Silahların hepsini toprağa gömerek yeni bir dünya kuralım

“Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenler haklı çıksın. Belki yeni silahlar yapmak, yeni ordular kurmak yerine, dünyanın daha iyi olması için, hayatın güzelleşmesi için, daha insanca bir nizam için harcarız enerjimizi ve paracıklarımızı. Zaten bütün ekonomiler epeyce etkilendi. Kimse diğerinden iyi değil. Bari bundan daha beter olmasın!

BU sene Nevruz’u bile lâyıkıyla idrak edemedik. 21 Mart’ta baharın uyanışına şâhit olacaktık. Toprağın, suyun, ağacın, çiçeğin, dağın, taşın yeniden canlanmasına bakacak, kutlayacaktık. Kupkuru dallardan yeşil yaprakların baş göstermesi ve her sene olduğu gibi yeniden dirilişi karşısında, geleceğe dair beslediğimiz umutlar güçlenecekti. Kuşların ötüşü ve uçuşu bile değişecekti.

Olmadı. Sessizce, utangaç bir tavırla geldi geçti o gün.

Korona derdine düşmüştük çünkü. Evlere kapanmıştık. Herhangi bir şeyi kutlayacak hâlimiz kalmamıştı. Nevruz ateşi yakamadık, zira Korona ateşi baskın çıktı.

Okullar kapandı, işyerleri kapandı. Çay bahçeleri, barlar, gazinolar, kahvehaneler, hepsi kepenkleri çekti, kilitleri vurdu.

Maçlar iptal edildi. Sinema, tiyatro, konser, sergi, her türlü toplu faaliyet de…

Bütün dünya can derdinde şu sıra. Cemre kimin umuru? Nevruz da ne?

Olimpiyatlar bile ertelendi.

Japonya Başbakanı Abe, 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları'nın Koronavirüs sebebiyle bir sonraki yıla ertelendiğini açıkladı.

Oyunların ismi aynı kalacak. Olimpiyat Komitesi, Tokyo 2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’nın “Tokyo 2020” adıyla 2021'de düzenlenmesine karar verdi.

Bu durum, tarihte bir ilk!

Komite Başkanı Thomas Bach, bir süre önce şöyle söylemişti:

“Rio 2016’da Zika virüsü, Moskova 1980 ve Los Angeles 1984’te boykot tartışmaları, Münih 1972’de terör saldırısı, Montreal 1976’da Afrika boykotu vardı. Ancak 1896’dan bu yana oyunlar sadece iki Dünya Savaşı nedeniyle iptal edildi.”

Bu defa bir dünya savaşı olmaksızın Olimpiyatlar ertelenmiş oldu.

Futbol ve diğer spor dalları da aynı durumda. Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi de kepenklere kilit vurdu. Ne zaman başlayacağı da belli değil.

Okullar kapandı, uzaktan eğitim yapılıyor. Camilerdeki tek faaliyet, ezanların okunması… Toplu hâlde namaz kılmak dahi büyük risk taşıyor.

Şehirlerarası ve ülkelerarası ulaşım durduruldu. Kara, hava ve deniz yoluyla bir yere gidilemiyor. Gözleri yumup hayâl âleminde yolculuk mümkün sadece. Dünya bugüne kadar hiç böylesini görmedi.

Dünyanın yeniden canlandığını tabiata bakınca anlıyoruz ama öte yanda ölüm kol geziyor.

Böyle bir zamanda baharın gelişini kutlamak, Nevruz ateşleri yakmak fantezi ötesi bir durum olduğundan, kimse girişmedi. Sadece birkaç yerde sembolik olarak küçük ateşler yakıldı, onlar da bir süre sonra söndürüldü. Kendi hâline bırakılıp sönmesi beklenmedi.

Nevruz’u kutlayamamakla ilgili bir hatırayı geçen yıl, Ahmet Bican Ercilasun Hoca, Millî Düşünce’de anlatmıştı (24 Mart 2019).

Kuzey ve Güney Azerbaycan Türkleri, 1813’ten beri birbirleriyle irtibat kuramadığı için, ancak Nevruz ateşleri yakarak uzaktaki kardeşlerine selâm gönderebiliyorlar.

Aras ırmağının kuzeyinde bir Azerbaycan köyü... Güney taraf ise İran… Arada dikenli teller bulunuyor; aynı zamanda tellere elektrik akımı verilmiş.

Köydeki çocuklar, aylar öncesinden, kamyon ve traktörlerin eski lâstiklerini toplayıp tepeye yığıyorlar. İçlerine kuru ot, çalı çırpı doldurup tellerle birbirlerine ve sağlam kayalara bağlıyor ve güneşin batmasını büyük bir heyecanla bekliyorlar.

Bu hatırayı, mektup yazarak anlatan aziz dostu Nazım Muradov’dan aktarıyordu Ahmet Bican Hoca.

Karşı dağda ilk ateşi gördüklerinde, çocuklar hemen lâstikleri tutuşturuyor. Hem güneyde, hem kuzeyde ateşler yanmaya başlıyor. Dağların yamaçlarında bulunan bütün köyler harekete geçiyor o zaman. Evlerinin damlarında ateşler yakıyor bütün köylüler.

“Tam bir cümbüş!” ifadesi Muradov’un mu, Bican Hocanın mı bilmek mümkün değil ama Aras’ın iki yakasındaki köylerde yaşayan kardeşlerimizin nasıl heyecanlandığını tahmin edebiliyor; yılda bir defa olsun haberleşebiliyor olmanın, ateşle de olsa selâm göndermenin kıvancını yaşamayı bir nebze anlayabiliyoruz.

Ateşler sönünce, bir sonraki yıla kadar beklemek bir mecburiyet. Zira daha fazlasına izin yok.

“Yılın son Çarşamba’sında bir kez de olsa kuzeyin ve güneyin Türkleri birbirlerinin yüreklerine böylece yol bulurdu. Ve bu ateşler onları bir yıl ısıtır, bir yıl boyunca umutlarını diri tutardı. 1980’lerin başlarıydı. O yıllardan birinde, karşı yatan dağda ateş yanmadı. Kuzeyde dağa çıkmış olan çocuklar büyük bir hayâl kırıklığına uğradılar. Son Çarşamba’nın ve Nevruz Bayramı’nın tadı tuzu kaçmıştı. Acaba ne olmuştu? Bu sorunun cevabını yıllar sonra öğrendiler. O yıl İran-Irak Savaşı olmuş ve güneydeki köy tam 65 şehit vermiş. Köylüler dağda ateş yakmadıkları gibi düğünlerini bile yıllarca çalgısız türküsüz yapmışlar” dedikten sonra, kıymetli hocamız, aziz dostuna şöyle sesleniyor:

“Gam yeme dostum, güneyi ile, kuzeyi ile Azerbaycan uyanmıştır. Doğusu ile, batısı ile bütün Türk dünyası uyanmıştır. Dağlarda ateş yakıp haberleşmeye artık ihtiyaç kalmamıştır. Şimdi uzaydan yayılan ses ve görüntü dalgaları bütün Türk dünyasını birbirine bağlıyor.”

Umutsuzluk ne kötü, umut etmek ne güzel!

Geleceğe karamsar bakınca, hayatın tadı tuzu kalmaz. O yüzden hep daha iyisini istemek, düşünmek, hayâl etmek ve onun için çalışmak… Payımıza düşen bu olsa gerek.

Şu, dünyanın başına belâ olan virüs salgınının da çok sürmeden geçeceğine ve evlere hapsolmaktan kurtulacağımıza, hayata dört elle sarılacağımıza inanmak zorundayız.  

Diyorlar ki, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Ne gibi değişiklikler görüleceğini şimdiden kestirmek kolay değil. Bildiğimiz, bugünlerin sıkıntılı olduğu.

Yayılma hızına, tehlikenin boyutuna bakınca, yine de can kaybı çok az sayılır. Alınan tedbirlere rağmen henüz tam durdurulamaması, riskin cesametine işaret. Anlatılanlar doğruysa, bir uydurma senaryonun içinde figüranlar pozisyonunda değilsek, daha ağır tablolarla karşılaşabiliriz önümüzdeki dönemde.

Bu itibarla dünya nüfusunun yarısı gitse, çok da sürpriz olmaz. Geride kalan üç dört milyar insan, yine dünyanın altını üstüne getirmeye, suyunu çıkarmaya, savaşları ve kavgaları bütün hızıyla sürdürmeye yeter. Biz de onlara karşı mücadele ederek, iyiden, güzelden, doğrudan, kısacası haktan yana olarak gayret göstermekle mükellefiz.

Şair Nedim’in “kâfir” redifli meşhur gazelini tehzîl eden hüviyeti tarafımca meçhul, nâmı almış yürümüş şair Nâdi, Korona için şöyle söylüyor:

“Hapisde yatanı saldın sokakdakini haps ettin

Bu kudret kimde vardır, han mısın, hakan mısın kâfir…”

(Tehzil etmek: Alay ve şaka yollu yazılmış nazire. “Hezl” diye de bilinir. Çoğunlukla, tanınmış şairlerin şiirlerinin vezin ve kafiyesi taklit edilerek yazılır. Tehzîl, ciddî şiirleri bayağılıktan uzak sevimli bir duruma soktuğu için edebiyatın güzel ve eğlenceli örnekleri arasında kabul edilir.)

İstediğimiz kadar şaka yollu diyelim, alay veya eğlence diyelim, hem başta hem neticede bu durum tam olarak doğru. Gerçekten de vaziyet bundan ibaret.

Cezaevlerindekilerin bir kısmı salınacak, ancak cümle âlem evlere kapanmış durumda.

Oldu olacak, kırıldı kör nacak, askerler de tümden terhis edilsin, ordular bir hamlede lağvedilsin… Silahları da hep beraber yok edelim, bütün savaş baltalarını toprağa gömelim.

“Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenler haklı çıksın. Belki yeni silahlar yapmak, yeni ordular kurmak yerine, dünyanın daha iyi olması için, hayatın güzelleşmesi için, daha insanca bir nizam için harcarız enerjimizi ve paracıklarımızı.

Zaten bütün ekonomiler epeyce etkilendi. Kimse diğerinden iyi değil. Bari bundan daha beter olmasın!

Belki de bir fırsatın eşiğindeyizdir; yeni bir dünya kurma yolunda... Niye olmasın?

Aklımızın başımıza gelmesi için, daha büyük bir felâket beklemenin gereği ne? Görünenlere göre, içinde bulunduğumuz durum, yeterince büyük bir felâket zaten.

Diyorum ama bunların boş hayâl olduğunu da biliyorum. Olsun, ziyanı yok! Biz teklifimizi sunalım, bakarsınız bir yerden niyetlenen çıkar.