Şiirin şehir hâli: Sinop

Karadeniz’in Bodrum’u, Karadeniz’in incisi, Karadeniz’in en uç ve en mutlu şehri olan Sinop’ta güneş denizden doğar ve yine denizden batar. Hani İbn Haldun’a izafe edilen bir söz vardır “Coğrafya kaderdir” diye, işte bu söz tam da Sinop için söylenmiştir. Sinop, içerisinden başka şehirlere geçişi olmayan vakur şehirdir…

BENİM için Sinop üç kelimeden ibarettir: Huzur, doğa ve tatil. İsmi tarihtir, güzelliği ise o tarihin eseri. 

Sırtındaki ebruli yeşil entarisi ile sarar sarmalar ana gibi etrafı; göğü mavi, denizi mai, bir adı huzur, diğer adı mutluluk olan bu renk cümbüşünün içinde özgürlüğün rengine boyanırsın. 

Nüfusunu memur ve emeklilerin oluşturduğu bu kent için “Ağır endam, fıstıkî makam” deyimini kullanmakta bir beis görmüyorum. Çünkü telaşsız, kaygısız, trafiği olmayan hatta trafik ışıklarının dahi kullanılmadığı tarihiyle, kültürüyle, en önemlisi insanıyla özel bir yere sahiptir.  

Karadeniz’in Bodrum’u, Karadeniz’in incisi, Karadeniz’in en uç ve en mutlu şehri olan Sinop’ta güneş denizden doğar ve yine denizden batar. Hani İbn Haldun’a izafe edilen bir söz vardır “Coğrafya kaderdir” diye, işte bu söz tam da Sinop için söylenmiştir. Sinop, içerisinden başka şehirlere geçişi olmayan vakur şehirdir ve Anadolu’nun Alkatraz’ı tanımı ile anılmaktadır. 

Sinop kalesi, kentin masal imgesidir

En çok tarihî zindanlarıyla zikredilen bu kenti gidip görmezseniz, nefy öykülerinin anlatıldığı, mahpus şiirlerinin okunduğu bir hücre düşer hayâl hanenize. Üç tarafı denizle çevrili bu yarımadadan geçen devletlerin düşmana mukavemet göstermek amacıyla güçlendirdikleri kale büyüdükçe büyümüş, dört bin yıllık bu devasa surlar, her çağdan birçok medeniyetin izlerini taşır hâle gelmiştir. 

16’ncı yüzyılda kalenin bazı bölümleri zindan olarak kullanılmış, zamanla tamamı cezaevine dönüştürülmüştür. Rivayet odur ki, bir giren bir daha çıkamazmış bu cezaevinden. Zindanlar o kadar rutubetliymiş ki kibrit çaksalar yanmazmış, bu zindanda nemli havayı ciğerlerine çeken mahkûmların birçoğu cezalarını tamamlayamadan yitirirmiş yaşamını. 

Gelin, bir de Evliya Çelebi’nin nazarından seyredelim o dönemin Alkatraz’ını: “Büyük ve korkunç bir kaledir. Üç yüz demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından on adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”   

Evliya Çelebi’nin bu umutsuz ve karamsar tasvirini ilk kez, cezaevini ziyaret esnasında gezi rehberinden işitmiştim fakat ben orada dört bin yıllık taşları parçalayıp güneşe uzanan bitkileri, umudun en somut hâlini de görmüştüm. 



Umut

Umut her yerde değil miydi?  Kâh bir karıncanın devasa ateşe taşıdığı suda, kâh sararmış bir yaprağın rüzgâra karşı duruşunda, kâh gökyüzünde belki de yerin en dibinde. Umut, bir idam mahkûmunun diktiği dut ağacında… 

Şiirlere, şarkılara konu olan bu cezaevi, 1999 yılında müzeye çevrilmiştir. Refik Halit Karay’dan Sabahattin Ali’ye birçok şair ve yazarın “düşünce suçlusu” hükmüyle yattığı şehir hakkında, Atina’ya sürgün edildiğinde “Sinoplular seni sürgüne mahkûm etti” yergilerine maruz kalıp da “Ben onları oldukları yerde kalmaya mahkûm ettim” yanıtını veren Diyojen’in ahının gerçekleştiği de söylenmektedir.

Sinop’un hemen girişinde, yüzünde tebessümü, elinde feneri ile yerli yabancı turistleri karşılayan, medeniyetler kentinde medeniyeti reddeden, kinik düşünceyi savunan bu Antik Çağ filozofu olan Diyojen, evet, aslen Sinopludur. 

Kentin Milâdî tarihine baktığımızda ise Hükümet Konağı’nın bulunduğu semtten tekfurun bir kılıç darbesiyle mübârek başı gövdesinden ayrılan ve kesik başını koltuğunun altına alıp yaklaşık yedi ilâ sekiz yüz metre mesafeyi çarpışa çarpışa şu anki bulunduğu türbesine kadar gelen Seyyid Bilâl Hazretleri ile karşılaşırız. Hem seyyid, hem şehittir o. Ve Karadeniz bölgesinin en önemli manevî şahsiyetlerinden biridir. 

Sinop’un önemli sembollerinden biri de tersanedeki Şehitler Çeşmesi’dir. Rus donanmasının baskını ile iki bin sekiz yüz askerin şehit edildiği, yaralı askerlere ise yapılan akıl almaz işkenceleri yazmaya yüreğimin ve kalemimin takati yetmedi, yetiremedim. Üstü kurşun kaplı, içinde havuzu bulunan dört tarafında muslukları olan bu çeşmeden su içmedim; acı içtim, elem içtim, keder içtim. 

Haydi biraz da her yeri deniz, her yeri orman olan bu kentin Hamsilos koyuna gidelim ve kâinat sergisindeki İlâhî sanatı seyredelim…

Gözlere, kalplere, ruhlara şifa, yeşilin arasına kıvrılarak sızan sessiz berrak bir deniz, “Akdeniz’de misiniz, Karadeniz’de mi?” ikilemine düşeceğiniz muazzam bir manzara… 

Bir yanı mahpus, bir yanı umut olan bu şehrin fırtınaya yakalanan gemicilerinin küçük bir ışıktan umut devşirdiğini biliyor musunuz? Şimalin denize uzanan bir yardım eli olduğunu? Tam 155 yıldır denizcilere göz kırpan bu gözcünün bir adı “İnceburun”, diğer adı ise “Umutburnu”. Bu tarihî feneri görmeye gittiğinizde, Türkiye’nin en kuzey noktasında bulunmanın ayrıcalığını iliklerinize kadar hissedersiniz. 

Mutfak

Sinop’un tarihini turladık, denizine daldık, doğasında soluklandık ve sanırım acıktık artık… 

Tarih boyunca birçok medeniyeti ağırlayan Sinop mutfağı, bu kültürel çeşitlilikten nasibini almış, etli yemeklerinden hamur işlerine varana kadar damaklara verdiği şenlik lezzetleri ile de ön plâna çıkmıştır. Dünyaya nam salan seçkin lezzeti ise “Sinop mantısı”dır. Tadı ve malzemesinin bolluğuyla Kayseri mantısını sollayacak bir tattır Sinop mantısı. Kayseri’yi saygıyla yâd ediyorum ama üç tarafı denizle çevrili kentte, balık restoranlarından çok mantı evlerine ve kapısında oluşan sıraya şahit olursunuz. 

Olur ya, bir gün yolunuz Sinop’a düşerse gezin, görün, yiyin ama lütfen hissedin, doyamayacaksınız!