ÇOK yorgunsun biliyorum Efide… Belki de ilk kez bu denli yoruluyorsun. Düne kadar, bir telefon miktarıydı ne dilesen ne istesen ayağına getirtme çaban. O zaman da “yorgunum” diyordun Efide.
“Yorulmak güzeldir, dinlenmek izah bulur” dediğimde, hâlinden anlamadığımı düşünür, düşünceni hissettirmemek için gözlerini gözlerimden kaçırırdın Efide.
Sen hatırlattın diye buraya da not düştüm, bana gönül koyma Efide… Şimdi ise tüm ezberlerin bozulduğu için yoruluyorsun ve bunu anlamlı buluyorsun. “Ne de şımarıkça kederlerim, ne çok angarya telaşlarım varmış meğer” derken yüzüne yansıyan gölgeli gülüşte dost sandıklarının ardında bıraktığı tortuyu gördüm. Dudaklarına ise işe yarar olmanın huzuru pembe bir fiyonk olup yerleşmişti. Böylesi sana daha çok yakıştı Efide. Gösterişten azade, emeğin asil ikramıdır hayata yansıyan şimdi her ne eyliyorsan...
“Bir öğretmen maaşı, bir çantamın ederi değil” demiştin bir zamanlar bana… Zenginlik algısını eşya üzerinden tanımlamana şaşırmıştım, hatırlıyor musun Efide? Son görüşmemizde bu şaşkınlığımı hatırlayıp mahcup bir eda ile “Kendimden utanıyorum”diyerek başlayıp söze, muhteşem bir servetin keyfiyetine eriştiğini anladığım cümleleri senden duyacağımı tahmin edemezdim Efide… “Cehalet böyle bir şey olsa gerek. İnsan kendi şartları, kendi tatminleri üzerinden tanımlarken hayata dair bakış açısını, hissettiği suçluluk miktarınca kendini kandırma, ah yo, kendine yalan söyleme gayretine düşüp havalı ama zavallı bir teselli çıkarıyormuş payına.” Ah ne güzel bir ifade bu böyle Efide…
Gözlerinde mahzun ve mahcup bir ışıltı raks ederken, sözlerinde idrakin paha biçilmez mânâ ırmakları akıyor karışacağı denizlere yol almayı umarak… Derin bir nefes alıp devam ediyorsun… “Kendine bürünmüş biriydim; ben incinir, ben her şeyin güzelini hak eder, ben görülmek, ben bilinmek isterdim. Benim dışımdaki herkes hakkında bir ithamım vardı bilirsin. Ah ama sen hariç. Çok değil, bundan altı ay öncesinden söz ediyorum biliyorsun, etrafımda benim iyiliğimi isteyen kim varsa uzağına düşmek diler, üstelik de ‘üzüldüm, incindim, kırıldım, dağılım’ serzenişlerimle onlara ders vermeye kalkardım. Ah, şimdi anlıyorum, bencillik ateşini körükleyen cahilane bir cesaretmiş. Beni incittiğini sandıklarımı işaret parmağımla gösterirken, diğer parmaklarım beni gösteriyormuş. Bir şey… Bir şey sormak istiyorum, ‘Seni de böyle itham ettim mi? Daha önemlisi, neden seninle bağımız hiç kopmadı, nasıl en iyi günümde de, en kötü günümde de hep yanımda kalmaya razı oldun?’ Bu soruların cevabı sende, ne dersin canıma dost olanım?”
Ah Efide, bu ne senden, ne de benden mülhem. Ne ben özel bir gayret sarf ettim, ne sen beni uzaklara fırlatacak kadar bilinçsizdin. İlki, bu dostluk, dünün, bugünün, yarının matematiği ile kurulmuş bir dostluk değildi. İkincisi ve en önemlisi, hiçbir şey tesadüf değil ve hiçbir şey dikkate alınmayacak kadar önemsiz değil Efide, bizi birbirimizle tanıştıran, kalplerimize bağ kurduran mutlak bir iradenin kaderimize birbirimizin adını yazdığının ispatıydı. Ben öyle bildim Efide…
Sen ve ben birbirine atanmış iki memur gibiydik. Benim gördüğün, bulduğum zorlukları kolaylaştıran sendin Efide… Paylaşmayı bilecek kadar güzel bir kalbin muhatabıydım ben. Üstelik çağırmazdım, anlatmazdım, istemezdim ama sen gelir, görür, bilir ve verirdin. İnsandın sen Efide. Bütün varlığını satsan, alamayacağın vicdan ve merhametin benim servetimdi. Okuyamayan çocukları, eşinden ayrılmış çaresiz hanımları sana anlatmasam da telaşımı okur, “Çözeriz, ne lazımsa söyle bana” diyen hep sendin. O vakit çaresizlerin çaresi olacak kadar zengindin, şimdi emeğinle cömertsin Efide…
Sen Efide, hiç sormadan, hiç hesap yapmadan, kaç yetim çocuğun hayatına şefkat oldum, kaç yalnız kadının hayatına dokundum biliyor musun? Bilmiyorsun, bilmeyi hiç istemedin, ben, verdiğiyle övünmeyi bilmeyen kalbini seviyorum Efide…



