Şiir ve “o kızlar”

Biz hiçbir kadının yüzüne karşı “Seni seviyorum” diyememiş, ama sevgimizi gönül diliyle anlatmış bir kuşağız. Toplum olarak şiir yazanımızın çok, okuyanımızınsa az olmasının nedeni de bu ataerkil ve kapalı yapımızdan dolayıdır. Belki bu yüzden şiir gibi muğlâk ve sembolik bir dili seçiyoruz. Ne yazık ki, bizim bu içten hâlimizi bile kirlettiler!

“O kızlar ki/ Göz kapakları yorgun/

Nabızları mavi/ Dalgın parmaklarıyla bir şarkıyı aranırlar/ Alaturka bir piyanonun/ Neveser taşlarında/ Kederli bir incelik vardır duruşlarında//O kızlar ki/ Hiç yaşanmamış bir aşkın anısıyla yaşar/ Bir rüyadan kaçırılmış/ Hayallerdir sanki” (Attila İlhan)

Attila İlhan, bundan çeyrek asır evvel “O kızlar ki” şiirinde böyle diyordu. O zamandan bugüne, haklı olarak şâirin “kızlar” hakkında fikri değişmiş, son yayınladığı “Kimi Sevsem Sensin” adlı şiir kitabında yine aynı başlıkla farklı bir şiir yazmış. Anlaşılan üstad da geçen sürre zarfında kızlar konusunda değişimi fark etmiş.

Yaşadığı toplumsal değişim, birçok şeyi etkilediği gibi insanî olanı da etkilemiş, özellikle insanın duygusal yaşamında sarsıntılar yaratmıştır. Bu durumdan herkes gibi kızlar da payını almış, yaşamlarından duyguyu/şiiri kovmuşlardır. Günlük yaşamın koşuşturması içinde şiire zaman ayırıp yaşamında ona yer veren kimse kalmış mıdır, bilemiyorum. Lise yıllarımda kızlar ve erkekler için şiir bir tutkuydu, bunu iyi anımsıyorum. Ancak günümüz gençlerine göre klasik, bir o denli de romantik sayılırız. Bizim kuşak için şiir, aşk, duygu ve ideal demektir.

Bence iki şeyin tarifi mümkün değildir: Şiir ve insan… Şimdiye değin okuduğum kitapların hiçbiri insanı ve şiiri kesin olarak tanımlayamamıştır. Öğrencilik yıllarımızda siyah-beyaz televizyonların karşısına geçer, günümüz gençleri için abartılı görülen aşk filmlerini seyrederdik. “Sevmek Zamanı”, “Vesikalı Yârim”, “Senede Bir Gün”, “Selvi Boylum Al Yazmalım” ilk aklıma gelenler… Kapalı bir toplumda büyüdüğümüzden, kızlarla olan ilişkimiz sınırlı, hatta ayıp ve günahın ötesinde yasaktı. Platonik aşklarla içerimize hapsettiğimiz duygularla büyüdük. Gençlik döneminde şiir yazmayan, duygularını birkaç kelimeyle de olsa kâğıda dökmeyen kimse yok gibidir. 

Şahsen şiirlerimin birçoğunu platonik bir aşkla yazdım. Bu şiirlerin benim değil, bana ilham veren kadınların/kızların olduğunu düşünüyorum. Ama ne yazık ki, o kızlar kendileri adına yazdığım bu şiirlerden hiçbir zaman haberdâr olamadılar. Bir şâir olarak ilham aldığım kızların bu şiirlerimden habersiz oluşları içimi acıtmıştır. Öyle ki, yazdığım bu şiirleri kızların karşılarında oturup gözlerinin içine bakarak okumayı ne çok isterdim! Ama yaşadığım mekân ve zaman bana bu imkânı vermedi. On sekiz yaşındayken bu cesareti gösteremedim, kırk yaşında gösterebilir miyim, bilemiyorum.

Oysa kızların/kadınların en çok özlediği şey değil midir bir erkeğin gözlerinin içine bakarak şiir söylemesi? Ne ben kadınların gözlerinin içine bakarak şiir söyleyecek kadar şanslı, ne de onlar beni dinleyecek kadar talihli oldular.

Adlarına yazılan bir şiir, kızlar için anlatılamaz derecede büyük bir mutluluktur bence. Çünkü kadın rûhu hep övülmeyi/sevilmeyi ister. Yazdığım bütün aşk şiirlerinde ilham aldığım mutlaka bir kadın veya kız vardır. Ama ne yazık ki, adına şiir yazdığım kızlardan hiçbiri kendileri için bu şiirleri yazdığımı bilememiştir. Gerçekte her şiirimde bir kadın/sevgili saklıdır. En mahrem duygularım şiirlerde saklıdır. Çünkü şiire ne törenin gücü yeter, ne de yasanın. Şâirin dediği gibi, “Şiir anayasaya aykırıdır”…

Bugün şiir anayasaya aykırı olmaktan kurtulmuş, ama kızların gönüllerine aykırı hâle gelmiştir. Zamane kızları şiiri hayatlarından kovduğu için, kadınlığı/sevgili olmayı da kaybetmişler. Erkekler dünyasında cinsel bir nesneler. Dâhil olduğum 80 kuşağının kızları da duygusallardı. Aşk ve sevgi sözcüklerinin içi bu denli kirletilmemiş, bu denli basitleştirilmemiş, bu denli boşaltılmamıştı. Kızlar ne bu denli rahat, erkekler ne bu denli özgürlerdi. Şiir yazdığımızı bile gizlerdik herkesten.

Bizden öncekiler için âşık olmak veya şiir yazmak ayıp sayılırmış, hatta mecnunca bir hâl olarak telakkî edilirmiş. Düşünüyorum da, biz o kuşağa göre daha şanslıydık. Onlar da bizim kuşak gibi özgür olamamıştı. Bugünün kuşağında özgürlüğün ötesinde, değer anlamında bir çürüme/yozlaşma var. Zira mahremiyeti kaybeden, mâsumiyeti de kaybediyor; mâsumiyeti kaybedense aşkı/sevgiyi kaybediyor.

Bizden sonraki kuşakların şiir ve duyguya bizim kadar yer vermemesinin sebebini modern yaşamın tüketim zihniyetine bağlıyorum. Şiirin tüketilmesiyle kadının tüketilmesi doğru orantılıdır. Bunu beş yüz veya bin adet basılıp satılamayan şiir kitaplarından anlamak mümkün. Şiire hayatında yer vermeyen bir toplum, sevgi, hoşgörü ve erdeme de yer vermez. Çünkü duygunun olmadığı yerde insan kaba saba bir varlığa dönüşür. Günümüzde şehirlerin barbarlaşması, insanların hırçınlaşıp asabî ve tedirgin olmalarının arkasında şiirin yitip gitmesi yatıyor.

Medenî toplumların medenîliğinin göstergesi “sanat, edebiyat, felsefe ve şiir”dir. İleri/insanî/medenî olmanın ölçüsü “sanat ve felsefe”; sevgi, hoşgörü ve aşktır.

“Şehvetleri düzeltir yanlışlığını”

Günümüzde kitle iletişim araçlarının birtakım dayatmaları ve siyasî söylemlerle feministleşen kızlar/kadınlar, erkeğe benzemeye çalışıyor, çalıştıkça kabalaşıyor; duyguyu, inceliği, narinliği ve nezaketi kaybediyorlar. Hatta erkeklerin bile konuşmaya hayâ ettiği konularda kenar mahalle ağzıyla en mahrem şeyleri çekinmeden konuşabiliyorlar. Bu durumda eskilerin “cins-i lâtîf” dediği kızlar, cins-i fahişeye dönüşüyorlar. Duygusal olması gereken kızlar, duygudan uzaklaştıkça erkeksileşiyorlar. Bu defa kadınlara mahsus o soylu olguyu kaybediyorlar. Usta şâir Attila İlhan’ın “O kızlar ki” şiirinde işaret ettiği “Onlar/ Asla gelmez sana/ Sen kalkıp gidersin” dediği mısraın ötesinde, “Sen/ Gitmezsin onlara asla/ Onlar kalkıp gelir sana” durumuna düşmüşlerdir kızlar.

Usta şâirin bundan çeyrek asır evvel yazdığı şiirin ardından yine aynı isimle son kitabına koyduğu “O kızlar ki” şiirinde kızlara bakışı oldukça değişmiş. Birinde kızların duygusallığına, diğerinde sev-genç oluşlarına değiniyor: “O kızlar değil/ Bunlar/ Hani saçları kehribar/ Çalınmış iki zümrüt ki gözleri/ Kabahatlı bakar/ Onlar/ Asla gelmez sana/ Sen kalkıp gidersin/ Her akşam/ Şehvetleri düzeltir yanlışlığını/ Harıl harıl/ Sabaha kadar.”

Attila İlhan’ın söylediği gibi o kızlar, bu kızlar değildir artık. Anlattığı o kızlar da bu kızlardan farksızdı, ama onlarda kadınlara mahsus bir asâlet/soyluluk vardı. Bugünün kızları alaturka piyanonun neveser tuşlarında ne dalgın parmaklarını gezdiriyor, ne de kendilerini anlatan bir şarkı biliyorlar.

Erkeksileşen davranışlarında ne bir zarafet kalmış, ne duruşlarında bir incelik. Yüceltecekleri bir aşkları olmadığından, sığınacakları ne rüyâları var, ne de beklentileri. Aşk tükenmiş, sevgi tükenmiş, şiir tükenmiş ve dahası, tüketilmeyen hiçbir değerleri kalmamış. Böyle olunca, hayâllerden sürülmüş kadınlar olarak fahişe fantezileri dolduran varlıklar olmuşlar.

Attila İlhan’ın deyişiyle tek bir silah kalmıştır ellerinde: Şehvet… O da yanlışlarını düzeltir mi, düzeltemez mi, bilemiyorum…

Yaşadığım coğrafya, aşkların meşrû biçimde yaşanmasına imkân vermeyen bir yerdi. Bu yüzden aşklar hep trajik, şiirler hep hüzünlü, şarkı ve türküler hep gizli sevgililer için yazılırdı. İfşâ edilmiş bir isme yazılmış türkü veya şarkı, genellikle genel kadınlara yazılmış türkü veya şarkıdır. Kadınla/kadın yüzü veya bedeniyle müşerref olmak, ancak genelev, sazlar veya pavyonlarda mümkün olmuştur. Kadını ulaşılmaz bir yere oturtan/kutsayan dünkü kültürel yapımızın tersine, bugün kadın bayağılaştırılmıştır. Kadın-erkek ilişkilerini vasat olanda tutamadığımızdan hep uçlarda dolaşıp durmuşuz. Dün “Yüzünde göz izi var/ Sana kim baktı yârim” diye sormuşuz, bugünse “Yakalarsam…” diyerek gerisini istediğimiz gibi doldurmaya müsait bırakmışız.

Kadın-erkek ilişkilerinde toplumsal yarılmamızı en iyi anlatan filmlerden “Vesikalı Yârim”, dünkü aşka bakışımız ile bugünkü aşka bakışımızı değerlendirmek anlamında bir ölçüdür bence. Bu film, kapalı toplum yapımızı, kadın-erkek ilişkilerini ve aşkın imkânsızlığını anlatan iyi bir örnektir. Kült bir film olmasının arkasında, geçmişteki toplumsal yaşantımızın büyük bir etkisi vardır. Aşk, sözden daha çok davranışlarla ifade edilir. Büyük bir fedakârlık vardır anlatılan aşkta. Filmdeki saz kızı (Sabiha) aşkının yüceliğini, bugünün mâsum kızlarında bulamayız. Bugünün kuşağı için bu film fazla anlam içermeyebilir. Ama dünün ataerkil/kapalı toplumunda büyüdüğüm, aşkın söz ile değil de davranışla ifade edildiği bir zamandan çıkıp geldiğim için, kendisine baktığımızda utanan genç kızın yüzünün kızarmasından anlarız “yüzünde göz izi” olduğunu.

Biz hiçbir kadının yüzüne karşı “Seni seviyorum” diyememiş, ama sevgimizi gönül diliyle anlatmış bir kuşağız. Toplum olarak şiir yazanımızın çok, okuyanımızınsa az olmasının nedeni de bu ataerkil ve kapalı yapımızdan dolayıdır. Belki bu yüzden şiir gibi muğlâk ve sembolik bir dili seçiyoruz. Ne yazık ki, bizim bu içten hâlimizi bile kirlettiler!

İnsanî değerlerin altüst olduğu bir dönemde aşktan ve şiirden söz etmek, çağın gerisinden seslenmek gibidir. Fakat ben, tüm değerleri tüketen çağa ancak şiirle karşı koyabileceğimi düşünüyorum. Sevgiyi kaybetmiş bir toplumda şiirle çığlık atmanın bir anlamı var mı, bilemiyorum. Ama “Aşk sancısı taşıyanların yüreğinin bir yerinde sesim yankısını bulur” diye düşünüyorum.

Yaşamında duyguya yer vermeyen kızlara inat, bir kadına sarılır gibi sarılıyorum şiire. Çok iyi biliyorum ki, bir şiir kadın gibi olursa güzeldir, bir kadın da şiir gibi…