GECE ilerlemiş, ama o hâlâ ofisten çıkamamıştı. Düşündü.
Ofisten bile çıkamayan, hangi karanlık dehlizden çıkabilir ki? Sadece dışarı bile
çıkmasıyla her şey düzelecek gibi hissediyordu. İçini dökeceği kimse yoktu uzun
zamandır. Belki meselenin özü de buradaydı: Kendisini dinleyecek kimsenin
olmayışı… Olanınsa çok uzaklarda, bilinmez diyarlarda olduğu malûmdu.
Söyleyeceklerini, hem itiraz etmeyen, hem de sır tutan
biri dinlemeliydi. Buna en yakın şey, şimdi en yakınında duran yazıcı
haznesindeki bir miktar temiz kâğıttı. Hazneyi açıp yeni ve temiz bir sayfa alarak
onun içine çekmeye çalışacaktı bütün yorgunluklarını. İçinde tutuşmaya başlamış
âhı dizginlemekte zorlanıyordu.
Bir ah, kimseyi tutmamalıydı elbet. Kimse de bir âhı
tutmamalıydı. Bir ah, belki kendi deminde tütmeliydi sadece. Akacak kan
kıvamında, bir kuyuya sakince dökülmeliydi. Kâğıt ise mürekkebi içine çektiği
anda kurutmalıydı. Sırdaşlık, bir an içinde unutur gibi olmalıydı. O da bunu
biliyordu zira. “Başka türlü” diyelim…
Kalem, gözüne mil çekti mi kâğıdın, artık gördüğü ne
varsa unutmalıydı. Henüz kaynağında kesilmeliydi suyu. Bir anda bütün kareler gözlerinden
gitmeliydi.
Ama o, artık içindeki âhı dizginlemekte zorlanıyordu. Ne
dese, bilemiyordu. Söze nasıl başlasa, ardı gelmiyordu. Bazen içinde olmak,
konuya en uzak olmak gibiydi. Başkalarınca iyi gibi görünen ne varsa, şimdi en
aksi hâliyle rahatsız ediyordu kendisini. Bu ise söze sığmayan bir şeydi. Öyle
ki, bazı değer yargılarının kendinden habersiz değiştiğini, yeni düzene
yetişemeyenin kendisi olduğunu bile hissetmeye başlamıştı.
Bir yeni sayfa yeni bir sayfayı, o da başka bir yeni
sayfayı takip ediyordu. Kâğıdın yeniliği ve sayfanın temizliği, yeni
başlangıçlar için yetmiyordu. Başka bir şey gerekiyordu. Ama ne olduğu
konusunda hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı. Önceleri ne zaman böyle hissetse,
bir yönüyle göçe zorluyordu kendini. Bir yere gidemediği zamanlar ise kendinden
yine kendine göçüyordu sadece. Aslında her defasında doğruluğu kanıtlanmış bir
yaklaşım da değildi bu. İyi biliyordu bunu da. Zira göç, zorlanacak bir duruma
dönüştüğünde, başka bir zulmün peyda olması da kaçınılmazdı. Kendi dinamikleri
ve kuralları olan göç, bunlar yerine gelmediğinde -her şey yerli yerinde
olmadığında-, rahatsız edilmeyi çok sevmeyen bir eylemdi.
Her şey yerine geldiğinde ise bir müdahaleye gerek
olmadan tezahür ederken, kendine itaat veya bağlılık da doğal bir süreçte
gerçekleşirdi zaten. Gel ki, başındaki kaosta kimse mantığa yaslanan bu tür açıklamaları
ona dinletemezdi.
Gece ilerliyor, ilerledikçe dermanı kesiliyordu. Birkaç
cümle... Sonrası yok. Bir paragrafı tamamlasa gerisi gelecekti. Hayatın içinden
konuşmak zordur, en iyi bunu biliyordu. Sonra, yazmak için ne kadar tutarsızlık
olduğunu fark ettiyse de mektuba, kalemi bir neşter gibi -tam da bu noktaya-
vurarak başladı:
“Bu kadar tutarsızlık arasında bir tutar dal, bir düzen
ve görünürlüğü yüksek îfâ arayışlarımız...
Üstenci bir edâ kuşatmışken her yanımızı, ‘Ya tutarsa?’
diyerek takındığımız tutumlar… Bir kaos başlamışken her yandan, alevler
sarmışken evin her bir yanını, can boğaza gelip dayanmışken ve biz bir şey
yokmuş gibi hâlâ başı dik değil de dik başlı davranırken, nereye varacağız? A
dostum, sen söyle!
Uzun zamandır konuşamadık, ama sen uzaktan konuşsan da
bir ferahlık ulaşır buraya, bu câna. Daralmak tam olarak nedir, onu da
bilmiyorum. Herkes içinde bulunduğu kapta kavrar her bir kavramı, o da doğru.
Ama kabımda da olsa, kabımca da olsa, çok daralıyorum burada. Şimdi...
Bugün ya da şöyle diyelim; bir gün buradan ayrılırken iyiyi
ve iyiliği işaret etmenin, iyiyi işlemenin, hatta iyiliği resmetmenin, sözüm
ona iyi niyetle iyiliği afişe etmek veya onu sûretâ ilân etmekle ne kadar
farklı olduğunun bilinmesini isterim tek. İyilik öyledir. Gün kadar aşikârdır. Ama
iyi, öyle ki, iyiliğin ruhundan ayrılıp sadece ilânen çoğaltılan bir şey
olduğunda, adı ‘zulüm’ olmayan ama özünde zulmün abidesini taşıyan bir yapı hâline
gelir. Bu ise iyiliği çoğaltmak olarak değer görürken, aslında iyilikten sadece
değer götürür.
Bizim, ey güzel dostum, bizim ahengimizi bir kere bile
bozduğu için bizi hayattan soğutan şey başkalarının hayat biçimi olduğu
müddetçe, hep üzüleceğiz. Ne yapalım? Hayata ve insana bakışımız değişmez bizim.
Hele bu yaştan sonra… Teknolojiyi gençler kadar takip edemediğimiz gibi, artık
yaşımız da, başımız da son demin huzurunu diliyor tek. Hem değişmez şeyler
vardır; değişmeye karşı direnmesi gereken şeyler… Değişince, yanlış ameliyatla
kolunu, bir organını kaybeden insanlar olduğunu hatırlayalım bir kere daha.
Hatırlayalım, çünkü unutmaya çok alıştık. Unutmak, hayatımızın en başarılı hikâyesi
belki de.
Bir hikâyemiz vardı, doğru. Gel ki, şimdi çok oldu, onu
da öldürdüler. Bir sevdâmız vardı, bir gâyemiz, zulüm çoğalsın diye onu da
öldürdüler. Hakkaniyetten yana tasarrufa gidildi. Ehliyet kaybedildi. Kazalar çoğaldı
şimdi iletişimden yana en çok…
Söyle ey güzel dostum! Ahengimizden bahset. Neyi kaybettik
de derdimizi unuttuk? Buralar sadece kışları soğuk olurdu. İki odun parçasıyla
ısınırdık. Bizdik evet o! Gerisi sohbet… Şimdi ısıtacak bir şey kalmadı bizi.
Klimalar soğuk bir şeyler mırıldanıyor. Her şey yenileniyor. Ama yenilgiler
artıyor. Hiçbir şey pratiğe geçmiyor, pratiklik kazanıyor sadece.
Söyle ey güzel dostum! Bizi bizden uzaklaştıran ne varsa bize anlat! Ben çok aradım, bir kez bile bulamadım. Samanlıkta iğne arar gibi çok aradım. Ama ayaklarım hep dikene denk geldi. Dosttan ayrı düşeli, hep dikene denk geldi ayaklarım. Şimdi bir selâm gönder, iyileşsin ayağım. Şimdi bir selâm gönder, iyileşsin yüreğim. Şimdi… Bir… Selâm… Gönder…”