“YÜREĞE
dokunmadan saçına dokunmak isteyen adamlar gibi mi olmalıydı bir sevda tanımı, yoksa
şiir yazmadan gözlerine bakamayacak kadar edep işlemek mi kendimize?”[i]
Yıllar önce bir gazetede, edebiyatla ilgili bir köşe
yazısında şöyle bir şey okumuştum: “Türk milletinde her üç kişiden beşi şairdir.”
Tebessüm ettirmişti bu söz bana o zaman. Yıllar sonra İskender Pala Hoca’ya ait
olduğunu hatırladığım şu sözü okuyacaktım: “Osmanlı medeniyeti, bir şiir
medeniyetidir.” Bu ikinci sözü okuduktan sonra o köşe yazısı gelmişti aklıma
ister istemez. Öyle miydi gerçekten? Yıllar içerisinde yerli, yabancı, hem
sağdan, hem soldan, arkadaş çevremden şiirler okudukça bunun gerçekten de öyle
olduğunu anladım şahsen. Anadolu medeniyeti her anlamda, acısı ve tatlısıyla,
hicranı ve vuslatıyla şiir kokuyor, güzellik kokuyor.
Her insan, en azından birkaç tane bile olsa,
hayatının bir yerinde bir şeyler yazmış ya da yazma denemeleri yapmıştır. En
çok da ilk gençlik yıllarında, kanı kaynamaya başladığında… Ve belki en çok da “sevmek”
denen şeye uğradığında… Hayata baktığımızda her an, her şeyde, her romanda, her
şiirde, her filmin bir yerinde “sevmek” mutlaka yer buluyor kendine. Peki,
nedir sevmek, nasıl sevmek?
İnsanoğlu bu sorulara henüz bir cevap bulamamıştır
tam anlamıyla. Yağmurun toprağa kavuşması gibi usulca mı mesela? Mesela açması
gibi mi bir çiçeğin? Bir kuşun yavrusunu beslemesi gibi mi? Öyle olsa gerek… Bunlar
da tam bir cevap vermiyor belki de bu iki soruya. Oysa sevmek belâsına tutulmuş
insan dost edinmez mi özüne yağmuru? “Ne zaman yağacak?” diye bir gözü hep
gökyüzünde olmaz mı? Oysa çiçek böcekle, ağaçlarla konuşmaz mı seven insan?
Gecesi gündüzüne karışmaz mı? “Ya gece yağmur yağarsa ve ben duymazsam?”[ii] Oysa en çok da
sevdiğinde rahmet inmez mi insanın sol yanına?
“Elif Gibi Sevmek-2” adlı kitap, Hikmet Anıl
Öztekin’in şiir ve deneme kitabı. Serinin birinci sayısından başlamalısınız
şiirin ve aşkın tadına varmak için. Hani öyle ya, sol yanına sevmek inen adamın
bir çayı olacak, bir de şiiri… Dertlendikçe yudumlayacak çayını, çayını
yudumladıkça şiirine sarılacak. Çayı şiire, şiiri çaya katacak dertlendikçe ve
sevecek derdini. İnsan derdini sevmedikçe sırrına erişemez derdinin, isyana
düşer nihayetinde. “Derdim sen olunca, ben derdimi sevmez miyim hiç?”[iii]
Oysa nasıl da unutuyor insan özünde “sevmek”
olduğunu hayatın. Âdemoğlu’nun yaratılışı bile sevgiyledir hâlbuki. Salt bir
kadına yahut bir adama olan sevmek değildir elbette hayatın özü. Görmesini
bilenin her an karşısındadır hayatın özü. Çiçeğin renginde, hiç tanımadığı bir
çocuğun gülümsemesinde, kuşun kanadında, yağmurun damlasında, gülün yaprağında…
Amma velâkin dünya derdine düşmeyegörsün… “Kimi ‘Daha çok nasıl kazanırım?’
derdinde; karınlar şiş, akıllar nefsin kölesi… İnsanların tek derdi,
milyonlarca evin olduğu bu dünyada ‘Bir evim olur mu acaba?’... Tek zekâ
örneğinin daha çok kazanan olduğu bir nesil... Öyle bir zaman ki, zincirler ahir
zamandan kopuyor sanki kıyamete...”[iv]
Oysa sevmekle başlıyordu her şey. Seven insan
mülayim oluyordu bir defa. Seven insan düşünceli, merhametli oluyordu. Çokça
mahzun öte yandan, az biraz mütebessim belki… Nedeni, nasılı yoktu bunun.
Seviyordu işte insan! Sevmek olmadan anlamsız oluyordu dünya. Sevmekle anlam
kazanıyordu. “Vallahi dünyadaki en mantıklı şey seni sevmekti ve ben de bunu
yapıyordum.”[v]
Elif gibi olmak vardı sevmenin özünde ilk. Elif gibi
dosdoğru, elif gibi dimdik, biraz çocukça, büsbütün edep kokmalıydı sevmek.
“Yâr diye seçtiğin insan, rehber olmalı ömrüne…”[vi] Çünkü Allah içindi
bütün “sevmek”ler ve hayır yoktu gayrısında.
Ve masumiyet vardı sevmenin özünde. Dua eder gibi
sevmeliydi adam. Çocukça bir de… İçin için ve alev alev… “İnsanın içinin de içi
yanar bazen.”[vii]
“Cennetimi esirgeme, bana bak köylü kızı!/ Adın/ Küçük
bir çocuğun duası gibi dilimde,/ Öyle masum ki/ Savaşlar durdurur.”[viii]
Ve rızıktı sevmek… Sevdiğini, sevdiceğini gönlün
rızkı bilmekti. Hamdetmekti her an.
“Ben bu kalbe seni rızık bildim…/ Gönlümün rızkı…/ Efendimizin
(sav)/ ‘Hz. Hatice benim gönlümün rızkı’ dediği gibi…”[ix]
Bazen eylül olurdu sevmek, bazen sabır, bazen
intizar…
“Bir yanım hep Eylül yanığı cümleler…/ Sararmış,/ Hazan
vurmuş,/ Yağmur yemiş,/ Yağmurun altında cayır cayır yakmış yürekleri…”[x]
Ve yine Eylül ve yağmur elbet…
“Ve sen Eylül misali yağmurları eksik etmeyen,/ Yağmurdan
daha fazla bir seni sevdiğim…/ Ben bugün yine yağmurlara karıştım,/ Yeşil bir
gökyüzünden değil, yeşil bir göz yüzünden…/ Sakın seni suçladığımı sanma!/ İçimin
yağmurları, ömrümün rahmeti oldu./ Rabbime yolum oldu…/ Rızkım bu sevda, şükrüm
bu sevda…/ Bir yandan yine derdim de, dermanım da bu sevda oldu…”[xi]
Sonra bazen hüzün olurdu sevmenin özünde ve hüznün
tadını bilene şükür olurdu sevmek…
“İnceden sızar bu dert…/ Sınandığımız yer kalbe
değince,/ Ağırlaşır dünyanın yükü biraz daha./ Yine de ‘Şükür!’ der,
tatlandırır dilimizi, susarız,/ Yüreğimize dokunan vardır çünkü./ Emânetimizi
korur kollarız…/ Dokundukça Rabbe yol aldıran bu hüzün,/ Biliriz ki g e ç e r…/
Geçer de, inşallah hayra değer de geçer.”[xii]
Sonra bazen öyle saçmalatır mı diyelim, öyle her
şeyi mi olur sevdiği insanın, “Kahvaltıda aynı zeytin tabağından zeytin yemek
diye hayâl kurar mı bir insan?”[xiii].
En nihayetinde şiir vardı sevmenin özünde. Şiir gibi
usulca, şiir gibi sol yanından adamın… Şiir gibi telaşlı kimi zaman, kimi zaman
kor misali… Ama şiir kokmalıydı illa… Şöyle bir düşmeliydi insanın göğsüne
gecenin kör bir vakti; uyutmamalı, kaldırıp şiir yazdırmalıydı zamansız, “Haydi
yazayım!” deyince bir harf dahi yazılamıyorken…
Belki bir çeşit duaydı şiir, belki Rabbiyle
konuşmasıydı insanın. Öyle hazırlıksız, öyle umut dolu, öyle edepli, öyle
intizar dolu, öyle içten… Ta en derininden yani… Yani sevecekse şiir gibi
sevmeliydi insan…
“Bir kuş olsam…/ Kursağıma dolan özlemle yol alsam…/
Duayı kanat,/ Yâri nefes bilsem…/ Derdim Hakk’a muhabbet olsa,/ Hüznüm demini
alsa,/ Gece yarısı bir vuslat çıksa gelse…/ Hayr olsa diyorum, her şey hayr
olsa,/ Demlensek de yârin hasretiyle,/ Desek ‘Gelsen de eyvallah, gelmesen de’/
Yanılsak bu sefer,/ Rabbim kavuştursa…”[xiv]
Hikmet Anıl
Öztekin
Yazar, 1986 yılında Trabzon’da
doğmuştur. Üniversite eğitimini 2009’da, İstanbul Teknik Üniversitesi Gemi-İnşaat Mühendisliği
bölümünü okuyarak tamamlamıştır. Üniversite döneminde akademik çalışmalardan
ziyade içinde bulunduğu sosyal sorumluluk projeleriyle kendisini göstermiş ve
birden çok ödül almıştır. Küçük yaşlardan beri tasavvufa ve şiire yatkınlığı
olup, şiir, yağmur ve çay âşığıdır. Yazarın ilk kitabı “Elif Gibi Sevmek”, tasavvuf ve şiirin bütünleşmesiyle ortaya
çıkmış bir eserdir.
[i] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[ii] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[iii] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[iv] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[v] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[vi] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[vii] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[viii] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[ix] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[x] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[xi] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[xii] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin
[xiii] Elif Gibi Sevmek 2 / Hikmet Anıl Öztekin