“Yapman gereken
hayırlı ve yararlı işleri yarına bırakma; bakarsın, yarın olur da sen
olmazsın.”(Hazreti Ali)
HER sabahki
alışkanlığımdır, uyanıp bir dizi sabah ritüelinden sonra telefonu elime alarak haber
sayfalarını karıştırmak… Alıyorum da, ansızın gelen kayıp heberlerinin yazılıp
çizildiği sayfalara bakmak gelmiyor içimden!
Bu
haberler, Rabbimin bizlere yazmış olduğu hayat hikâyesinin ne zaman ve nerede
sona erebileceğinin bilinmezliğinin apaçık göstergesidir. Hayatta hiçbir şeyin
garantisi yok aslında. Hani sohbetlerde “-di’li geçmiş” zamanlarda bulmaya
çalışırız ya gidenleri, kaybettiklerimizin iyi taraflarını getiriveririz
aklımıza… Peki, yaşarken bu kadar iyi niyet ve olgunlukla anımsıyor muyuz yanı
başımızda bulunanları?
“Niçin
daha çok sarılmadım, daha çok yanında olamadım, çok sevdiğimi söyleyemedim” gibi
cümleler sarar benliğimizi kimi zaman. Bir bir eksilir hayat çınarından
sevilenler, sevilmeyenler, özlenenler, hasret çekilen isimler. Sadece kayıplar
değildir bizi ayrılığa sevk eden. Bazen uzun yollar girer araya, bazen gönül
kırgınlıkları ve bazen de bir hiç uğruna birbirimize darılıp sevenleri ve
sevdiklerimizi harcayarak araya aşılması zor dağları yerleştiririz. Daha sonra
pişmanlık duyabileceğimizi düşünmeden nasıl da kırıveririz en kıymetlilerimizi?
Aslında
sizleri üzerek başlamak istemezdim. Fakat en çok da elimizden kayıp gidenlerin
arkasından saplanıverir yüreğimize ertelediklerimiz…
Bu
satırları kâğıda dökmeye çalıştığım sıralarda, bir diğer taraftan da açık
balkon kapısından dışarıda yağan yağmur damlalarının sesine kulak kabartıyorum.
Kokusunu içime çekiyorum “keşke” kelimesini hayatıma almamak adına. Hatta “Şu
yağmur altında ne de güzel yürünür!” düşüncesi bir an aklımı çelip kelimelerime
ara vermeme neden oluyor.
Dışarı
çıkıyor ve yeryüzüyle buluşan yağmurun dansına eşlik edercesine yürüyorum. Tıpkı
Nesrin Çaylı Hocamın satırlarındaki gibi: “Gök yarılsa, sağanak yağsa,
incitmeyeceğim içimin kırlarında açan çiçekleri…”
Hani
şu öfkeden, umutsuzluktan, korkudan, endişeden, bıkkınlıktan, utanma gibi bizi
rahatsız eden durumlardan kaçış için ortaya attığımız erteleme alışkanlığımız
var ya, aslında bizlere vermiş olduğu serinlik hissinin, dondurma içine
saklanmış acı biber tadı gibi sahte olduğunu düşünmüyor değilim. Kahramanmaraşlıyız
ya, dondurmaya benzetmeden olmaz.
Duygusal
anlamda ertelediklerimizin yanında bir de fiziksel ertelemelerimizi ekliyorum
listeme; karşı karşıya kaldığım resim, beni iyiden iyiye hayatı kaçırma telâşına
düşürüyor. Zaman zaman kalbime sitem ediyorum istediğim şeyleri yapamadıklarımdan
ötürü. Sonra çevreme bakıp da yapmak istedikleri şeylerin peşinde koşturan insanları
gördüğümde, benimkilerin sadece bahaneden ibaret olduğunu söylüyorum. “Spor
yapmak, yeşil ve mavinin tonlarını tuvallerde anlatmak isterdim ama buna vaktim
yok” diye dert yanıyorum. Hem de geçirdiğim boş vakitleri hesaba katmadan…
Oysa
ideal zamanı aramadan, ertelemeden, küçük de olsa bir adım atarak işe başlamış
olsam, devam isteğinin geleceğini de biliyorum. Pablo Picasso der ki, “Şartlar
hiçbir zaman gerektiği gibi olmaz; bütün şartlar yerine gelinceye kadar
erteleyen, hiçbir iş yapamaz”. Bir işe başlamak için ihtiyacımız olan tüm
malzeme ve zamana sahip olmayı ya da “Çok yorgunum, biraz dinlendikten sonra
yapsam daha iyi olur” düşüncesiyle ertelediğimiz her iş, artı yüktür. Ve bu
koşulları sağlamak için beklemek, bize kaybı da beraberinde getirir.
Önce
“İşim, arabam olunca evlenirim, kariyer yapmadan çocuk yapmam” diyerek gidişata
bir çarpı işareti koymak, paylaşmayı/mutluluğu ertelemek değildir sadece, “çocuğumuzla
aramıza koyduğumuz yıllar” demektir. “Anne babamı sonra ararım, nasıl olsa her
an benim telefonumu beklerler” diyerek onları sesimizden mahrum etmeyiz sadece,
dualarını almayı ertelemiş oluruz. “Sınava daha çok zaman var, sonra çalışırım”
cümlesi öğrenciyken kulağa hoş gelir; tâ ki sınav saati gelinceye kadar…
Yaşadığımız
hayata geliş hakkımız tek. İçine düştüğümüz yanılgıda ne hayatımız sonsuz, ne
de aldığımız nefes sayısız. Hâl böyleyken, bu süreyi olabildiğince verimli kullanıp doya
doya tadını çıkarmak da bizim elimizde, hayat akıp giderken üşengeçlik ederek,
birilerinden ve bir şeylerden çekinerek, sadece bir konuya odaklanarak yolun
sonuna geldiğimizi gördüğümüzde, “Nasıl da akıp gitmiş yıllar, oysa daha yaşayacaklarım
vardı” demek de.
En
az başkalarını düşündüğümüz kadar kendimizi de düşünerek, huzur bulmak için yaşayalım istiyorum. Evet,
yemyeşil doğayı gördüğümüzde bu resmi seyre dalmak ayrı bir keyif! Biz bu keyfi
bir basamak yukarı taşıyarak resmin içine girip yaşamayı deneyelim; çıplak ayakla basalım çimlere, koşalım
alabildiğine delicesine. Çıkabiliyorsak, ağaca tırmanalım. Hem de en tepesine! Yüzmeyi
biliyorsak, dalalım masmavi denizin dibine, inelim inebildiğimiz yere,
balıklarla göz göze gelelim.
“Erteleme”
kelimesini, mantıklı bahaneler ve haklı nedenlerle desteklediğimiz sürece bırakamayız.
Erteleme davranışı gün içinde, Duke Üniversitesi’nin yapmış olduğu bir
araştırmaya göre, günlük eylemlerimizin yüzde 40’tan fazlasını oluşturan
alışkanlıklarımızdan bir tanesi. Ertelemeyi yapan kişi olmaktan çıkıp, bir an
önce harekete geçebilmek için zamana, uygulamaya ve sürekliliğe ihtiyacımız
olduğunu her daim hatırımızda tutalım.
Baba!
Birkaç gün önce beni telefonla arayıp söylemiştin ya hani, “Kızım, kendinizi
fazla eritmeyin, yaşlılığa da saklayın! Yapmak istediklerinizi de -imkânlar dâhilinde-
geciktirmeden hemen, şimdi yapın” diye, ben de sözünü dinliyor ve yazı yazmayı
çok sevdiğim için şimdi yazıyorum…
Ertelediklerimizin
eser miktarda olduğu hayat hikâyelerinde buluşmak dileğiyle…