Silgi

Ama nedense gözlerinin önünde o silgi öylece duruyordu. Çocukluk arkadaşı bağırıyor, omuzlarını itip sarsıyordu. “Silgimi neden aldın? Ben onun için nasıl uğraşıp didindim, biliyor musun? Senin hiç mi insanlık onurun yok? Bu kadar mı alçaldın?” diyordu.

SİLGİ düşüverdi yere, avuçları ter içindeydi. Sıkı sıkıya kavramıştı hâlbuki. Şimdi yere düşen o silgiye dokunmak, yeni bir arsızlık isterdi...

Sıra arkadaşının eşyasını çantasına koymak ve eve götürmek… Ne korkunç bir karardı! Silgi düştüğünde eğilmemişti o gün. Şimdi de o pişmanlığın aynı yanık kokusu geldi burnuna. Arabanın kontak anahtarı düşmüştü yere ve tam alacakken silgiye dönüşüvermişti. Anahtar, bir saat 13 dakika önce çaldığı arabaya aitti. Silgi yıllar önce düşmüştü yere. O zaman almadığını şimdi alacaktı adam. Bu çaldığı kaçıncı arabaydı zaten. Utanmanın zamanı mıydı?

Ama nedense gözlerinin önünde o silgi öylece duruyordu. Çocukluk arkadaşı bağırıyor, omuzlarını itip sarsıyordu. “Silgimi neden aldın? Ben onun için nasıl uğraşıp didindim, biliyor musun? Senin hiç mi insanlık onurun yok? Bu kadar mı alçaldın?” diyordu.

Polisler aracın sahibini sakinleştirip kelepçeyi taktılar hırsıza. Günler sonra mahkeme salonundaydı. Neden çaldığını anlatması gerekiyordu, ama söz silgiden açıldı nedense.

“Babam da sormadı ki ‘Kalemin, silgin var mı?’ diye. Üveydi tabiî, öz babam olsa sormaz mıydı? Annemin çektiklerini silmek için almıştım o silgiyi. O uyurken alnının üstüne dokununca acıları yok olup gidecek diye düşünmüştüm. Alın yazısını silince her şey yeniden yazılabilirdi belki de.

Hâkim Bey! Anlattıklarımın hiçbir anlamı ve önemi yoktur sizin için ama işte söylemeden edemedim!”

Derken gözlerinden yirmi üç yıl öncesine ait yaşları döküldü yere.

“Silgimi kaybettiğim o gün çok ağlamıştım. O benim ilk silgimdi; sen aldıktan sonra yıllarca silgi alamadım. Şimdi hâkim benim ve silgimin hesabını soruyorum. Beni hatırladın mı sıra arkadaşını? Şu an sen sanık sandalyesinde karşıma çıktın, bense hâkim olarak hakkında karar verecek sandalyedeyim” dedikten sonra, yıllar öncesine baktı Hâkim Bey oturduğu kürsüden.

“O siz olamazsınız ya da ben inanamam” dedi cevaben. Ve devam etti:

“Biliyor musunuz Hâkim Bey, çaldığım hiçbir araba ya da değerli eşya, o silgi kadar canımı yakmamıştı. Demek, hesap vermek bugüne kısmetmiş! O silgiyi yolda düşürdüm o gün, eğilip almadım. Annemin kaderi hep aynı kaldı. Şimdi anlıyorum ki, alın yazısının kalemi, mürekkebi çok başkaymış. Silgisi de o çaldığım silgi değilmiş. Ben size duâ etmiştim Hâkim Bey o gün, ‘Bir gün ona hesabını vereyim bu silginin’ demiştim. ‘İşte o zaman gelince versin cezamı!’ diye yalvarmıştım Allah’a. Ben nasıl bir duâ etmişim ki, bütün birikmiş suçlarımı çocukluk arkadaşıma yargılatıyor. Meğer küçük diye bir şey yokmuş. Silgi ve arabanın değeri aynı çıktı kader terazisinde ve ben, çocukluğuma çarptım çaldığım o arabayla.

Benim kalbim diledi o silgiyi almayı, aklım karar verdi, elim uzandı. İlkini affetmek, ikinciye yol açmakmış. Hatâmı büyük görmeliydim; kalbimin bulandığı, gözümün karardığı o an, aklımın ayıbını vicdanımla örtmemeliydim. Ellerim… Ellerim emir kulu Hâkim Bey! Çaldığım şey alın teri. Çocukluk arkadaşımın gönlünde açtığım dev karadelikte edebimi kaybettim ben. Bütün günahlar böyle mi işlenir acaba? Hakmış gibi görülerek?

Aslında Hâkim Bey, siz o kırmızı yakalı cübbeniz, elinizde tokmağınız, o sert bakışınızla hep karşımdaydınız. Bedenim yeni iştirak ediyor huzurunuza. İşte o silginin hesabını, üzerine onlarca araba ve daha pek çok şey katarak veriyorum size. Çocukluk hakkınızı alın benden, önce o silginin bedelini ödemek istiyorum.”

Bu sözlerinin ardından hâkimin gözlerinin içine baktı. Kendisi için kurulmuş bir cümle öylece duruyordu eksik ve tek kelimelik: “Sen”…

Sıra Hâkim Bey’deydi:

“Haksız olmak ne kadar zorsa, haklı olmak da bir o kadar zormuş. Ateşin iki farklı tadı, acının iki ayrı yüzü… Şu an sana baktığımda, sadece silgim için yakana yapışmak istiyorum. Yazılarım yanlış olduğunda, üstünü karalayıp öğretmenden azar işittiğim o günlerin hesabını istiyorum. En güvendiğim arkadaşımın benden çaldığı güven duygusunu geri istiyorum.

‘Serçeye çubuk bere’ derler ya, o silgiyi her yerde aradım, yenisini alamadım. Çok büyük bir şeymiş be arkadaşım çaldığın şey! O silginin yazdığı hatıraları silecek başka bir şey icat edilmedi. Ama o, en baştan insanoğluna, Âdem’in ısırdığı elmadan sonra verildi. Adı, ‘tövbe’ onun… Evlerin içlerinde, dükkânlarda, sokaklarda işlenen bütün günahlardan sadece tövbe arındırır. Hardal tanesi kadar günahlar, çuvalları ve ambarları doldurur. Her bir tanenin ayrı bir değeri vardır.

Ben sana hangi cezayı vereyim şimdi sıra arkadaşım?! Aldıklarının karşılığında verecek neyin var? ‘Getir bana o yılları, ver güvenimi’ desem, verebilecek misin? Çaldığın her şeyin bedeli, satış fiyatından mı istenecek sanıyorsun? Mânevî tazminatlar da hesaba eklenince buna gücün yetecek mi?

Peki, ya ben? Hiç mi yanlış yapmadım, hiç mi kırmadım seni? Silgini çalmadım ama babamın verdiği harçlığı gözünün önünde harcamadım mı? İmrendirmedim mi seni? Haydi gel de değişelim mâkâmlarımızı ya da bırakalım hâkimi ve mahkûmu bir tarafa, çocukluğumuza dönelim! Haydi affedelim birbirimizi! Sendeki haklarım kadar, senin de ben de kalmış haklarını iste benden...”

Dâvâ bir sonraki duruşmaya ertelenirken, hâkim ile mahkûm, yıllar öncesine doğru hızla uzaklaştı. Silginin düştüğü yere doğru…