Şimdi erteleme zamanı değil!

Önce “İşim, arabam olunca evlenirim, kariyer yapmadan çocuk yapmam” diyerek gidişata bir çarpı işareti koymak, paylaşmayı/mutluluğu ertelemek değildir sadece, “çocuğumuzla aramıza koyduğumuz yıllar” demektir. “Anne babamı sonra ararım, nasıl olsa her an benim telefonumu beklerler” diyerek onları sesimizden mahrum etmeyiz sadece, dualarını almayı ertelemiş oluruz…

“Yapman gereken hayırlı ve yararlı işleri yarına bırakma; bakarsın, yarın olur da sen olmazsın.”(Hazreti Ali)

HER sabahki alışkanlığımdır, uyanıp bir dizi sabah ritüelinden sonra telefonu elime alarak haber sayfalarını karıştırmak… Alıyorum da, ansızın gelen kayıp heberlerinin yazılıp çizildiği sayfalara bakmak gelmiyor içimden!

Bu haberler, Rabbimin bizlere yazmış olduğu hayat hikâyesinin ne zaman ve nerede sona erebileceğinin bilinmezliğinin apaçık göstergesidir. Hayatta hiçbir şeyin garantisi yok aslında. Hani sohbetlerde “-di’li geçmiş” zamanlarda bulmaya çalışırız ya gidenleri, kaybettiklerimizin iyi taraflarını getiriveririz aklımıza… Peki, yaşarken bu kadar iyi niyet ve olgunlukla anımsıyor muyuz yanı başımızda bulunanları?

“Niçin daha çok sarılmadım, daha çok yanında olamadım, çok sevdiğimi söyleyemedim” gibi cümleler sarar benliğimizi kimi zaman. Bir bir eksilir hayat çınarından sevilenler, sevilmeyenler, özlenenler, hasret çekilen isimler. Sadece kayıplar değildir bizi ayrılığa sevk eden. Bazen uzun yollar girer araya, bazen gönül kırgınlıkları ve bazen de bir hiç uğruna birbirimize darılıp sevenleri ve sevdiklerimizi harcayarak araya aşılması zor dağları yerleştiririz. Daha sonra pişmanlık duyabileceğimizi düşünmeden nasıl da kırıveririz en kıymetlilerimizi?

Aslında sizleri üzerek başlamak istemezdim. Fakat en çok da elimizden kayıp gidenlerin arkasından saplanıverir yüreğimize ertelediklerimiz…

Bu satırları kâğıda dökmeye çalıştığım sıralarda, bir diğer taraftan da açık balkon kapısından dışarıda yağan yağmur damlalarının sesine kulak kabartıyorum. Kokusunu içime çekiyorum “keşke” kelimesini hayatıma almamak adına. Hatta “Şu yağmur altında ne de güzel yürünür!” düşüncesi bir an aklımı çelip kelimelerime ara vermeme neden oluyor.

Dışarı çıkıyor ve yeryüzüyle buluşan yağmurun dansına eşlik edercesine yürüyorum. Tıpkı Nesrin Çaylı Hocamın satırlarındaki gibi: “Gök yarılsa, sağanak yağsa, incitmeyeceğim içimin kırlarında açan çiçekleri…”

Hani şu öfkeden, umutsuzluktan, korkudan, endişeden, bıkkınlıktan, utanma gibi bizi rahatsız eden durumlardan kaçış için ortaya attığımız erteleme alışkanlığımız var ya, aslında bizlere vermiş olduğu serinlik hissinin, dondurma içine saklanmış acı biber tadı gibi sahte olduğunu düşünmüyor değilim. Kahramanmaraşlıyız ya, dondurmaya benzetmeden olmaz.

Duygusal anlamda ertelediklerimizin yanında bir de fiziksel ertelemelerimizi ekliyorum listeme; karşı karşıya kaldığım resim, beni iyiden iyiye hayatı kaçırma telâşına düşürüyor. Zaman zaman kalbime sitem ediyorum istediğim şeyleri yapamadıklarımdan ötürü. Sonra çevreme bakıp da yapmak istedikleri şeylerin peşinde koşturan insanları gördüğümde, benimkilerin sadece bahaneden ibaret olduğunu söylüyorum. “Spor yapmak, yeşil ve mavinin tonlarını tuvallerde anlatmak isterdim ama buna vaktim yok” diye dert yanıyorum. Hem de geçirdiğim boş vakitleri hesaba katmadan…

Oysa ideal zamanı aramadan, ertelemeden, küçük de olsa bir adım atarak işe başlamış olsam, devam isteğinin geleceğini de biliyorum. Pablo Picasso der ki, “Şartlar hiçbir zaman gerektiği gibi olmaz; bütün şartlar yerine gelinceye kadar erteleyen, hiçbir iş yapamaz”. Bir işe başlamak için ihtiyacımız olan tüm malzeme ve zamana sahip olmayı ya da “Çok yorgunum, biraz dinlendikten sonra yapsam daha iyi olur” düşüncesiyle ertelediğimiz her iş, artı yüktür. Ve bu koşulları sağlamak için beklemek, bize kaybı da beraberinde getirir.

Önce “İşim, arabam olunca evlenirim, kariyer yapmadan çocuk yapmam” diyerek gidişata bir çarpı işareti koymak, paylaşmayı/mutluluğu ertelemek değildir sadece, “çocuğumuzla aramıza koyduğumuz yıllar” demektir. “Anne babamı sonra ararım, nasıl olsa her an benim telefonumu beklerler” diyerek onları sesimizden mahrum etmeyiz sadece, dualarını almayı ertelemiş oluruz. “Sınava daha çok zaman var, sonra çalışırım” cümlesi öğrenciyken kulağa hoş gelir; tâ ki sınav saati gelinceye kadar…

Yaşadığımız hayata geliş hakkımız tek. İçine düştüğümüz yanılgıda ne hayatımız sonsuz, ne de aldığımız nefes sayısız. Hâl böyleyken,  bu süreyi olabildiğince verimli kullanıp doya doya tadını çıkarmak da bizim elimizde, hayat akıp giderken üşengeçlik ederek, birilerinden ve bir şeylerden çekinerek, sadece bir konuya odaklanarak yolun sonuna geldiğimizi gördüğümüzde, “Nasıl da akıp gitmiş yıllar, oysa daha yaşayacaklarım vardı” demek de.

En az başkalarını düşündüğümüz kadar kendimizi de düşünerek,  huzur bulmak için yaşayalım istiyorum. Evet, yemyeşil doğayı gördüğümüzde bu resmi seyre dalmak ayrı bir keyif! Biz bu keyfi bir basamak yukarı taşıyarak resmin içine girip yaşamayı deneyelim;  çıplak ayakla basalım çimlere, koşalım alabildiğine delicesine. Çıkabiliyorsak, ağaca tırmanalım. Hem de en tepesine! Yüzmeyi biliyorsak, dalalım masmavi denizin dibine, inelim inebildiğimiz yere, balıklarla göz göze gelelim.

“Erteleme” kelimesini, mantıklı bahaneler ve haklı nedenlerle desteklediğimiz sürece bırakamayız. Erteleme davranışı gün içinde, Duke Üniversitesi’nin yapmış olduğu bir araştırmaya göre, günlük eylemlerimizin yüzde 40’tan fazlasını oluşturan alışkanlıklarımızdan bir tanesi. Ertelemeyi yapan kişi olmaktan çıkıp, bir an önce harekete geçebilmek için zamana, uygulamaya ve sürekliliğe ihtiyacımız olduğunu her daim hatırımızda tutalım.

Baba! Birkaç gün önce beni telefonla arayıp söylemiştin ya hani, “Kızım, kendinizi fazla eritmeyin, yaşlılığa da saklayın! Yapmak istediklerinizi de -imkânlar dâhilinde- geciktirmeden hemen, şimdi yapın” diye, ben de sözünü dinliyor ve yazı yazmayı çok sevdiğim için şimdi yazıyorum…

Ertelediklerimizin eser miktarda olduğu hayat hikâyelerinde buluşmak dileğiyle…