BİLİNEN tarih boyunca ırk birliğinden ziyade inanç birliği, devlet kurma, devletler arası yakınlık, kabilelerin, göçebe toplulukların birbiriyle ticarî ve sosyal ilişkileri gibi pek çok bireysel ve kavmî yaklaşımda en etkin unsur olmuştur. Bu göz ardı edilemez bir bağ olmakla birlikte, zaman zaman güçlü devletlerin inanç sistemlerine, korunma ve sığınma yoluyla iştirak eden topluluklar da dikkat çekiyor.
Cahiliye dönemine gidersek, Allah’ın Hak Din’inin sınırlarının aşıldığı, toplumların menfaatperest bir karakterle dinî değerlerin sağını solunu kırptığı ve bunun yanında birbirine benzeyen ya da tamamen ayrık pagan inançların kavimlere yön verdiği de görülüyor.
Cahiliye dönemi Arap topluluklarının devlet mekanizmasından ziyade soy bağına dayanan bir kavmiyetçilik gütmeleri de çok çeşitli inanç sitemleri peydah etmelerinden ve soy birliğine bağlı ticarî bir yol haritası belirlemelerinden ileri geliyor. Bu dönemde Arap kavimleri dışında Bizans gibi güçlü devletlerin varlığı da yine daha geniş bir coğrafyada aynı inanca ve aynı beklentilere sahip insanları cem edebilme kabiliyetidir.
Dünyanın nasıl ve neye göre şekillendiğinde aslında iki mihrak ve o iki mihrakı tam ortadan iki ayıran bir milât var: Pek tabiî, İslâm’dan önceki dünya ve İslâmiyet’le tanışan dünya… Esasen Allah’ın Hak Dini her zaman İslâm’dır ama Hazreti Muhammed Efendimizin (sav) peygamberliği ve Allah-u Teâlâ’nın yüce kelâmı Kur’ân-ı Kerim’in aydınlığı, dünya tarihini de birbirinden çok net bir hat ile ayırmaktadır.
İslâm bir coğrafyanın ya da kavmin dini olmayıp (hâşâ), tüm insanlığın kurtuluş müjdesidir. Elbette riayet koşuluyla… Bu yüzdendir ki, Efendimiz (sav) ile birlikte başlayan ve gitgide yayılan bu ilâhî dalga, 8’inci asra gelindiğinde Endülüs’ten Çin’e kadar çok geniş bir coğrafyaya iz bırakmıştır.
Bahsettiğim bu derin ve güçlü hudut ile dünya insanının geçmişi ile bugünü arasında da büyük bir ayrım söz konusu olmuştur. Zaman içinde yine pek çok devlet Allah’ın sınırlarını aşmış, kimi helak olmuş kimi de gücünü yitirmiştir. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde de çeşitli olaylar ile Allah yolundan sapmış insanlığın kör ve sağır bir vaziyette ömrü itekleme çabası son derece acınası bir hâldir. Hak ile bâtılın savaşının kıyamete kadar süreceğini hesaba katarsak, Allah yolunda yürüyenlerle sapkın inançlara ve inaçsızlık belâsına düşenlerin mücadelesinin de süreceği aşikâr. Bunlar Asr-ı Saadet’te bile süregelen ve hatta Kur’ân’da ibret almamız gereken hadiseler olarak bize bildirilen son derece tanıdık hâller.
Fakat tıpkı şeytanı Cennet’ten kovduran hasletlerin bugüne kadar hiç değişmediği ve kıyamete kadar da değişmeyeceği hakikati gibi, bazı toplulukların üzerine giydiği çirkin karakterler de hiçbir surette ve zamanda değişime uğramamakta, geçmiş deneyimlerinden ders çıkaramamaktadır ve belli ki böyle sürüp gidecektir.
Bu toplulukları ararken insanın karşısına en belirgin hatlarıyla Yahudiler çıkıyor. Elbette İslâm’dan önce, kitaplarını bozmamış ve Tevhid inancından sapmamış samimi Yahudileri kastetmiyorum. Cahiliye döneminin Hıristiyan’ı, Yahudi’si veya putperestinin bütün sınırları kendi benlik duygusuna ve menfaat dünyasına göre şekillendirdiği o çarpık sistemden bahsediyorum. İşte tam bu kargaşa içinde çeşitli kavimler hâlinde yaşayıp duran Arap kavimleri arasında Yahudilik inancını benimsemiş bazı devletçikler göze çarpıyor.
Bunlar aslında birer devlet olmaktan çok savaşla ve ticaretle sınırlarını bir müddet genişleten dar kapsamlı kavimler olarak nitelendirilebilir.
Bugün kendinden olmayanı yok etme siyasetini inancına bulayan Yahudi İsraillilerin Cahiliye döneminde Yahudiliği kabul eden kavim devletçikleriyle benzerliği şeytanın istikrarlı cehennem yolculuğunu anımsatıyor. Tekrar altını çiziyorum ki, İslâm’ın nuru kâinatı aydınlatmadan hemen önce samimi Hıristiyanları ya da Yahudileri bu yergi satırları arasına dâhil etmiyorum. Zira aralarında samimiyetle Allah’ı arayan, zamanın çarpıklığı içinde hakikati kendince yorumlayan ama Allah’ın birliğini her daim kabul eden pek çok inanç mensubu vardır. Ama daha fazlasıyla putlara tapan, putlar üzerinden ticaret yürüten, dinleri kendi kavmî geleneklerine göre tahrif eden sapkınlar bulunmaktaydı.
Gelelim 6’ncı asır civarında askerî ve ticarî bakımdan çok güçlenmiş ve Yahudiliği kabul etmiş bir hükümdara: Zû Nüvas…
Dönemin dinî çarpıklığı arasında, farklı inanç mensuplarının birbiriyle çatışma hâlinde olduğu bir zamanda Zû Nüvas, bir rivayete göre dönemin Hristiyanları tarafından “hain, katil, cani” gibi lakaplarla anılıyor. Arabistan’da güçlü olduğu dönemde Hıristiyanları Yahudiliğe davet ediyor. Elbette bu davet çok da nahif karakterli değil. Bu hususta Hristiyanları zorluyor. Zû Nüvas’ın kaynaklarda kanaat birliği ile ifade edilen asıl gayesi Güney Arabistan’da bir Yahudi Krallığı kurmak olduğudur ki bu fikir ve uğrunda can alma eylemi günümüz İsrail Yahudileri tarafından da yaşatılmaktadır.
Elbette dönemin Yahudi-Hıristiyan çekişmesiyle baş gösteren dinler çatışması yanında, ticaret yollarına hükmetme, kavimler ve devletler arası ticaretin nabzını tutma iştahı da son derece güçlü bir içtepi. Tıpkı bugün İsrail’in din kisvesiyle başlattığı kıyımlarda, Büyük İsrail projesini besleyen en güçlü kanallardan birinin de yeraltı kaynakları, Akdeniz ticareti ve benzeri ekonomik kazançları ele geçirme içgüdüsünün olduğu gibi…
Her daim dinî bir hâkimiyet ve birlik vurgusu altına gizlenen ekonomik ve bölgesel çıkar hesaplamaları Yahudi milletlerin aslî travmasını işaret ediyor.
Zû Nüvas, Yahudiliği kabul etmeyen pek çok Hıristiyan’ı öldürüyor. Bilhassa Necranlı Hıristiyanlara yaptığı kıyım, tarihin kara sayfalarında yerini alıyor. Sadece Yahudiliği kabul etmedikleri için öldürdüm de demiyor elbette… Rakip Hıristiyan devletlerle işbirliği yaparlar, güvenliğimizi tehlikeye atarlar endişesi de bu stratejik (!) sebepler arasında yer alıyor. İslâmî kaynaklara göre Zû Nüvas’ın öldürdüğü Hıristiyanların sayısı 20 bindir. Peki bu Zû Nüvas Necranlı Hıristiyanlara neler yapmış, ona bakalım…
Ama bu kısma çok dikkat!
Zû Nüvas, önce şehri kuşatır, kuşatma ve baskı birkaç ay boyunca devam eder. Necranlı halkın teslim olması durumunda onları bağışlayacağını ve kimseye zarar vermeyeceğini vaat eder. Necran’da barış görüşmeleri başlar. Yahudi din adamları vasıtasıyla gerçekleştirilen görüşmeler ve süregelen baskılar ve vaatler sonunda Necranlı Hıristiyanlar teslim olmayı kabul ederler. Pek tabiî barış ortamı sağlanıp Necranlılar teslim olduktan sonra Zû Nüvas, verdiği sözleri tutmaz. Evvelâ Necranlı dinî lider Abdullah b. Samir’i idam ederek başlar işe. Sonra insanların mallarını yağmalatır, 2 bin Hıristiyan’ı kilislere doldurup yakar ve ne kadar İncil varsa toplatıp yok eder. Bir de meşhur “Uhdûd” adı verilen ateş çukurları kazdırır ve bu çukurlarda insanları diri diri yakarak öldürür.
Hemen burada Kur’ân-ı Kerim’in Burûc Sûresi’ne gelelim. Diyanet’ten sûrenin tefsirinde yer alan kısmı direkt alıntılıyorum:
“Sûrede sözü edilen ‘ashâbü’l-uhdûd’, İslâmiyet’ten önceki bir devirde inançlı insanları dinlerinden döndürmek için ateş dolu hendeklere atarak işkence eden kimseleri ifade eder. Âyetlerde semaya, kıyamet gününe, tanıklık edene ve edilene yeminle bu işkencecilerin lânetlendiği bildirilmektedir. Uhdûd ‘uzun ve derin hendek’ demektir. Kendilerinden ashâbü’l-uhdûd diye söz edilen kimselerle onların işkence ettiği müminler ve bu olayın geçtiği zaman ve bölge hakkında Kur’ân-ı Kerîm bilgi vermemiştir. Tefsirlerde bunların kimlikleri hakkında çok değişik ve bazen birbiriyle çelişen açıklamalar bulunmaktadır.
Bu açıklamalar arasında Necran Hıristiyanlarının Yemen Kralı Zû Nüvâs tarafından idam edilmeleri yahut bir Zerdüşt kralının, erkek kardeş ile kız kardeşin evlenmelerine Allah’ın müsaade ettiği şeklindeki hükmünü kabul etmeyen tebaasını ateşe atarak cezalandırması gibi güvenilir olmayan menkıbeler de vardır (bk. Taberî, XXX, 85-87; Kurtubî, XIX, 287-294). Bu ifadeyi belli bir olaya bağlamak yerine, tarihte çokça kullanılan ateşle işkence yöntemine atıfla genel mânâda işkence ve işkenceciler şeklinde yorumlayanlar da olmuştur (Esed, III, 1253). 10’uncu âyet de bu anlamı desteklemektedir.”
Tefsirde de görüldüğü üzere Ashâbü’l-Uhdûd’dan bahsedildiği görülmektedir. Elbette tarih boyunca buna benzer pek çok olay yaşanmış ve surede direkt Zû Nüvas’tan bahsettiğini söyleyenler olduğu gibi, bu olaylara genel olarak dikkat çekildiği kanaatinde olanlar da vardır. Fakat ne olursa olsun, zalim kavimlerin ve inananlara zulmedenlerin varacağı akıbet, Allah’ın sonsuz azabı olacaktır.
O hâlde ilgili ayet-i kerimelerle konuya nokta koyalım:
“O çukurları, alev alev yanan ateş çukurlarını hazırlayanlar mahvolmuşlardır. Hani o sırada ateşin başında oturmuşlar, inananlara yaptıklarını seyrediyorlardı. Aziz, övgüye lâyık, göklerin ve yerin mâliki olan Allah’a inandıkları için, sırf bu sebeple onlara ağır işkence uyguladılar. Ama Allah her şeye şahittir.” (Burûc, 4/9)