Şiirce bir seyirdir bu

Varsın, kötüler kötülük yapmaya doyamasın… Varsın, ihaneti, işgalleri, kaosu, ekonomik baskıları kurgulasınlar… Varsın, bir parça zorumuz olsun… Zorluk olmayınca nasıl kahraman oluruz? Nasıl Rabbimizin rızasını kazanmak için ısrar ve istikrarla vahyedilmiş reçetelere tutunabiliriz?

“BİR âlem ki, gökler boru içinde!/ Akıl, olmazların zoru içinde./ Üst üste sorular soru içinde:/ Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?/ Buradan insan mı çıkar, tabut mu?”

***

Şu demlerde hepimiz, kendi köşelerimizde, kendi menkıbelerimizin kahramanı olarak acayip bir sürecin şahidi oluyoruz. “Acayip” diyorum, çünkü anlamak ve anladığımı izah etmekte güçlük çekiyorum. Şairin zindanda çektiği beyin zonklamalarına benzer bir savruluşla, tutunduğum reçeteler olmasa yitip gitmekten korkuyorum. Üstelik tek kişilik bir korku hâli değil bu. İnsanlık için, ümmet için, ülke insanım için korktuğumu söylesem…

Bir yanda çokluk, öte yanda yokluk… Bir yanda muazzam bir bolluk, öte yanda israf oluk oluk… Bir yanda alma hırsı, öte yanda paylaşma sancısı… Bir yanda şen kahkahalar, öte yanda yürek dağlayan ağıtlar… Bir yanda tevekkül, sabır, şükür; öte yanda tahammülsüzlük, şikâyet, küfür… Bir yanda aidiyet konforuyla serbest atış, öte yanda ihanete meyyâl akış… İşte böylesi dilemmalardır dünyayı zindana sayıp, şiiri can havliyle okuyup sonuna erişme çabam!

Tüm bu akıl almaz akışın içinden kendimi sıyırarak izliyorum son dönemlerde olup biteni. Sorularla zonklayan beynime, hezeyana tutulup titreyen kalbime, ruhuma korkular musallat olmasın diye şiirce bir seyrediş bu. Derdim şiire şerh düşmek değil, hâddim hiç değil. Evet, bu bir seyir hikâyesi!

Şair nasıl “Zindan iki hece Mehmed’im lafta” diyorsa, “dünya da iki hece” diyorum. “Baba katiliyle baban bir safta” dizesi ile zalimlerle mazlumların iç içe yaşadığı şu ahir zamanı seyrediyorum. Tuhaf bir benzerlikle aynı soruları soruyorum. Örtüşmez, biliyorum bir zindan avlusunun tuğla taşlarını fikir işçisi olarak saymakla özgürce dalgalanan bayrağımızın altında hayatı binbir nimet ve imkânla arşınlamak. Biliyorum, ilaç kokulu çayın, bıçak keskinliğinde somurtuşun, tokat şiddetindeki naraların dengi yoktur dört duvar arasına hapsolmayınca. Dilediğine dilediği zaman erişmenin, can sıkıntısına dönüşmüş bolluk ve bereketin içinde sesin demir, ekmeğin demir, suyun demir olduğunu idrak etmek zor.

Fakat olup bitenleri, başımıza gelenleri, olması gerekenlerle olduramadığımız şeyleri seyrederken hep şairin, oğluna yazdığı şiirin bir dünya zindanını tasvir ettiği fikrine kapılarak sair dizeler bir bir dökülüyor dudaklarımdan. Ve bu şiiri sevdiğim kadar seviyorum hayatı, vatanımı; bu şiirde barınan yokluk kadar korkulara düşüyorum. Ama uzun sürmüyor bu tedirgin edici korku. Şairin şiirinden kendimce bir kurgu çıkarıyor, dizelerin akışından inanç reçetelerinin izini sürüyor ve son mısralarla tez toparlanıyorum.

Onca kederle örülmüş hatıratı tahayyül bile edemezken ben, şiirin içine bir hazine gibi yerleştirilmiş “Beni Allah tutmuş, kim eder azat?” sorusuyla irkiliyor, ardından, “Anlamaz, yazısız pulsuz dilekçem./ Anlamaz, ruhuma geçti bilekçem” dizelerindeki ilk reçete, “dua” ile teskin oluyorum.

Sonra, bir başka mücevher parıldıyor şiirin içinden: “Zift dolu gözlerde karanlık kat kat.../ Yalnız seccâdemin yününde şefkat./ Beni kimsecikler okşamaz mâdem,/ Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!”

Kurtuluş hükmündeki ikinci reçeteyle sükûnet buluyor kalbim. Ve derken son mısralara ulaşmak için dilim dolanıyor, daha hızlı okuyasım geliyor. Telaşım, umuda ve muştuya tez erişme arzusunda…

Ve erişiyorum o muhteşem ifadelerle sunulan bir başka reçeteye: Umut ve inanç… “Ölsek de sevinin, eve dönsek de!/ Sanma bu tekerlek kalır tümsekte;/ Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!/ Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”

Teselli bulmuş hâlde, kendimi şükrederken buluyorum. “Varsın, özgürce nefes aldığımız vatan sınırlarımız içinde bir parça zorumuz olsun!” diyorum. Yoksa sıradan hikâyelerimizin sıradan figüranları olarak göçüp gitmek düşer bahtımıza -ki Allah muhafaza-!

Varsın, kötüler kötülük yapmaya doyamasın… Varsın, ihaneti, işgalleri, kaosu, ekonomik baskıları kurgulasınlar… Varsın, bir parça zorumuz olsun… Zorluk olmayınca nasıl kahraman oluruz? Nasıl Rabbimizin rızasını kazanmak için ısrar ve istikrarla vahyedilmiş reçetelere tutunabiliriz?

Evet, işte İlâhî rızaya talip oluşumuzda, bu kahramanlık yolculuğumuzda sizlerle kol kola, omuz omuza olmayı diledik ve Kültür Ajanda dergimizin Ocak (2022) sayısını “israf, tasarruf ve infak” mevzuu ile donattık. “Zor oyun bozar” dedik ve hem kendimiz istifade ettik, hem sizlere sunduk.

Huzurlu okumalar diliyoruz.

Hoşnut kalınız efendim…