Şimdi reklâmlar

Başkalarının sahip olduklarıyla değil kendi aidiyetleriniz ve sahip olduğunuz güzelliklere odaklanın. Kendi eksiklerinizi görün ve onları doldurmaya çabalayın. Ve yakın zamanlarda yürüdüğünüz kaldırımlardan yürümüş bir kardeşiniz olarak söyleyebilirim ki, mutluluk dediğimiz şey, bir gün ansızın kapımızı çalıp her şeyi gül bahçesine çevirmeyecek. Baktığımız her şeyde biraz gül bulursak bahçemiz güzelleşecek…

HER şey daha fazla şahit olmamızla başladı. Daha fazla kişinin yaşamına tanık olmamızla beraber hayata dair hiç aklımızda olmayan fikirlerimiz oldu. Onda olup, bizde olmayan ne çok şey fark ettik? Bir başkasının yaşamına dair bu kadar çok şahitlik beraberinde bu kadar çok fikri ve yorumu da getirdi. Hem de oturduğumuz yerden…


İnsanların evlerini, mutfaklarını, akşam yemeklerini, tatillerini ve aile ilişkilerini izledik. Ve yeni bir bela peyda oldu. Kıyaslamak… 


İnsanlar çeşit çeşit ve herkesin bir mizacı, karakteri var. Birinde olan başkasında olmayabiliyor. Fakat hepimiz aynı imkânlara ve özelliklere sahip olsaydık, bu hayatı onurlu ve erdemli yaşamanın bir anlamı kalmazdı. Neticede hepimiz seçimlerimizle sürdürüyoruz yaşamımızı. 


Mahremiyetimizi korumak bir seçim meselâ. Sahip olduklarımızı başkalarının gözüne sokmak ya da sessizce şükredip yaşamak da başka bir seçim. Yetinmeyi bilmek bir seçim, daha fazlasını istemek de başka bir seçim. Mutluluğu şartlarda, nesnelerde aramak bir seçimken, onu her şeyin içinde bulup çıkarabilmek ya da her şeyi vesile edebilmek de bir seçim. 


Belki eskiden bu seçimler arasında daha keskin bir sınır vardı. Ancak şimdi her şey birbirinin içine girmiş durumda. Yanlışa giden bir yol, doğrunun içinden geçerek varabiliyor menzile. Artık yorumlamak, anlamlandırmak daha zor. Çünkü siyah ve beyaz kalmadı, her şey gri. 


En üzücü olan şeyse, bu karmaşıklığın içine doğan çocukların bir zaman sonra doğruyu ve yanlışı ayırt etme kaygısı dahi taşımadan kabul etmesi ve toplumca hoş karşılanmayan birçok tutumu normalize ederek “özgürlük” adıyla tanımlar hâle gelmeleri. 


Oysa özgürlük hakkında bir mefkûre sunmadan, yalnızca her şeyi meşrulaştırmak için kullanılan basit bir kavram hâline getirip, tüketip geçiyorlar. 


Aslında bu sistemin en büyük mağduru, sistemin parçası gibi gösterilmeye çalışılsa da, içine doğan çocuklardır. Çünkü bu teşhircilik furyası onların anlam dünyalarını temelden sarsıyor. Hassasiyetle inşâ edilecek değerlerine itinayla dinamit döşüyor. Çok küçük yaşlarda sosyal medya kullanmaya başlayan çocuklar, oralarda gördükleri hayatları gerçek zannederek kendi hayatlarıyla kıyaslıyor. Ve belki de hiç sahip olamayacakları şeylere hemen o an sahip olamamalarının memnuniyetsizliğini yaşıyor, şanssız hissediyorlar. Üstelik kendilerinin sahip olduklarıyla hiç ilgilenmeden. Bu dünya herkese zenginlik, lüks ve tüm hayallerin gerçekleşmesini borçluymuş gibi bir algıya kapılıyorlar. Bir hayali gerçekleştirmenin tadını alamayacak insanların sunduğu ruhsuz içerikleri kendi hayatlarında görmek istiyor ve tüm iyilik ve güzellikleri hiçbir fedakârlık yapmadan hak ettikleri gafletine kapılarak büyüyorlar. Memnuniyet, tatmin ve şükür anlamını yitiriyor, yerine olabildiğine haz geliyor. 


Oysa kendimizin en iyi hâliyle ilgilenmemiz gerekmez mi? Çünkü elimizde olan kendimizden başkası değil ve ne yaparsak yapalım başkası olamayız, başkasının hayatını yaşayamaz ve onun hayatında aslında neler yaşadığını bilemeyiz. Buna rağmen reklâm gibi sunulan hayatları arzulamak bir serap değil de ne? Üstelik başkasının hayatıyla bu kadar alakadar olmak kendi içimizle olan mesafemizi artırıyor. Biz kendimizi bulmak, tanımak ve en iyi hâlimizi keşfetmekle mesulken, hiç bizi ilgilendirmeyen ve fayda sağlayamayacak magazinel meşguliyetler edinerek en çok kendimize yazık etmiyor muyuz? 


Hâl böyleyken zihin dünyaları işgal edilen bu gençler aslında kendisinin neyi sevdiğinden bile bihaber uzakken kendine, popüler olanı sevdiğini düşünerek varlığını anlamlandırmaya çalışıyor. Oysa anlam arayışı çok öznel ve içsel bir yolculuk ve fıtraten eninde sonunda o arayışın içinde bulacağız kendimizi. 


Nihayetinde gelecekleri bu noktaya ne kadar geç gelirlerse o kadar iyi diye mi düşünülüyor acaba? Yani bu gördüklerimiz bir halüsinasyon ve olabildiğince fazla oyalama maksadı mı taşıyor? 


İnsan hayatının bir döneminde mutlaktır ki içine dönecektir. Ve döndüğünde karşılaştığı kişiyi kendine ne kadar yabancı bulursa o kadar boşlukta hissedecektir. Ve bir o kadar da yalnız, terk edilmiş… 


Hasbelkader bu sözlerimi okuyan ve yalnız hisseden bir gencimiz olursa söylemek isterim ki, yalnız değilsiniz… Ancak dünyada da bir tek siz yoksunuz. Başkalarının sahip olduklarıyla değil kendi aidiyetleriniz ve sahip olduğunuz güzelliklere odaklanın. Kendi eksiklerinizi görün ve onları doldurmaya çabalayın. Ve yakın zamanlarda yürüdüğünüz kaldırımlardan yürümüş bir kardeşiniz olarak söyleyebilirim ki, mutluluk dediğimiz şey, bir gün ansızın kapımızı çalıp her şeyi gül bahçesine çevirmeyecek. Baktığımız her şeyde biraz gül bulursak bahçemiz güzelleşecek…