PEK çoğumuza şaşırtıcı
gelebilir ancak günümüzdeki turizm ve tatil anlayışının temellerinin salgın
hastalıklar nedeniyle Orta Çağ döneminde atıldığı söylenir. Mikropların yayılma
hızının arttığı kavurucu yaz sıcaklarında, aristokrat olarak adlandırılan
ayrıcalıklı kesimin, ölümcül veba salgınlarından kaçarcasına terk ettiği
şehirlerden sıhhî anlamda daha güvenli gördükleri kırsal yerlere yaptıkları
mevsimlik ziyaretler, bilinen ilk turizm faaliyetleri olarak
adlandırılmaktadır.
Tabiî
kendilerini “soylu sınıf” olarak adlandıran bu kesimin kırsal alanlardaki
mevsimlik ziyaretlerinin bir diğer amacı da şehre uzak kalan arazilerini
denetlemektir. Zaman geçtikçe aristokrat kesim kendilerine saraylar yaptırarak,
mevsimine bağlı olarak geçici ikâmet değişiklikleri de yapmışlardır. Şehirli
sınıfın temel dinamiğini oluşturan burjuva kesiminin zamanla güçlenmesi ile
birlikte, yazlık-kışlık ev konsepti ortaya çıkmış, iki ev birden almaya maddî
gücü yetmeyenler, geçici konaklama saikiyle çoğunlukla yaz aylarını o
dönemlerde yeni yeni kurulan otel ya da pansiyonlarda geçirmeye başlamışlardır.
Girizgâhtan
da anlaşılacağı üzere, tatil mefhumu Batı orijinlidir. İslâmiyet, insanın
zamanını boş geçirmesine cevaz vermediği için, ne yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de,
ne de Sevgili Peygamberimizin Sünnetinde Batılı tipte tatil anlayışına
rastlayabiliriz. Neml Sûresi 86’ncı âyette şöyle demektedir: “Görmediler mi ki,
sükûn bulup dinlensinler diye geceyi yarattık ve (çalışsınlar diye) gündüzü
apaydınlık yaptık.”
Görüldüğü
üzere Kur’ân-ı Kerim’de insanın gece vakti makul sürelerde dinlenmesinden bahsedilir.
Rahmet Peygamberi de, “İki günü aynı olan ziyandadır” diyerek hem ahiret için,
hem de zarurî dünyevî ihtiyaçlar için ibadetin ve çalışmanın önemini
belirtmiştir. Yani sözün özü, hoşumuza gitse de, gitmese de dinimizde
günümüzdeki tatil anlayışı yoktur.
Her
ne kadar yüce dinimiz İslâmiyet tatilden bahsetmese de açık veya zımnî olarak
haram da kılmamıştır. Bendeniz, İslâmî esasların göz ardı edilmeyerek kadim
dinimizin rûhuna uygun bir şekilde istirahat etmenin mümkün olduğunu
düşünenlerdenim. “Neden?” derseniz, Kur’ân’da seyahat ile ilgili pek çok âyet
nüzûl edilmiştir.
Haber Ajanda ve Kültür Ajanda Ailesinin beğenilen yazarı, kıymetli büyüğüm Mehmet Şeker ile geçtiğimiz günlerde yaptığımız bir sohbet esnasında, kendisi sıkça seyahat ettiği için Kur’ân’da seyahat konulu âyetleri merak edip araştırdığından bahsetti. Sohbet, kendi açımdan çok faydalı oldu. Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemde kervan yolculuklarının olmasından dolayı seyahat ile ilgili âyetlerin birçoğunun yolculuk sırasındaki ibadetlerde kolaylık ve yolculara yardım konularında olduğunu öğrenmiş oldum. Bizzat seyahati teşvik eden âyetlere odaklandığımızda, seyahat yapılmasına, ancak yeryüzündeki insanlara bahşedilmiş nimetlerden ve helâk olmuş kavimlerin kalıntılarından ders çıkarmamız gerektiğine vurgu yapılmış. Yani tatilden bahsedilmese dahi seyahatin teşvik edildiğini söyleyebiliriz.
Kur’ân’da
seyahate dair âyetlerle bize ne söyleniyor?
İsterseniz,
yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de seyahat ile ilgili bazı âyetlere hep birlikte
göz atalım…
Ankebut,
20: “De ki, ‘Yeryüzünü dolaşın ve Allah’ın (insanı) nasıl (harikulâde bir
şekilde) yoktan var ettiğini görün! Allah, işte bu şekilde ikinci hayatınızı da
var edecektir; çünkü Allah her şeye kâdirdir!”
Sebe,
18: “Biz, (o toplumun çöküşünden önce) kutsadığımız şehirler ile onlar arasına
birbirlerinin görüş mesafesinde bulunan (birçok) kasaba yerleştirdik ve böylece
(onlar için) seyahati kolaylaştırdık, (âdeta,) ‘Bu (topraklarda) hem geceleri,
hem de gündüzleri güven içinde seyahat edin’ (dedik)”.
Mülk,
15: “O, yeryüzünü yaşanması kolay bir yer yapmıştır. Öyleyse onun her tarafını
dolaşın ve Allah’ın verdiği rızıktan pay almaya çalışın. Ama (hiçbir an
aklınızdan çıkarmayın ki) yine O’na döneceksiniz.”
Âl-i
İmrân, 137: “Sizden önce (nice) hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse yeryüzünde
dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.”
Neml,
69: “De ki, ‘Yeryüzünde dolaşın da (böyle diyerek) günaha gömülüp gitmiş
olanların sonunu görün!’.”
En’âm,
11: “De ki, ‘Yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonlarının ne
olduğunu görün!’.”
Rûm,
42: “De ki, ‘Yeryüzünü dolaşın ve (sizden) önce yaşamış olan(günahkâr)ların
sonlarının ne olduğunu görün. Onların çoğu Allah’tan başka varlıklara veya
güçlere ilâhî sıfatlar yakıştırmışlardı’.”
Hac, 48: “Ve zulüm ve haksızlıklara dalıp gitmiş nice toplumlara bir süre için fırsat vermiştim. Ama günü gelince onları kıskıvrak yakalayıverdim. Çünkü bütün yolculukların sonu Banadır!”
Kültürümüzden
tatile bakış
Seyahat,
elbette tatil ile eş anlamlı değil. Lâkin yakın akraba sayılırlar. Çünkü evde
geçirilen tatil zamanlarını saymazsak, genellikle seyahat netîcesinde ortaya
çıkan bir mefhumdur tatil. Ancak bu topraklar üzerinde Batılı tipte tatil
anlayışı ilk başlarda pek kabul görmemiştir. Tatillerin yozlaşması, maalesef
zamana yayılarak gerçekleşmiştir.
Osmanlı’dan
günümüze bu güzel medeniyetin çocukları, tatil ve istirahatlerini olabildiğince
İslâmî ölçülerde geçirmeye gayret sarf ettiler. Tebaanın yaz mevsimlerinde
yaylaya çıkması Osmanlı döneminde oldukça eski bir gelenek olsa da sarayın ve
devlet büyüklerinin civar yalı ve köşklerden mütevellit mevsimlik ikâmetlerine
geçmeleri, yayla kültüründen daha sonraki bir zamana isabet eder.
Anadolu
insanı, bunaltıcı yaz sıcağında kendini yüksek rakımlı yaylaların serinliğine
bırakırken, İstanbul halkı daha çok “sayfiye” diyebileceğimiz, şehrin
yakınlarındaki alternatif yaşam alanlarına yönelmiştir. Tarih kitaplarında
Osmanlı dönemindeki ilk yerli şirket olan Şirket-i Hayriye’nin 1851’de
kurulması ile birlikte vapurların düzenli seferleri üzerine yeni yerler keşfeden
İstanbullular, o dönem için bâkir kalan yerlerin çoğunlukta olduğu Boğaziçi
sırtlarını ve adaları gözlerine kestirmişlerdir. Bu akım, Suriçi olarak tâbir
edilen İstanbul’un genişleme hızını arttırmış ve şehrin demografik yapısını
tamamı ile değiştirmiştir.
Osmanlı
demişken sıla-i rahimden bahsetmemek olmaz. Sıla-i rahimin kelime anlamı her ne
kadar dar çerçevede akraba ziyareti olsa da geniş anlamda hısım akrabaya ilgi
ve alâkayı devam ettirmektir. Sıla-i rahimde kusur olmaz. Herkes birbirini
olduğu gibi kabul eder, başının üzerine koyar. Eski zamanlarda, ihmâl
edildiğinde hoş karşılanmayan akraba ziyaretlerinden geçtim, bayramlarda anne
babanın dahi eli öpülmeye gidilmiyor artık. Günümüzde akraba ziyaretlerinin,
akrabanın derdi ile dertlenmenin tamamen yok olduğunu söylesek, yanlış bir lâf
etmiş oluruz. Ancak eskisi kadar kuvvetli olmadığı da aşikâr.
Aile,
Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın yapmış olduğu bir saha çalışmasında,
18 bin 626 kişiye, bir haftadan uzun süreli tatillerini genellikle nasıl geçirdiklerinin
sorulduğu araştırıldı. Sonuçlara göre, katılımcıların yüzde 36,1’i tatilini
bulunduğu yerde dinlenerek geçirdiğini söylemiş. Katılımcıların yüzde 32,5’i
tatil için zamanı olmadığını ifade ederken, yüzde 25,4’ü ise tatilini
memleketine/köye giderek geçirdiğini belirtmiş.
Verilere
göre tatillerde, katılımcıların yüzde 10,8’i otel, pansiyon ya da tatil köyüne,
yüzde 4,7’si yazlığa; yüzde 2,7’si yaylaya; yüzde 1,1’i yurtdışına ve yüzde 0,9’u
da bağ evine gidiyor.
Kırda
yaşayanların yüzde 47,9’u “tatil yapmaya zaman bulamazken”, kentte yaşayanların
sadece yüzde 26,5’i tatile zaman ayıramıyor. Ankara ve İstanbul’da yaşayanların
yüzde 41’i tatilde memleketine/köye gitmeyi tercih ederken, İzmirliler ise
yüzde 37,6 oranla bulunduğu yerde dinlenmeyi istiyor.
Bölgeler
arasındaki farklılaşmaya bakıldığında, tatile zaman bulamayan katılımcıların
oranının en yüksek olduğu bölgeler Kuzeydoğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri. Tatilini
bulunduğu yerde geçirenlerin oranının en yüksek olduğu bölgeler ise Batı
Marmara ile Batı Karadeniz. Akdeniz Bölgesi ise yaylaya gitme tercihinde ilk
sırada bulunuyor.
Bu
araştırma bize şunu gösteriyor ki, “hayat gailesi” dediğimiz koşuşturmanın
içerisinde tatile çıkmak büyük bir lüks. Şahsen tatil niyetiyle köylerine veya
yaylalara gidenleri kendime daha yakın hissediyorum. Çünkü tatil dediğimiz şey,
fizikî dinlemenin ötesinde zihinsel bir anlam taşıyor. İnsan, doğup büyüdüğü
köye veya yaz mevsiminde çocukluğunu geçirdiği yaylaya gittiğinde, düşünceleri
de berraklaşıyor. Her şeyin fâniliğini bir kez daha anlıyor. Oysa Batı tipi “her
şey dâhil” konseptli tatillerde sadece fiziksel değil, zihinsel israf da
yapılıyor.
Seyahate, yolculuğa kıymet vermekle birlikte, “tatil” kavramının bize ait olmadığını düşünüyorum. Bunu bizim medeniyetimiz bulmadı. Birtakım dinî hassasiyete özen gösteren muhafazakâr otellerde hiç israf olmuyor mu?
Öğle
vaktine kadar uyuyup şezlongların üzerinde -çok af edersiniz- sere serpe
yatılan, israfın, görgüsüzlüğün zirve yaptığı “her şey dâhil” sofralarda
tonlarca yemeğin israf edildiği, kavurucu sıcaklarda buz gibi su ya da soda ile
ayran içmek dururken, elin Alman’ı, Rus’u ile aynı masalarda alkol komasına
girilen günümüz beş yıldızlı otel formatının neye hizmet ettiğini siz değerli
okuyucularımıza bırakıyorum. Kendini bilen bir insanın böyle ortamda ne işi
var, söyler misiniz?
İşin
inanç kısmını bir tarafa bırakalım, hangi dine mensup olursanız olun, bugün
Afrika’da insanlar açlıktan ölürken, Filistin’de hasta çocuklar ilâç
bulamazken, memleketimin güzel insanları sofrada helâl ekmeğini bölüşürken,
kendini bilen bir insanın o israf sofrasında ne işi var?
Köylerin,
yaylaların güzelliğini vurgularken kastettiğim şeylerden biri de buydu aslında.
Batılı tipteki tatil, insanı günaha sevk eden bir dayatma. Bu kadar günahın bir
arada olduğu yeri zor bulursunuz. Hele bir de yurtdışı tatillerinde işin içine kumar
da giriyor ki şeytan herhâlde bu mekânlarda zil takıp oynuyordur. Görüyorsunuz
ya, “Tatil!” deyip geçmeyin, dikkat etmezseniz insanın şirâzesi kayıyor!
Peki,
takvâ sahibi samîmi bir Müslümanın tatil yapmaya hakkı yok mu? Elbette var!
İşin içinde samîmiyet ve takvâ olursa akan sular durur ne de olsa. “Müslümanlar
tatil yapmaz kardeşim, İslâmiyet’te tatil diye bir şey yoktur!” deyip işin
içinden çıkmak, ilk anda çözüm gibi görünebilir. Ancak bu, önemli bir gerçeği
göz ardı ettiğimiz anlamına gelir. Kim ne derse desin, “tatil”, şehir hayatının
kalabalığı, keşmekeşi ve stresi içinde kaçınılmaz olarak yorulan ruh ve bedenin
dinlendirilmesi için iyi bir fırsattır. Bence burada tek yapılması gereken,
tatilin gerekliliğini sorgulamak yerine, olması gereken tatilin sınırlarını
çizmektir.
Tatil
kavramı bize ne kadar ait?
Üzerinde
bulunduğumuz iyilik ve ihsan medeniyetinin gelenek ve göreneklerine uygun sûrette
yapılan meşrû bir tatile kim karşı çıkar ki? Hısım akrabayı mümkün olduğunca
ziyaret etmek, hasbihâl etmek, kısa süreliğine de olsa yaylasına, köyüne,
memleketine gitmek insanı mutlu etmez mi? Bayramlarda -hâlen hayattalarsa- büyüklerimizin
elini öpmek, vefât etmişlerse kabir ziyaretinde bulunmak, bize görevimizi
lâyıkıyla yapmış olma hissini vermez mi?
Ama
neden ve nasıl oldu bilinmez, bayramlar artık tatil mevsimine dönüştü. Tamamı
olmasa da insanımızın önemli bir kısmı, zahmet edip anne-babanın elini öpmeye
gitmiyor. Biraz da teknolojinin nimetlerinden faydalanmak sûretiyle, telefonla
arayarak ya da mesaj göndererek durumu idare etmeye çalışıyor.
Farkında
mısınız bilmem, lâkin Batı’dan kültür alanında ithâl edilen ne varsa, toplum
genelinde eğreti duruyor. Bizim ihsan medeniyetimizin kalıplarına sığmıyor.
Nasıl sığsın ki? Bireyci, çıkarcı, kendisinden başkasını düşünmeyen hoyrat bir
kalıp bu. Bizim bunun içine sığmamız mümkün değil. Peki, hangi kalıba sığar
bizim tatilimiz?
İlk
olarak sıla-i rahimin mutlak sûrette yapılması gerek. Her Cuma hutbesinde Nahl
Sûresi’nin 90’ıncı âyetinin boş yere okunmadığı kanaatindeyim. O âyette, Allah’ın
(cc) akraba ve yakınlara bakmayı emrettiğinden bahsedilir. Akraba ve
yakınlarımızla bağlarımızı koparmayacağız. Dertleri ile dertleneceğiz.
İçlerinden birisi hasta olduğunda ziyaretine koşarak gideceğiz. Sırtımızı dönüp
kaçmayacağız.
Tatilleri
eğlenceli bir aktivite yerine dinlenme amaçlı bir aktivite olarak görmek ve
mekân seçimini ve faaliyetleri buna göre tespit etmek harika bir seçim olur.
Eskiden
kamplar vardı, bilmem, hatırlar mısınız? Mâliye kampı, basın mensupları kampı,
polis kampı, işçi kampı gibi kamplar… O tip yerlerde hem meslekî dayanışma ve
aidiyet duygusu pekişirdi, hem israf edilmezdi, hem de kampçılar edepli ve
ölçülü tavırları ile kimsecikleri rahatsız etmezlerdi. Belki bu kamplar yeniden
canlandırılabilir. Mahremiyet kuralları gözetilerek yenilenebilir. Ne dersiniz?
Sağlık
amacıyla yapılan tatiller ne kadar güzel ve faydalıdır? Kaplıcalar binbir derde
devâdır. “Termal turizmi” denilen ve bereketli topraklarımızın üzerinde bol
miktarda bulunan bu yerleri yurtdışında yeterince tanıtabiliyor muyuz meselâ?
Her şey dâhil konseptinde günlerini hebâ eden turistler, kaplıcalarımıza gelip
şifâ bulsalar fenâ mı olur?
Yazının
başında vurguladığım hususu bir kez daha yinelemekte fayda var. Seyahate,
yolculuğa kıymet vermekle birlikte, “tatil” kavramının bize ait olmadığını
düşünüyorum. Bunu bizim medeniyetimiz bulmadı. Diskoda çalan yabancı müziği
bize ait şarkılara, türkülere çevirdiğimizde iş bitmiş mi oluyor? Birtakım dinî
hassasiyetlere özen gösteren, mahremiyet kurallarına uyan beş yıldızlı
muhafazakâr otellerde hiç israf olmuyor mu? İçini İslâmî motiflerle süsleyerek
kısmen değiştirilen bir beş yıldızlı otel konsepti, Allah’ın (cc) rızâsına
ulaşır mı? Yoksa ne yaparsa yapsın, yine de hâddi aşar mı? Bunu iyi ölçüp
tartmak gerekir.
Düşündüm
de, galiba işi sağlama alıp sıla-i rahimden şaşmamak gerek. Siz ne dersiniz?
Kaynakça
https://www.aa.com.tr/tr/yasam/turklerin-tatil-anlayisi-oldugun-yerde-dinlen/230959
Tatil
Kültürü (köşe yazısı) - 12 Nisan 2009 tarihli Milli Gazete - Dr. Ebubekir Sifil
Modern
Hayat, Değişen Zihniyet Algısı ve Tatil (makale) - Sema Betül Şenteürk, Özlenen
Rehber Dergisi 88. Sayı
http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1072
https://www.yoldakiizler.com/kultur-sanat/kuranda-seyahat-ayetleri/
http://www.tarihhaber.net/osmanlida-sayfiye-ve-tatil/