdilerde geçmişte hiç görmedikleri kadar vahşete tanıklık ediyor. Bir yandan bu vahşete şahitlik etmekten, diğer yandan “dua” yahut “bedduanın” dışında elden bir şey gelmediği için üzgünler, üzgünüz. Bizden sonraki nesilse bize göre daha da bahtsız. Bahtsız, çünkü geleneksel oyunlardan bîhaberler, “mahalle” kavramından uzaklar, yokluk karşısında nasıl bir duruş sergileyeceklerini bilmiyorlar, kanaatsizler, saygı, ibadet, eğitim ve en önemlisi bayrak-vatan kavramlarına dair ciddî eksiklikleri söz konusu.
Bu sonuca bakarak onların tek başına kabahatli olduğu anlamı çıkarılmamalı. Sosyolojik tahlili başka bir zamana bırakarak asıl konumuza geçelim.
Yazıya neden böyle başladığımı ve sözü nereye getireceğimi aşağı yukarı tahmin ettiniz. Evet, “Filistin” meselesi…
Birkaç gün sonra bir ayı geride bırakacak büyük bir soykırıma tâbi tutulan bir avuç Müslümanın yalnızlığa ve suskunluğa mahkûm edilen kaderine değineceğiz yine.
“Tanrı bile batıramaz” iddiasıyla denize indirilen “Titanic” ve yolcularının hikâyesini konu edinen film, bir havuzda gerçekleşmişti. Küçükken vazgeçilmezimiz olan kovboy filmleri Hollywood platolarında çekilmişti. Hakeza onlarca fantastik ve kurgu film de… En önemlisi yangınlar, depremler, ölümler hepsi sanal gerçeklik katılarak bize sunulmuştu. Oysa Gazze’de yaşanan her şey ama her şey “gerçek” ve bir simülasyondan ibaret değil. Ama olup bitenleri gazeteci meslektaşlarımızın aktarımlarından, televizyon ekranlarından ve sosyal medyadan izlerken bir simülasyon ya da bahsini ettiğimiz film türlerini izler gibi izliyoruz. Üzülüyor muyuz? Elbette. Acı duyuyor muyuz? Elbette. Ama onların duyduğu acının kaçta kaçını? Bu noktada saatlerce susabilirim.
Geçen hafta sonu, biraz coşku, biraz da buruk bir eda ile kutladığımız Cumhuriyet’imizin kuruluşunun yıldönümüydü. Bu kutlamalar bana şanla, şerefle ve zaferlerle dolu geçmişimizi hatırlattı. Özgürlük uğruna verilen amansız ve destansı mücadeleyi, bu uğurda toprağa girmeyi göze alan on beşlileri… Bugünse Gazzeliler benzer bir mücadele örneği sergiliyor. Askerî anlamda olmasa da ABD’yi arkasına alan zalim İsrail’e direnerek, açlığa ve susuzluğa dayanarak, o bir avuç toprağa ölüm pahasına sarılarak, “vatan” dedikleri yerleşkeyi terk etmeyerek… Ölümden korkmuyorlar; tıpkı 100 yıl önce ölüme koşan Türkler gibi…
“Gerçek” dedik ya, akan kan gerçek, on bine dayanan ölüm alabildiğine gerçek, hissedilen acı gerçek, nehirlere dönüşen gözyaşı gerçek, yokluk gerçek, susuzluk gerçek, açlık gerçek.
Hamas’ı ortadan kaldırma arzusuyla atılan her bomba, sivil yerleşim yerlerini yok ediyor ve camiler, eğitim yuvaları artık konuşulmuyor bile. Zira içindekilerle vurulan hastaneler ve kamplar var.
Önceki gün İsrail tarafından Cibaliye Mülteci Kampının vurulması sonrasında ölenlere 100 kişi daha eklenmiş oldu. TRT mikrofonlarına konuşan Gazze Şifa Hastanesi doktoru Fadya Malhis, “Her tarafta ölüm ve katliam var ama dünya seyretmekle yetmiyor. Bugün yarın Şifa ve Endonezya Hastanelerinde yakıt bitecek. Yatak kapasitesini aşarak hizmet veriyoruz. Doğru dürüst ihtiyaç malzemesi gelmiyor. Kan hiç yok. Bu zor şartlara rağmen 24 saat hizmet vermek zorundayız ve biz, şehit olmayı bekliyoruz. Ama dünyaya da hakkımızı helâl etmiyoruz” deyince utandım. Ötede yakama yapışan binlerce Gazzeliyi tahayyül ettim ve ürperdim. Doktor Malhis siteminde haklı mı? Yerden göğe kadar haklı. Ve ötede o hakkı alacak.