Simsiyah yalan

Yahudi ve Hıristiyan azınlıklar söz konusu olunca, “Onlar Türkiye’nin renkleri, çeşitliliği, kültürel zenginliği” diyenler, Suriyeli Müslüman kardeşlerimiz söz konusu olunca rahatsız oldular. Biz bunun ardındaki art niyeti görebiliyoruz.

BİZİM düşmanlarımız çok sinsiler. Bizim düşmanlarımız omurgasızlar. Bizim düşmanlarımız mert değiller.

Sosyal mecrada bir hikâye geziyor. Güya, 1917’de Halep bölgesinde, İngiliz ordusunda Squires adlı bir hemşire üç tabur yaralı Türk askerini tedavi etmekteyken, Arap askerlerinin çadıra girip yaralı Türk askerlerini öldürmesini görmüş ve bunun üzerine gözyaşlarını tutamayıp çadırdan dışarıya çıkmış. Şöyle demiş Squires: “Halep’te İngiliz ordu hemşiresiydim. Türk askeri çadırda yaralı idi, Arap askerleri geldi, Türk askerlerini öldürdü.” 

Bunu okuyan ülkem insanının, özellikle gençlerin Araplara yaptığı küfür ve hakareti işitince, “Bizim düşmanımız şeytandan daha sinsi, daha yalancı, daha tehlikeli” demeden geçemiyoruz. Evvelâ o dönem Halep, bizim toprağımızdı. Bizden kopmamıştı. Kendi toprağımızda Türk ve Arap nüfusu birlikte yaşıyordu. Bu nasıl yalan hikâye? 

 

Bir vesile ile orada yaşayan, yıllar önce Irak ve Suriye’de çalışmış, şu an Basra’daki bir lisede okul müdürü olan bir arkadaşıma ulaştım ve bu hikâyeyi aktardım. Şaşkınlığım iki katına çıktı. Zira konuyu bana, “Rukiye Hocam, aynı hikâye burada, ‘İngiliz hemşire Halep’teki bir çadırda yaralıları tedavi ediyordu, Türk askerleri geldi, Arap yaralıları öldürdü’ diye anlatılıyor” diye aktardı. 

Evet, sözde hikâyenin diğer versiyonu nedeniyle bu sefer Arap gençler Türklere hakaret ediyorlar. Bu nasıl bir yalan?! Haydi düşman sinsi de, azıcık basireti olan, azıcık tarih bilgisi olan der ki, “O coğrafyada Arap, Türk, Kürt birlikte yaşıyor, İngiliz ve Fransız’a karşı birlikte savaşıyordu. Müslümanlar topraklarını İngiliz ve Fransız’dan korumak için sırt sırta savaştılar. Orası Osmanlı’nın vilâyetiydi, halk Arap, Türk ve Kürt nüfusu bakımından karışıktı. Biz Dünya Savaşı’nı İngiliz ve Fransız’a karşı yaptık, neden Arap ile Türk birbirini öldürsün?”. 

Ayrıca, İngiliz hemşirenin orada ne işi var? İngiliz ordusunun Halep’te, Osmanlı toprağında ne işi var? Hemşire, senin orada ne işin var? 

Acı olan, düşmanın oyunu değil, o oyuna gelen bir Müslümanın var olması. O simsiyah yalan söylüyor ama senin nasıl tarih ve kardeşlik şuurun var ki hemen Araplara saldırıyorsun? Yalanın rengi, masumu olmaz; ama bu yalan, aklımızla dalga geçen, zifiri karanlık beyinlerin nasıl şeytanî çalıştığının göstergesi. O yalancı İngiliz hemşire gibi, günümüzde Türk-Kürt-Arap kardeşliği olmasın, birlikte güçlenmesinler diye olmadık yalan haberler dolaşıyor. On ilimizi yıkan depremde “Sadece Suriyeliler hırsızlık yaptı” diyen simsiyah yalancılar yok mu ülkemde? Ne düşman değişti veya yok oldu, ne de sinsi yalanları. 

Osmanlı, bu topraklarda aciz olana hâmi olması, mazluma merhametli davranması, zalime hesap sorması ile nam salmıştır. Ecdadımız, bize sığınan kim olursa olsun, koruyup kollamıştır. Tarihimize baktığımızda görürüz ki, bize sığınanı düşmana teslim etmeden himaye etmemiz savaş sebeplerinden biri olmuştur. Ankara Savaşı’nın sebeplerinden biri de, bize sığınan Karakoyunlu Sultanı Kara Yusuf ve Celayir Sultanı Ahmet Celayir’i karşıya teslim etmeyişimizdir. Prut Savaşı’nın sebebi, İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın Osmanlı’ya sığınması ve onu himaye etmemizdir. Hülâsa, dedelerim ırk ve din ayırmadan, kendilerine sığınanı kim olursa olsun korumuştur. O dedelerin torunu olarak bugün Türkiye, Suriyeli savaş mağdurlarına hâmi olmuş, kapılarını açmış, mazlumun elinden tutmuştur. 

Devlet olarak kapımızı onlara açtık ama ne yazık ki halk olarak kardeşlik sınavında bu sefer sınıfta kaldık. Aslında Anadolu insanı olarak kardeşlerimizle ekmeğimizi paylaşırız, yaralarını sararız; lâkin Suriyeli kardeşlerimize ülkeyi dar eden, bazı eli içeride fakat kumandası dışarıda olanlar suyu bulandırıp “ırkçılık” hezeyanı ile kaos çıkarma derdindeler. 

Sömürgeci zihniyet, Suriye’deki iç savaşı kullanarak, oradaki masum ve mazlum halkı kendi ülkelerine almadıkları gibi bu coğrafyada Arap-Türk-Kürt ayrımını ortaya koyarak fitne çıkarıp bir taşla iki kuş (Türkiye-Suriye) avlama peşinde. Geçmişi ve gerçeği bilmeyenler ne yazık ki bu tuzaklara düşmekteler. 

Daha düne kadar Osmanlı vilâyeti olan Suriye tarihini hatırlayalım. 24 Ağustos 1516’da Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı’ya kattığı Bilâd-ı Şam’ı bizden nasıl koparmışlardı? İngiliz ve Fransızlar, 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı’yı parçalayıp Suriye’yi bizden koparma plânları yapmış, ardından Fransa Eylül 1918’de Suriye topraklarını Osmanlı’dan koparıp kendisine vassal yapmıştır. İngiliz ve Fransızların oyununa gelen Cemal Paşa’nın bölgede idam cezalarıyla halkı bıktırmasının da bu bölünmede etkisi olmuştur.   

Ne hazindir ki, bir taraftan Suriye’yi sömürmek için Suriyelileri öldüren, onları mülteci durumuna düşürenler, diğer yandan da “ırkçılık” senaryosunu sahneliyorlar. 1789 Fransız İhtilâli’nde imparatorlukları “ırkçılık fitnesi” ile bölüp parçalayıp yutan sömürgeci zihniyet, Türk-Kürt-Arap diyerek ayrıştırma zihniyetini bugün de bu coğrafyaya empoze ediyor. Suriye kimin toprağıydı? Bizden ne zaman, nasıl koparıldı? Bilmeden bu oyunlara gelen belli bir kesim, savaştan çıkmış, ailesini kaybetmiş Müslüman kardeşlerimize ülkeyi dar ediyor. Türkiye’ye sığınan Suriyeli babaların iş bulamadıkları için isimlerini değiştirmeye çalıştıklarını, Suriyeli çocukların “Ben Suriyeli değilim” diyerek Suriyeli olmaktan utandırıldıkları için kimliklerini reddederek psikolojik baskıdan kurtulmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bulgar zulmüne maruz kalarak isminin değiştirilmesine zorlanan Bulgaristanlı soydaşlarımız geliyor aklıma… 

Bir de Suriyelileri kendi kölesi gören, üst akıl dedikleri şeytanî akıl, Suriyelilerin isimlerini nasıl kaydetmemiz gerektiğine dahi müdâhil oluyor. Ülkemizdeki Suriyelilerin isimleri önce İngilizceye, sonra Türkçeye çevrildiği için Suriyeli öğrencilerin isimleri komik şekillerde telaffuz ediliyor. İki Cihan Serveri Peygamberimin adı “Mohammed” diye yazılıyor. “Mo”, “Mooo” diyen çocuklar Suriyeli arkadaşlarıyla dalga geçiyorlar. Bu mübârek isim ve Sahabe isimleri İngiliz alfabesi ile yazıldığı için komik hâl alıyor ve alay konusu oluyor. Meselâ sahabe ismi Halid bin Velid, “Helid bin Walid” şeklinde yazılıyor. Böylece garabet isimler çıkıyor. Müslüman isimlerin İngiliz alfabesi ile yazılma dayatmasına, bu insanların her şeyini ipotek almasına, isminin nasıl yazılacağına kadar müdâhil olmasına bakıp içim acıyor. Hatta onlara nasıl davranacağımızı onlar belirliyorlar: “Mültecileri alacaksınız ama bizim istediğimiz şekilde, kardeş olmadan…” 

Biz kimleri ülkemize almadık, asırlardır kimleri himaye etmedik ki? 1492’de İkinci Beyazıt zamanında Yahudileri İzmir ve Selânik’e aldık, himaye ettik. Süryaniler, Ezidiler sığındılar; aldık, himaye ettik. Ahıskalı kardeşlerimiz yıllardır Rusya steplerinden taşınıp geldiler, himaye ettik. Yahudi ve Hıristiyan azınlıklar söz konusu olunca, “Onlar Türkiye’nin renkleri, çeşitliliği, kültürel zenginliği” diyenler, Suriyeli Müslüman kardeşlerimiz söz konusu olunca rahatsız oldular. Biz bunun ardındaki art niyeti görebiliyoruz. 

Bugün sömürgeci zihniyet, bu coğrafyaya hâkim olmak için Ortadoğu’da halkı mağdur ederek yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürme adına masum çorcukları öldürüp dünyayı kasıp kavuruyor. Perde arkasındaki yüzlerini geçmişten iyi tanırız. İslâm kardeşliği şuurunda olanlar, tarihini bilenler olarak bu tuzağa düşmez, “ırkçılık gömleğini” giymeyiz biz. Suriyeli kardeşlerimizle aynı camiye gidiyor, aynı kıbleye yöneliyoruz; vahdet şuurunun bilincindeyiz. Günün sonunda, “Mültecileri alacaksınız ama kardeş olmadan, birlikte güçlü olma hayâli kurmadan” diyenlerin rağmına, bize sığınan Müslüman Suriyeli kardeşlerimizle ekmeğimizi paylaşacak, kardeşlik hukukuna göre davranacak ve düşmanın ekmeğine yağ sürmeyeceğiz. “Müminler kardeştir” hadisi mucibince davranacağız. İslâm dini “ırkçılığı” telin ettiği için “ırkçılık gömleğini” giymeyecek ve din kardeşlerimizle daha da güçleneceğiz. Vesselâm...