Şimdi’ye bir mektup (2)

Hayata ve insana bakışımız değişmez bizim. Hele bu yaştan sonra… Teknolojiyi gençler kadar takip edemediğimiz gibi, artık yaşımız da, başımız da son demin huzurunu diliyor tek. Hem değişmez şeyler vardır; değişmeye karşı direnmesi gereken şeyler…

GECE ilerlemiş, ama o hâlâ ofisten çıkamamıştı. Düşündü. Ofisten bile çıkamayan, hangi karanlık dehlizden çıkabilir ki? Sadece dışarı bile çıkmasıyla her şey düzelecek gibi hissediyordu. İçini dökeceği kimse yoktu uzun zamandır. Belki meselenin özü de buradaydı: Kendisini dinleyecek kimsenin olmayışı… Olanınsa çok uzaklarda, bilinmez diyarlarda olduğu malûmdu.

Söyleyeceklerini, hem itiraz etmeyen, hem de sır tutan biri dinlemeliydi. Buna en yakın şey, şimdi en yakınında duran yazıcı haznesindeki bir miktar temiz kâğıttı. Hazneyi açıp yeni ve temiz bir sayfa alarak onun içine çekmeye çalışacaktı bütün yorgunluklarını. İçinde tutuşmaya başlamış âhı dizginlemekte zorlanıyordu.           

Bir ah, kimseyi tutmamalıydı elbet. Kimse de bir âhı tutmamalıydı. Bir ah, belki kendi deminde tütmeliydi sadece. Akacak kan kıvamında, bir kuyuya sakince dökülmeliydi. Kâğıt ise mürekkebi içine çektiği anda kurutmalıydı. Sırdaşlık, bir an içinde unutur gibi olmalıydı. O da bunu biliyordu zira. “Başka türlü” diyelim…

Kalem, gözüne mil çekti mi kâğıdın, artık gördüğü ne varsa unutmalıydı. Henüz kaynağında kesilmeliydi suyu. Bir anda bütün kareler gözlerinden gitmeliydi.

Ama o, artık içindeki âhı dizginlemekte zorlanıyordu. Ne dese, bilemiyordu. Söze nasıl başlasa, ardı gelmiyordu. Bazen içinde olmak, konuya en uzak olmak gibiydi. Başkalarınca iyi gibi görünen ne varsa, şimdi en aksi hâliyle rahatsız ediyordu kendisini. Bu ise söze sığmayan bir şeydi. Öyle ki, bazı değer yargılarının kendinden habersiz değiştiğini, yeni düzene yetişemeyenin kendisi olduğunu bile hissetmeye başlamıştı.

Bir yeni sayfa yeni bir sayfayı, o da başka bir yeni sayfayı takip ediyordu. Kâğıdın yeniliği ve sayfanın temizliği, yeni başlangıçlar için yetmiyordu. Başka bir şey gerekiyordu. Ama ne olduğu konusunda hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı. Önceleri ne zaman böyle hissetse, bir yönüyle göçe zorluyordu kendini. Bir yere gidemediği zamanlar ise kendinden yine kendine göçüyordu sadece. Aslında her defasında doğruluğu kanıtlanmış bir yaklaşım da değildi bu. İyi biliyordu bunu da. Zira göç, zorlanacak bir duruma dönüştüğünde, başka bir zulmün peyda olması da kaçınılmazdı. Kendi dinamikleri ve kuralları olan göç, bunlar yerine gelmediğinde -her şey yerli yerinde olmadığında-, rahatsız edilmeyi çok sevmeyen bir eylemdi.

Her şey yerine geldiğinde ise bir müdahaleye gerek olmadan tezahür ederken, kendine itaat veya bağlılık da doğal bir süreçte gerçekleşirdi zaten. Gel ki, başındaki kaosta kimse mantığa yaslanan bu tür açıklamaları ona dinletemezdi.

Gece ilerliyor, ilerledikçe dermanı kesiliyordu. Birkaç cümle... Sonrası yok. Bir paragrafı tamamlasa gerisi gelecekti. Hayatın içinden konuşmak zordur, en iyi bunu biliyordu. Sonra, yazmak için ne kadar tutarsızlık olduğunu fark ettiyse de mektuba, kalemi bir neşter gibi -tam da bu noktaya- vurarak başladı:

“Bu kadar tutarsızlık arasında bir tutar dal, bir düzen ve görünürlüğü yüksek îfâ arayışlarımız...

Üstenci bir edâ kuşatmışken her yanımızı, ‘Ya tutarsa?’ diyerek takındığımız tutumlar… Bir kaos başlamışken her yandan, alevler sarmışken evin her bir yanını, can boğaza gelip dayanmışken ve biz bir şey yokmuş gibi hâlâ başı dik değil de dik başlı davranırken, nereye varacağız? A dostum, sen söyle!

Uzun zamandır konuşamadık, ama sen uzaktan konuşsan da bir ferahlık ulaşır buraya, bu câna. Daralmak tam olarak nedir, onu da bilmiyorum. Herkes içinde bulunduğu kapta kavrar her bir kavramı, o da doğru. Ama kabımda da olsa, kabımca da olsa, çok daralıyorum burada. Şimdi...

Bugün ya da şöyle diyelim; bir gün buradan ayrılırken iyiyi ve iyiliği işaret etmenin, iyiyi işlemenin, hatta iyiliği resmetmenin, sözüm ona iyi niyetle iyiliği afişe etmek veya onu sûretâ ilân etmekle ne kadar farklı olduğunun bilinmesini isterim tek. İyilik öyledir. Gün kadar aşikârdır. Ama iyi, öyle ki, iyiliğin ruhundan ayrılıp sadece ilânen çoğaltılan bir şey olduğunda, adı ‘zulüm’ olmayan ama özünde zulmün abidesini taşıyan bir yapı hâline gelir. Bu ise iyiliği çoğaltmak olarak değer görürken, aslında iyilikten sadece değer götürür.

Bizim, ey güzel dostum, bizim ahengimizi bir kere bile bozduğu için bizi hayattan soğutan şey başkalarının hayat biçimi olduğu müddetçe, hep üzüleceğiz. Ne yapalım? Hayata ve insana bakışımız değişmez bizim. Hele bu yaştan sonra… Teknolojiyi gençler kadar takip edemediğimiz gibi, artık yaşımız da, başımız da son demin huzurunu diliyor tek. Hem değişmez şeyler vardır; değişmeye karşı direnmesi gereken şeyler… Değişince, yanlış ameliyatla kolunu, bir organını kaybeden insanlar olduğunu hatırlayalım bir kere daha. Hatırlayalım, çünkü unutmaya çok alıştık. Unutmak, hayatımızın en başarılı hikâyesi belki de.

Bir hikâyemiz vardı, doğru. Gel ki, şimdi çok oldu, onu da öldürdüler. Bir sevdâmız vardı, bir gâyemiz, zulüm çoğalsın diye onu da öldürdüler. Hakkaniyetten yana tasarrufa gidildi. Ehliyet kaybedildi. Kazalar çoğaldı şimdi iletişimden yana en çok…

Söyle ey güzel dostum! Ahengimizden bahset. Neyi kaybettik de derdimizi unuttuk? Buralar sadece kışları soğuk olurdu. İki odun parçasıyla ısınırdık. Bizdik evet o! Gerisi sohbet… Şimdi ısıtacak bir şey kalmadı bizi. Klimalar soğuk bir şeyler mırıldanıyor. Her şey yenileniyor. Ama yenilgiler artıyor. Hiçbir şey pratiğe geçmiyor, pratiklik kazanıyor sadece.

Söyle ey güzel dostum! Bizi bizden uzaklaştıran ne varsa bize anlat! Ben çok aradım, bir kez bile bulamadım. Samanlıkta iğne arar gibi çok aradım. Ama ayaklarım hep dikene denk geldi. Dosttan ayrı düşeli, hep dikene denk geldi ayaklarım. Şimdi bir selâm gönder, iyileşsin ayağım. Şimdi bir selâm gönder, iyileşsin yüreğim. Şimdi… Bir… Selâm… Gönder…”