Şiirimizin hâl-i pürmelâli

İlkokul, ortaokul ve liselerden aruz vezni ve klasik şâirlerimiz kovulduğundun beri bu milletin evlâtlarının ne kadar duygusuz, ruhsuz, mâneviyatsız, şuursuz ve şiirsiz kaldığını acaba ne zaman göreceğiz? Şiirin bir ilim olduğunu ve bu ilmi her tahsil edenin şâir olamayacağını, ancak şâir olmanın en önemli şartlarından birinin şiir ilmini bilmek gerektiğini ne zaman idrâk edeceğiz acaba?

MERHUM büyük şairimiz Dilaver Cebeci’yi anma programında konuşmacı olarak vazîfe almanın mesuliyeti üzerine hazırlık yapmak maksadıyla kütüphanemizin tozlu rafları arasından Dilaver Hoca’nın şiir kitaplarını ararken elimize 100’den fazla şiir kitabı geldi. Meğer kütüphanemizde varlığını unuttuğumuz ne çok şiir kitabı, ülkemizde ne çok şâir varmış.

Yaklaşık 30 yıldan beri İstanbul’da ömür tüketen ve mesleği icabı sürekli bir şeyler okuyan âciz kul olarak, aynı zamanda şiirle meşgûl olmanın şahsî bir saâdetten başka bir güzellik kazandırmadığını üzülerek düşündük.

Kütüphanemizde varlığını bile unuttuğumuz şiir kitapları bize küs küs baktılar âdetâ. Okunmadıklarından, bilinmediklerinden ve hatta tozlarının bile alınmadığından müştekî olduklarını hissettik. Kitapların şâirleri arasında yaşayanlar olduğu gibi, Hakk’ın rahmetine kavuşanlar da vardı. Merhum Dilaver Cebeci, Abdürrahim Karakoç, Abdülvahap Akbaş bunlardan sadece birkaçı…

Bu güzel insanları biz hasbelkader tanıma ve sohbetlerinde az çok bulunma güzelliğini yaşadık. Bir de artık tarihte kalmış, okul kitaplarından bile tard edilmiş, isimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, “Ah arkamızdan bir Fâtihâ okuyacak yok mu?” diye garip garip bekleşen büyük şâirlerimiz var ki, bu millet vefâsızlıkta hiç bu kadar ileri gitmemişti.

Hoca Dehhanî, Şeyhî, Seyyid Nesimî, Eşrefoğlu Rûmî, Kadı Burhaneddin, Ahmedî, Fuzûlî, Bâkî, Nef’î, Nevâî, Şeyh Galib gibi çok büyük şâirlerimiz genç nesiller tarafından herhangi bir Batı çizgi filmi karakterinin ismi kadar bile hatırlanmıyor.

Bundan yıllar önce ilk defa Azerbaycan’ın başkenti Bakü’yü ziyaret ettiğimizde, şehir merkezinde harikulade bir mimari eserin adının “Edebiyat Müzesi” olduğunu ve müzede Azerbaycan’ın bütün büyük şâirlerinin heykellerinin ve şiirlerinin bulunduğunu gördüğümüzde hayran kalmıştık.

Kalkıp “Her şâirimizin heykelini dikelim” demiyoruz, ama “Her şâirin hayat hikâyesini ve en azından en büyük şiirlerini bu milletin çocuklarına öğretmek, ezberletmek gerekmez mi?” diye de acı acı düşünmüştük orada. O müzede bizim de şâirimiz olan Fuzulî’yi görmek bize ayrı bir saâdet yaşatmıştı.

İlkokul, ortaokul ve liselerden aruz vezni ve klasik şâirlerimiz kovulduğundun beri bu milletin evlâtlarının ne kadar duygusuz, ruhsuz, mâneviyatsız, şuursuz ve şiirsiz kaldığını acaba ne zaman göreceğiz? Şiirin bir ilim olduğunu ve bu ilmi her tahsil edenin şâir olamayacağını, ancak şâir olmanın en önemli şartlarından birinin şiir ilmini bilmek gerektiğini ne zaman idrâk edeceğiz acaba?

Şiir, elbette bir İlâhî lütuftur. Öncelikle yaratılışında şiir kabiliyeti taşıyan insanların şâir olabileceğini bilenlerdeniz. Son yüz yılda adını hürmetle andığımız şâirlerimizin sayısı ne kadar azdır! Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Süleyman Nazif, Faruk Nafiz, Cahit Sıtkı, Orhan Şaik, Orhan Seyfi, Necip Fazıl, Niyazi Yıldırım, Dilaver Cebeci gibi şâirlerimizin arkalarında bıraktıkları boşluk hiçbir zaman yeni şâirlerimiz tarafından doldurulamıyor.

Tanzimat ile beraber sırtımızı döndüğümüz klasik şiirimizden bahsetmiyoruz. Klasik şiir, bir milletin hayat tarzının, anlayışının, îmanının, ahlâkının, hayata ve eşyaya bakışının tezahürü idi ve o hayatın sona ermesiyle birlikte varlığını bizlerden gizledi. Kitaplarda kalan klasik şiirimizin inceliklerini ve derinliğini bugünkü nesillere anlatmak o kadar zor ki… Zira artık ne tam olarak anlayan insanların sayısı, ne de merak edip öğrenecek gençler arzu edilen seviyede.

 

“Cumhuriyet” dedikleri ve hâlâ tam mânâsıyla cumhuriyet olamamış yeni devlet nizâmının bu millete ettiği en büyük kötülüklerden biri elbette ki “Harf İnkılabı” denilen fecaattir. Tarihi, kültürü, dini ve medeniyeti ile bağı bir gecede koparılan bu milleti fazla suçlamanın da haksızlık olacağını bilenlerdeniz. Ama bu millet, kendisine yapılan bunca zulmü kısmen de olsa kabullenmiş ki tarihi, medeniyeti, kültürü ve sanatı ile bağını yeniden büyük bir hızla kurması gerektiğini hâlâ anlamış değil maalesef!

Bugün dünyada yaşanan ekonomik ve siyasî savaşların arka plânında gizli hedef “kültür savaşı”dır. İslâm medeniyetinin asırlar boyunca tek temsilcisi olan Osmanlı Devletimizin vücûda getirdiği kültür ve medeniyetinin maddî/mânevî bütün unsurlarının ifâde vâsıtası daima şiir oldu. Şiir ki, İslâm’ın bütün insanlığa öğretildiği Kitabın, çağın büyük şâirlerini ve şiirden anlayan her Arap’ı acz içinde bırakan en büyük mucizenin vesilesiydi.

Milletimiz, İslâm ile müşerref olduğu zamandan îtibâren kendi lisanını İslâm’ın diğer iki büyük lisanı olan Arapça ve Farsça ile bütünleştirerek medeniyetimizin ifâde vâsıtasını güçlendiriyor ve dünyaya meydan okuyordu. Cumhuriyet’i kuran iradenin asıl maksadının İslâm dünyasının bu yegâne temsilcisi olan milleti bin yıllık tarihinden ve tarihini şekillendiren dininden, medeniyetinden, kültüründen tamamen koparmak olduğu çok iyi anlaşıldı.

Mesele şiirin kalıbı değil!

Bugün, 2016 Milâdî yılında biz hâlâ kendi medeniyeti, kültürü, dini, tarihi ve bilhassa bütün bunların ifâde vâsıtası olan şiiriyle barışmak hususunda kâfi derecede istekli ve gayretli görünmüyoruz. Şiir, artık ayaklar altında can çekişen bir güzeldir! Üstelik bu güzel, çirkin kelimeler, mânâsız sözler ve ifâdeler, ruhsuz haykırışlar ve iç bunalımlarla makyajlanmış, güzellik ve tabiîliğini tamamen kaybetmiş bir zavallı hâline getirilmiştir.

“Sosyal medya” denilen fecaat arıklarında sayısız müteşâir arz-ı endâm etmekte, “şiir geceleri” adıyla düzenlenen programlarda körler ve sağırlar birbirini ağırlamakta, Necip Fazıl’ın tâbiriyle yazılan mide gurultuları okundukça mürâî bir üslûpla alkışlanmakta ve ricâl-i devletin mahallî temsilcileri bu müteşâirleri adam yerine koyarak paralar vermekte, onlar da kendilerini şâir zannederek avunmakta, milleti de uyutmaktadırlar.

Türkiye yeniden büyük devlet olacaksa, ekonomik kalkınma ile aynı nispette kültürel kalkınmayı, medeniyet inşâsını ve tarihini kaldığı yerden Süleymaniye, Selimiye büyüklüğünde yeni eserler vermek üzere inşâ etmek zorundadır. Süleymaniye ve Selimiye’nin inşâsı, Osmanlı Cihan Devleti’nin kuruluşundan iki buçuk asır sonra mümkün olmuştur. Çünkü elbette bir medeniyet kabak çiçeği gibi üç ayda açıp beş ayda ürün veremez. Ecdâdımız, maddî medeniyet eserlerinin inşâsını fetihlerle aynı oranda sürdürmüş, şiiri de, mimarisi de, diğer sanatları da bu büyümeye ayak uydurmuştur.

Şiirimizin hal-i pürmelâli, şiiri gerçekten bilen, anlayan, okuyan ve hisseden için kahredici bir seviyededir.

Şiirde elbette “İlle de aruz olsun, hece olsun!” demiyoruz. Kalıba takılan şâir, şâir değildir. Ancak üslûbu olan şâir, şâirdir. Mesele şiirin kalıbı değil, ruh ve mâneviyatının tamamen kaybolmak üzere olmasıdır.

Bu yazı, belki insaf ehlinin gözüne takılır da milletimizin gerçek şiiri öğrenmesi için millî eğitim müfredatımız yeniden ve en baştan teşekkül ettirilir ve şiir, tarihteki aziz mevkiine yeniden kavuşur. Biz diyeceğimizi diyelim de mesuliyet bizden gitsin!