“Şimdi”ye bir mektup

Dizlerindeki dermansızlığı ve yorgunluğu ancak oturunca fark etti. Askerde tuttuğu nöbetler geldi aklına. Elleri de biraz üşümüştü. Silah tutmasa da bunca yıl kalem tutmuştu. Hediye edilen onca kalem arasından değil, hatıra olan bir kalemi ceketinin cebinden çıkardı…

“NASILSIN?” deseler, belki yine “Yuvarlanıp gidiyoruz” diyecekti. Öyle bir demdi ki, ne dense galat olacak bir hâl… İnsanın beklenmedik bir olay veya uzun süren alışkanlıklarını bitirmek karşısındaki tedirginliğine benzer bir hissiyat… Belki…

İnsan yuvarlandıkça hedefe varmak için yükünü azaltmalıydı. Mâhiyeti değişse de hayat, yolculuklardan müteşekkildi zira. Bu hâlde hedefe sağlıklı varabilmek için yük olan ne varsa üzerinden atmak ve daha önemlisi de kartopu misâli olmamak gerekiyor. Düzen için evvelâ özene ihtiyaç icap ediyor.

Kurduğumuz vakit bu kadar titrer iken dağıttığımız vakit -bundan- ne kadar uzağız, değil mi?

Toparladığı bütün zamanın çoğunu işine yatırmıştı uzun yıllar. O da herkes gibi -doğal olarak- her şeyi yıllar içinde biriktirmişti. Odasındaki çoğu şey gözüne değmiyordu vakit “şimdi” iken. Vaktinde “kendi demini” yaşayan çoğu şeyin gözüne değmediği gibi… Yalnız bir farkla benzer bir görüntü vardı orta yerde. Vaktinde ötelenmiş olan şimdi hatırlanan, vaktinde önemsenen ise şimdi unutulandı. Bir topak kablo arasında bir iletim ve iletişim kopukluğunun resmiydi aslında bu. Bir resim ki, her hâliyle oldukça modern… Yaparken insanın ellerini kullanmadığı ve yalnızca ilk bakışta değil, çoğu bakışta kendini ele vermeyen bir yapıt...

Ne ki, kendi elleriyle biriktirdiklerini, insan her zaman göz ucunun ilişeceği bir yere koyamıyor. Orta yerde açılmamış iki şişe su ve ters çevrilmiş iki kristal bardak... Dün akşam ulaşan ve iddiası henüz taze evraklar, biraz daha iri bir tonda “Buradayım” diyor. Bir suç olmasa da delil toplanacak olsa bariz parmak izleriyle malûl siyah cam sehpa...

Resmiyetine halel düşürmek istemeyen ve her gün özenle tozu alınan plâketler ve başarı ödülleri, bir kısım demirbaşla bütünlüğünü bozmak istemiyordu. Koltuk sevgisine benzer bir tür vitrin hastalığı şimdi onlara da sıçramıştı. Toz olmasa da hastalık bulaşmış işte, şu kadar hatıra... Olanca insandan kalan izler ve olanca dosya, şimdi hepsi aynı yerde bir kaostan kurtarılmayı, bir karanlıktan ve küllerinden yeniden doğmayı bekliyordu. Her şey yerinden ayrılırken bu nasıl olacaktı?

Elbette insan bir afetten en önce kendi kurtulmalıydı. Bu, bugün burada olmalıydı. Uygun tabirle, dosya kapanmadan bu olmalıydı. Zira kapanınca her şey bir geri dönüşümün yolunu tutuyor.

Söz konusu bu görev değişikliği, onun hayatındaki önemli bir resmigeçidin de sonuydu. Bu resmigeçit, gerçek anlamda birçok kareden oluşuyor, her bir karede kendine yer beğeniyor, birini bırakıp öbürünü alıyordu. Vakit, gece yarısına yaklaşmıştı. Gün erteye varmadan, tarih değişmeden bir şeyler değişmeliydi. Değişimler, dönüşemeyince yeni değişimleri yetiştiriyordu sadece, doğru. Ama her neyse olmalıydı. Üzerine havale notu düştüğü evraklara benzer bir not düşmeliydi son kez. Hayatına düşülmüş bir şerh mi? Belki… Gün erteye varmadan, üstüne parafını ve günün tarihini atmalıydı.

Dizlerindeki dermansızlığı ve yorgunluğu ancak oturunca fark etti. Askerde tuttuğu nöbetler geldi aklına. Elleri de biraz üşümüştü. Silah tutmasa da bunca yıl kalem tutmuştu. Hediye edilen onca kalem arasından değil, hatıra olan bir kalemi ceketinin cebinden çıkardı. Temiz bir sayfayı ise çekmeceden alarak yazmaya koyuldu:  

“Ben… Şimdi… ‘Şimdi’ dedim ama galat ettim galiba? Ya da öyle kabul buyurun… Zira ‘şimdi’ zordur, bilirsiniz. Şimdi ne kadar ayrıysam olmamam gereken her şeyden, hep ‘şimdi’ sayesinde… O hâldeyim yine. Şöyle ki, düne ait bir hâldeyim. Düne ait bir yerdeyim. Düne... Gel ki, dün konusunda çok başarılıyım her zamanki gibi. Yarın konusunda da güzel türkülerim var benim. Açarım arada sesini. Açarım arada içimi. Açarım umuda dair. Sahici bir muhatap bulunca konuşurum sabaha kadar. Gel ki, güne üzgün bir hâldeyim. Gel ki...

Gelmediğin için mi bunlar oldu yoksa? Peki, susuyorum... Ne diyelim o hâlde? Bari bundan sonra her şeyin kıymetini daha iyi bileceğim demeliyim. Demeli miyim? Aldığımız her nefesin bile bir öyküsü varken... Evet, ama başka türlü demeliyim bu kez. Söylenen, ânı doldurmadığı için yine olmayacak, onu da hissediyorum aslında. Kendi gerçekleşme ânı geldiğinde yine bir sonraki yarınını bekleyecek. Yahut adı okunacak ama kaldırdığı eline ehemmiyet verilmeden geçmişe bir an/âh olarak düşüp kalacak. Düşen kalıyor öylece cancağızım! Düşen kalıyor tek, gördüğü günden geri...

‘Gördüğüm günden beri olmuşum inan deli’… ‘Güzeli’ gördüğüm günlerin ertesindeki acıda nasıl geçirdiysem kendimi bir iğnenin kalbinden ve nasıl başladıysam her seferinde bir adım geriden, şimdi de bir nevi öyle. Birkaç günlük acıdan sıyrılınca farkında olmadan bir hoyratlık hüküm sürüyor derdimizin içinde. Keza sevinçlerimiz… Birkaç günlük sevinçten gözlerimizi ayırdığımız dönemlerde -kendimiz için- aklımıza gelen ilk kelime nankörlük olmuyor mu? Hâlbuki hayat enerjimizin çoğunu bile beklemeler ve beklentilerden almıyor muyuz? Cevabı kolay ama sonrası zor bir cümle oldu bu. İnsan beklerken hayatın olası sûretini hayâl veya tasvir edebiliyor. Ancak aslını yaşarken idrake muvaffak olamıyor nasılsa. Öze inemeyince her ânımız, ömrümüz adına bir zulme dönüşüveriyor. Cevaplarını bildiğimiz sınavda kâğıdın kenarına resim çizmek bizimkisi...

‘Şimdi’ derim ki... Bir dalın altında oturmakla geçmiş bunca ömrüm. ‘O ağacın altını ‘şimdi’ anıyor musun?’ Bir gün avcı olup gözlerime değince, bir kuş bir çalılığa nasıl sığınırsa, öyle gelmişim kapına. Öyle yorgun bir mahcubiyetle basmışım toprağına. İşte o gün, bugündür aslında, yuvasızdım! Kayıtsız gezerken burayı, belki yuva bilmişim. Yanılmışım. Senden uzaktayken, ben her şeye yenilmişim. ‘Şimdi’ye bir mektup yazıyorum şimdi. Elimde kalmamıştı bir derman. Haklısın. Olsun...

Yine de... Sen yine de yapamadım say beni, yapamadım say! Gereği bana idi. Yapamadım, niçin? Bunu da bilgi için gönderiyorum şimdi. Sana da bilgi için...”