Sıfıra yaklaşık kala

“Ellerimizin sadece derisini yıkadığımızı hissettiğim o anda da çektim onları sofradan. Nihayet aradaki kalabalık ve ağırlıktan kendimi ve ellerimi bir nebze kurtarabildim. O nedenle omzumuzdan ağırlığı alırken kirlenen ellerimizi şimdi bir kez daha yıkayalım!”

GÜN boyu dokunduğu o evraktan bu evraka, şu dosyadan bu klasöre bir koşturmayı daha geride bırakmıştı. Rutin kalıpları içerdiğinden beri misafirlik ona pek uygun değilse de dâvete icabet etmeyi de yerli yerince bilirdi Fehim Bey.

Sofraya oturmak vaktiydi artık. Her şey hazır gibiydi. Her şeyin hazır olması için son kontroller yapılıyordu. O ise hem geç kalmış, hem de ağır hareketleriyle kendisini bir deme demirlemek istiyor gibiydi. Herkesin gözüne baktığı bir anda ellerini masadan hızlıca çekip eski yerine can havliyle götürdü. Hızlıca başlayıp yavaşça biten bir hareketle gayet istemli bir şekilde yanına salıvermişti ellerini. Bu, onun için çok şey ifade ediyordu. Zira bir sofradan el çekmek, yerine göre bir sofrada besmele çekmekten daha önce gelebilirdi; bazen gelmeliydi.

Galat ettin efendi, o da ne demek ola?! Bir kere de sözü kesmeden devam etseydiniz ya!

Haklısınız, peki, galat ettim. Oh ne âlâ! Bu sefer de galat ettim. İmdi de bir galat ettim. Hayatta hep çok kere ettiğim gibi… Tecrübemiz bundan ibaret. Bu katılabileceğimiz bir şey. Buna hep katılabilirim de... Ama bu sizin; merkezî bir açı dururken binanın sıvasız cephesinde ve çatı katında yer alan küçük penceresinden sokağa/hayata bakarak düşünmenizi ve konuşmanızı değiştirmiyor efendi!

Bu da sizin gerçeğiniz. Ama biz gayretimizi düzeltmekten yana kullanalım ve şöyle diyelim yine de: “Bazen bir sofradan el çekmek, sofranın rûhuna aykırı ne varsa ondan uzak durmak için başı çekmektir.”    

Bir adım geriye attı adımını Fehim Bey. Bir adım önce hangi adımı atmıştı, belki de onu düşündü. Oraya, o noktaya geri dönmek istiyordu. Huzuru ve ahengi bozan ne varsa onu bulmaya çalışıyordu. Kalabalık yaşantıların birbirine değmeden ve iç içe bulunduğu havsalasında her bir adımı yakalamak ve görmek istiyordu.

Ah! Bunu “adım” ile ifade ettiğimizi duymasa ne iyi! Ah bunu demeseydik ne iyi! Neyi? Neden?

Adım, hamle -biraz ilerleyen noktada içinde bu kavramları içeren/çağrıştıran her kelime ve eylem-, ona asla bahsedilmemesi gereken hususlardır zira. Olur ya… Öyle ya… Biri ona adım dese, hayata dair bir başka kronik travması kafasında can bulacak ve belki bu durum başka yeni bir travmayı tetikleyecekti. Ona göre insanı kendinden uzaklaştıran, bunun farkında olduğunda ise kendini kendinden soğutan şeylerin önemli bir kısmında hayatı stratejik hamleler olarak algılama sorunu yatıyordu.

Öyle ki bu sorun, insanı kendi merkezinden uzaklaştıran ve dişleri kırılmaktan yorulmuş bir hayatın çarkına müptelâ eden hastalıklı bir alana taşır. Hastalıklı bir alanda ise ancak bir hastalık gelişir ve büyür. Netice: Bu kronik durum o raddeye gelir ki hastalıkla yaşamaya mecbur olmak noktasına sürükler bizi.

Fehim Bey’in dünyasında adımın/hamlenin olumsuzlanacak çok sayıda duruşu vardı. Adım/hamle onun için sayı doğrusunda insanı sıfırdan/nötrden uzaklaştıran her şeyin adı olabilirdi. Bu boyutuyla da sorunlu pek çok şeye işaret edebilirdi. Bu durumu kafasında o kadar netleştirmişti ki sayı doğrusunun artı veya eksi tarafında olmak bile onun için bir şeyleri değiştirmiyordu; artık onun için bu bile fark etmiyordu. Hattâ maksadından sapmış o çıldırtıcı keyfiliğini ve inanılmaz yıpratıcılığını dikkate aldığımızda, artı taraftaki görecelik, yerini çoğu kez eksi taraftaki huzur arayışlarına bile -güle oynaya- bırakabiliyordu. Mademki merkezî bir noktadan, her şeyin ağırlığından kurtulduğu -doğrusu ağırlık ile henüz buluşmadığı- o sıfır noktasından uzaklaşılmıştır, en azından gidilen yerin unutulmaması, omzuna aldığı yük ile köprüye takılmaması gerekiyordu insanın.

“Yük takılır mı?” diye bir soru aklımıza takılabilir mi? Elbette ve yerinde bir soru olur. Zira ayağımıza takılan da omzumuzdan bizi geriye çeken de yük değil, ancak bir ağırlık olabilir. O hâlde insan, en yalın hâliyle -başta kendi ile- en yalın bir iletişime ancak üzerine ağırlık almadan açık olabilir.

Herkes ayaktaydı ve Fehim Bey’in sofraya oturmasını bekliyordu. O ise kafasındaki bir belirsizlik bitmiş yahut belirgin parçalar birleşerek büyük resmi tamamlamış gibi hareket ediyordu. Aslında etmiyordu. Etmek için vaktin içinde olmak gerekirdi. O bir vakitte olsa bile o vakit, bu vakit değildi. Yaklaşmamalıydı sofraya. Bunu biliyordu tek. Biliyordu; kurulan her sofrada her şey kurgudan ibaretti artık bu demler. Bu demler yani yaşadığımız günlük ahvâl içinde her açıdan geldiğimiz nokta… Buraya, bu noktaya biz geldik çünkü. Bugün rahatsız olduğumuz -doğru tabirle “rahatsız görüntüsü verdiğimiz”- ne kadar başlık varsa, her başlığın altında binlerce hikâye yazarak yine kendimizi haklı çıkarmaya çalıştığımız işte o yer!

O yer ki, başı üstünde ne çok gövde ya da gövdesi üstünde ne çok baş taşıyan bizlerin her âzâmızdan azâde ve her birimizden fersah fersah uzakta gezip dolaştığı yer...

“Devir çok değişti” demeyi murâd ediyor deminden beri kulaklar. Bunu fark etmek hiç de zor değil. Üzülerek, buna bizim kulağımız da -daha en başından- dâhil… Belki de çevresinde kendinden mağdur/memnun birkaç nazar bularak meşru bir zemine çekmeye çalışıyor kendisini.

İnsanlar sofranın başında bekliyor, bekledikçe sofradaki kaplardan çıkan buhar da azalıyordu. İyi olan şu ki, “Bakın, yemekler soğuyor” cümlesi kimsenin ağzından çıkmıyordu. “Yemeğin bereketini kaçırmayalım” da demiyordu kimse. Bereket, ellerini evlerin bacasından ve dolayısıyla sofrasından çektiğinden beri maksat da büyümediği ve bilmediği bir mahalleye taşınmıştı. Bunu kalpler kabul etmese de akıl çoktan kabullenmişti. Şimdi ise kimse, maksadın sofradaki yemeğin kendisi mi, başka bir şey mi olduğunu anlayamıyor. Hissedenler ise öteliyordu.

Sofrada önemli bir şey mi eksikti ki Fehim Bey için? Bilâkis önemli bir fazlalık bile vardı…

Belki de içinde bulunduğumuz devrin kırılan dişlileri, onun dünyasındaki bir kırıklık ile örtüşmüş ve bir iç aydınlanmaya neden olmuştu. Travma bu ya, kimi neyle sorgulayacaksınız? Kime neyi soracaksınız? Sorsak bile kime ne fayda? Zira kişinin kendisi bile bu durumu pekâlâ açıklamakta zorlanır; bir kısmını yutar, bir kısmını da hazmetmek üzere başka travmalara saklar istemsizce. Belki de zaman kendini durduramayacağına göre, kişinin kendini ve demini, vakitten bağımsız nokta koyuşlara ve tenhaya ayırmasına ihtiyaç var.  

Bazen derin bir sessizliği bir sesin bozduğu zannedilir. Aslında şudur: Derinlik kendini tamamlayınca, var olan ama duyulamayan sesler kendilerini izhar eder duruma gelirler.

Öyle de oldu sofra başında. Fehim Bey aklıyla kalbi arasındaki bu süreci tamamlamış olmalı ki herkesten önce ilk tepkiyi o verdi yine: “Dostlar, bağışlayın! Beni bekliyorsunuz sanırım. Sofraya oturacakken sofranın rûhuyla ellerimiz/rûhumuz arasında gün boyunca açılan ve uzayan mesafe arasında kayboldum. Ellerimizin sadece derisini yıkadığımızı hissettiğim o anda da çektim onları sofradan. Nihayet aradaki kalabalık ve ağırlıktan kendimi ve ellerimi bir nebze kurtarabildim. O nedenle omzumuzdan ağırlığı alırken kirlenen ellerimizi şimdi bir kez daha yıkayalım! Buyurun, bir kez daha sıfıra yaklaşalım.”