HAYATIMIN her döneminde
çoğu kişi ve kitaptan farklı farklı şiir tanımları duydum, okudum. Büyüdükçe
ezber cümleler ile öznel tanımlar arasındaki farkı kavramaya başladım.
İnsanların şiire olan merak ya da uzaklığını anlamaya çalıştım. Uzun zaman
sadece bir izleyici gibi inceledim şiir ve insan ilişkisini.
İlk
şiirim İstiklâl Marşı’ydı. Birinci sınıfa ilk başladığım zamanlarda ödev olarak
ezberlememiz söylenmişti. Her ne kadar her okuduğumda gururlansam da şiir, uzun
bir süre boyunca sadece ev ödeviydi benim için. Daha sonraları okul sınavına
çalışırken göz gezdirdiğim bir temanın ismiydi. Hattâ bir dönem sıkıntıdan
uyukladığım bir dersin konusuydu. Belli bir zamana kadar okulla bağlantılı bir
zorunluluktu hayatımda. Fakat büyüdükçe sorularımın cevaplarını bulmak için
gezindiğim yollardan birinde şiirin baş döndüren dünyasına kendi isteğimle bir
giriş yaptım.
Keşif
zamanlarımdı. Her kapıyı tıklatıyordum. Her dönemeçte kendimi arıyordum.
Sorularımın cevaplarını bulmak için çabalıyordum. İşte tam bu dönemde, şiir bir
dönüm noktası oldu hayatımda! Sorgulayan, kendini bulmaya çalışan ve benim gibi
sancılı dönemler geçiren bir sürü kişinin olduğunu gösterdi. Üstelik bu
insanlar benden daha öncesinde sorularımın cevaplarını bulmuş ve şifrelerini
mısralara gizlemişlerdi. Her adımımda kendimi bulduğumu hissediyordum.
Şairlerin yüreklerinden kalemlerine akan sözcüklerin ortağı olmaya başlıyordum.
Hayattaki amacımın, dâvâmın, sevdâmın mısralarını buluyor, buldukça
kuvvetleniyordum. Ve bunu yaparken kimin şiirini seveceğime aklım değil, kalbim
karar veriyordu. Böylece toplum tarafından kalıplaşmış olan “şucu bucu” ayrımı
ortadan kalkıyordu.
Farklı
farklı görüşten, kültürden ve yaşam tarzından olan insanların düşüncelerine,
kavgalarına, sevdâlarına ve sayısız hislerine tanık olmaya başlıyor,
zenginleşiyor, kalabalıklaşıyordum.
Aradığımdan
fazlasını bulmuştum. Az sözle çok şey anlatan insanların dünyasında bulmaca
çözüyor gibi, hayatın şifrelerini, küçük detaylarını yakalıyordum. İçine girdiğim
bu dünyada bir şeker misâli ceplerime dolduruyordum bütün öğretileri. Her demde
demleniyor, birikiyor ve sivri köşelerimi törpülüyordum. Şiirin dünyası bir
mektep olmuştu benim için. Kendi çağımın ötesindeki sesler, mısralarından
kalbime ve aklıma fısıldıyorlardı. Kalbim ve aklım aradığını bulmuştu.
Şiir,
artık ruhumun bir ihtiyacı, bütün rollerimden arınarak giyindiğim başka bir
bedendi benim için. Bu dünyadan başka bir boyutta, bu dünyayı yaşamış ve
tecrübe etmiş insanlarla dolu bir hazine gibiydi. Bu zamana kadar bu hazineden
fazlasıyla istifâde ettim ve hayatımın geri kalan zamanlarında yaşanmışlıklarla
dolu mısraların rehberliğine başvuracağıma eminim. Şimdi geriye dönüp bu zamana
kadar duyduğum ve okuduğum şiir tanımlarına baktığımda, neden bu kadar fazla ve
herkese göre bu kadar değişken olduğunu anlıyorum. Çünkü şiire yolu düşen
herkesin farklı bir hikâyesi var. Acıyla, hüzünle, mutlulukla, soruyla,
cevapla...
Birilerinin
yolu hep şiire çıkıyor. Şiir aynı soruları, aynı acıları, aynı mutlulukları
yaşamış insanları bir araya getiriyor. Tek olmadığını hissettiriyor. Şiir bizi
birleştiriyor. Şiir bize iyi geliyor. Benim hikâyemin sonunda vardığım sonuç
şudur ki, ölmeden önce her insanın “Benim!” diyebileceği bir şiirinin olması
gerekir.
Kendi
şiirinizi bulabilmeniz umuduyla…