Seyir defterinden dipnotlar: Tatil

Dünya globalleşiyor. Bu değişim içerisindeki sistemler gerek maddî, gerekse manevî cihetten sadece birey olarak bizleri değil, yüzyıllara dayanan görgülerimizi, yaşam tecrübelerimizi gasp ediyor. Büyük medeniyetlerin vârisleri olarak evvelâ tek din olan İslâm’ın temel prensiplerinden ana omurgasını oluşturarak kültür normlarımızla donattığımız yaşama pratiklerimiz, sistemli bir plân üzerinden evlerimizden, mahallelerimizden ve şehirlerimizden uzaklaştırıldı.

Tatil ve hayatımıza girme pratikleri

YAPTIĞIMIZ eylemin, o ki, tatilin kelime anlamına bakarak başlayalım hasbihâlimize…

“Tatil” kelimesi kök olarak “atâlet”ten gelir. “Boşluk” mânâsını taşıyan kelime, aynı zamanda “durgun” ve “hareketsiz” anlamlarını da içinde barındırır. Kavramsal olarak “çalışmaya ve eğitime dinlence ve eğlence odaklı verilen ara” olarak zihinlere yerleşen tatil; boşlamak, işletmemek, ihmâl etmek, faaliyete bir süre ara vermek, paydos etmek, çalışmayı bırakmak gibi kelimeleri karşılar. Etimolojik kökü, sözlük anlamı ve toplumsal algı olarak kısaca değerlendirdiğimiz tatil kelimesinden çıkardığımız en net sonuç, “hibe edilen, harcanan zaman” olarak netleşir.

Özellikle yaz aylarında plânlanan tatil kavramının içeriği “deniz, kumsal, eğlence, uyuma, otel ve açık büfe” gibi kabullerin üzerine inşâ edilirken, bu eylem günümüzde sektörleşmiş ve yılın on bir ayı yazın gerçekleştirilecek bu aktivitenin zaman, mekân, bütçe ve içeriğinin detayları üzerine yoğunlaşarak geçirilir hâle gelmiştir.

Tatil aktivitesinin tarihçesine göz attığımızda, çok değil, iki asır geriye ancak gidiyoruz. Sanayileşmenin modern hayata dair dinamiklerini oluşturduğu süreçte zaman kavramı sistemin lehine göre dizayn edilmeye başlandı. Sabah, öğle, akşam (İslâm’da ikindi ve yatsı) gibi vakitler üzerinden değerlendirilen zaman, saatlere, hatta dakikalara bölünerek hesaba tâbi tutulur oldu. İnsan sanayileşen dünyanın en mühim malzemesi olması hasebiyle sistemin içinde fiziksel güç olarak daima var olmalı, üretime olan katkısı parçalanan zaman dilimleri üzerinden hesaplanmalıydı. Nitekim öyle de oldu. Zaman üzerinden baskılanan ve kuşatılan insanın bedenen ve ruhen dinlenmesinin ihtiyaç dairesinde kabul görmesiyle beraber, bu ihtiyacın karşılanacağı tek yöntemin de “tatil yapma” sayesinde olacağı yargısıyla piyasa oluşturulmaya başlandı.

 

 

“Tatil” dediğimizde, aklımıza ilk gelenin deniz, kum, eğlence, beş yıldızlı oteller ve açık büfe ikramların etrafında şekillenmiş bir organizasyon olduğu hepimizin malûmu. Fakat bu imkânlardan faydalanmak için ilk ihtiyacımız olan şey, tatil için ayrılmış yüksek bir bütçe.

 

Tatil yapma ihtiyacı üzerine bir değerlendirme

Yaz aylarının gelmesiyle birlikte birçok kişinin gündemine tatil plânları üzerine yoğun araştırmalar, yakın çevresiyle yaptığı fikir alışverişleri girmeye başladı. Takvim, tercih edilecek belde ve bütçe plânları ise bu konunun ana omurgası. Bir evvelki yılın hatıralarından devşirilen olumlu veya olumsuz tecrübeler, yeni bir yılın ortalama on beş günlük zaman diliminin içinde nelerin yer alacağı hususunda ise en önemli kriter oluyor. Büyük şehirlerin yoğun iş temposu içinde trafikten tutun da -tabiatla kesilen bağla beraber- betonlaşma ve kalabalıklaşmanın insana yüklediği yorgunluk, stres ve tükenmişlik hissi, beraberinde “tatil” diye isimlendirdiğimiz bir aktiviteyi “zarurî ihtiyaç” başlığıyla hayatlarımızda var etti.

Metropol hayatı insanı ziyadesiyle yoran ve fıtrî kodlarının üzerini perdeleyen keşmekeşlik içinde zamanı hiç farkında olmadan gün gün akıtıyor ve insan, anın farkına çoğu zaman varamıyor bile. Modern yaşama ayak uydurma gailesinin her birimizi esir aldığı bu çağda, yaşamın zarurî ihtiyaçlarının listesine giren birçok harcama için yoğun çalışma saatleriyle ailemize dahi yeterli zamanı ayıramıyor olduğumuz ise bu esaretin en dramatik yüzü olsa gerek.

Sanayi Devrimi ile beraber değişen dünya düzeni artık insanın yaşamdaki konumunu da, gücünü de apayrı bir sahaya taşıdı ve varlığının amacını yeniden tanımladı. “Üretim” ve “tüketim” üzerine dizayn edilen çağda amaç, insanın fizikî gücüne duyduğu ihtiyaçla beraber, tüketim noktasında da alışageldiği yaşam anlayışını değiştirmesiydi. Tarımdan sanayiye geçen toplum, kentleşmeyi, aynı zamanda da “burjuva” sınıfının oluşumunu hızlandırdı. Kentleşmeyle beraber insanın yaşamında “yeme, içme, barınma” gibi temel gereksinimlerin çok daha üzerinde “ihtiyaç” önermesiyle sunulan birçok yeniliğe kapılar aralanıyordu. Giyim kuşamdan başlayıp kullandığımız eşyalara kadar maruz kaldığımız radikal değişimler, bir domino etkisiyle tüm dünyayı kuşatma altına almıştı zaman içinde.

Yeni dünya düzeninin gerekli gördüğü ihtiyaçlara yetişmeye çalışan insan, yoğun mesai saatlerinin yorduğu beden ve zihinle bir kısır döngünün içinde devridaim etmek zorunda kalıyordu. Varlığını kapitalizmin kolonları üzerine inşâ eden sistem, kendisi için kullanarak tükettiği insanı yine kendi çarkını çevirmesi adına dinlendirip rahatlamanın yolunu “tatil” ismiyle çıkaracağı tüketim merkezli bir program vasıtasıyla gidereceği fikrini geliştirdi.

 

Büyük şehirlerin yoğun iş temposu içinde trafikten tutun da -tabiatla kesilen bağla beraber- betonlaşma ve kalabalıklaşmanın insana yüklediği yorgunluk, stres ve tükenmişlik hissi, beraberinde “tatil” diye isimlendirdiğimiz bir aktiviteyi “zarurî ihtiyaç” başlığıyla hayatlarımızda var etti.

 

Tatil kültürünün dinamiklerini taşıyan sac ayakları

“Tatil” dediğimizde, aklımıza ilk gelenin deniz, kum, eğlence, beş yıldızlı oteller ve açık büfe ikramların etrafında şekillenmiş bir organizasyon olduğu hepimizin malûmu. Fakat bu imkânlardan faydalanmak için ilk ihtiyacımız olan şey, tatil için ayrılmış yüksek bir bütçe. Ülkemiz ve dünya nüfusunun ortalama geliri göz önüne alındığı vakit, refah oranının nüfus oranına nispetle yüzde 20’yi geçmediği, istatistikî verilerin rakamsal sonuçları. Bu oranın dışında kalan yüzde 80’lik dilimin ihtiyaç olarak sunulan tatile ayıracağı bütçeninse yıllık gelirine oranla hayli maliyetli bir program olduğu gerçeğini gösteriyor. Hâl böyle olunca, bütçe oluşturmak için çözüm arayanların karşısına -en fazla on beş günlük- “tatil kredisi” olarak hazırlanmış kredi teklifleri çıkarılıyor.

Kapitalist sistemin belkemiği kurumlar olan bankaların cazip tekliflerle sunduğu bu krediler, gerek çarkın işlemesine, gerekse insanın sisteme olan muhtaçlığına güler yüzle yaptıkları en büyük hizmet oluyor. Bütçesinin hatırı sayılır kısmını bu harcamanın faiziyle beraber geri ödenmesine ayıran kişi ise kendi izahınca “tatil” yaparak bir yılın yorgunluğunu üzerinden attığına kâni olmuş vaziyette çalışmaya devam ediyor.

Tatil, günlük hayat ve çalışma hayatının dışında tasarlanmış bir zaman dilimi olduğundan, kendine ait konsepti içinde birtakım hazırlıkları neredeyse “mecburiyet” algısı üzerinden bu programa monte etmiş vaziyette. Özellikle valiz hazırlama süreci birçok detayı, dolayısıyla birçok ilâve harcamayı beraberinde getiriyor. Bu özel zaman diliminde nasıl dinlenileceğinin yanında nasıl giyinileceği de renk ve modellerin yanı sıra kumaş ve tasarıma bakımından moda terörünün etkisi altında. Ayakkabısından terliğine, elbisesinden takılarına, kozmetik ürünlerinden gözlüğüne kadar tasarlanmış bu önkoşulların maliyetlerinin kaç aylık çalışmayla karşılanacağı, üzerine mülâhaza edilmesi gereken mühim bir husus.

Tatil plânları genel itibariyle yaz aylarında yapıldığı için bu dönemde tatil beldelerinde yeme/içme, konaklama, hediyelik eşya, bilumum alışveriş kalemlerinin fahiş fiyatlarla satışa sunulması, sömürü sisteminin “konformist” algısıyla kendini dinamik tuttuğu en büyük pazardır. Bir rahatlama dönemi olarak ele alınan bu zaman diliminde yapılan masrafların israf boyutuna yükseldiği ise hayatımızın hicap dolu gerçeği olsa gerek. Özellikle otel işletmelerinin “açık büfe ikram” olarak cazip göstermeye çalıştığı yeme içme hizmeti, “sınırsız” ifadesiyle dikkatlerimizin üzerine nakşediliyor. Müşteri memnuniyeti adına geliştirilmiş olan bu uygulama, kişinin gün içinde tüketeceği yemek miktarından misliyle fazla olması, bu kadar gıdanın israfını da kaçınılmaz kılıyor.

Ülke ekonomisine verdiği zarar ve nimetin şükründen uzaklaştırması noktasında böylesi bir yeme içme modeli ne kültürel öğretilerimiz, ne de dinî kaidelerimizde katiyen yoktur. En’âm Sûresi’nin 141’inci ayetinde, “Ürün verdikleri zaman onların ürünlerinden yiyin; mahsulün biçilip toplandığı gün fakirlerin hakkını verin. Fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez” buyuruluyor. Bu ifadeler, israf ettiğimiz her türlü nimetin zerresinde ona ulaşamayanların hakkının olduğu ve bundan mesul olduğumuz açık ifadelerle izah ediliyor. BM Gıda İsrafı Endeksi’ndeki verilere göre Türkiye’de çöpe atılan yıllık gıda miktarı 7,8 milyon tondur. Çin ve Hindistan gibi yüksek seviyede gıda israfı yapan ülkelerde çöpe atlan yiyeceklerin kişi başına düşen miktarı 50-65 kilogram civarındayken, bu rakamlar Türkiye’de 93 kilogramla açık ara öndedir. Böylesi bir israfın yapılması başta İlâhî uyarılara riayetsizlik, devamında ise yiyecek ve içecek maddelerine ulaşamayan binlerce insanın hakkını görmezden gelmektir.

Günümüzde Afrika kıtasının birçok ülkesinde açlıkla mücadele eden insanların varlığı vicdan olarak ne kadar etkiliyor bizleri? Hele Orta Doğu’da savaşın en zalim yüzüyle yaşamak zorunda olan halkların gıda başta olmak üzere insanî ihtiyaçlara olan muhtaçlığını seyrettikçe, yaldızlı paketlerle bize sunulan tüketim terörünün ne denli esiri olduğumuz gerçeğinden bu kadar mı habersiziz?

 

 

Ülke ekonomisine verdiği zarar ve nimetin şükründen uzaklaştırması noktasında böylesi bir yeme içme modeli ne kültürel öğretilerimiz, ne de dinî kaidelerimizde katiyen yoktur.

 

Tatil eylemi neden bu kadar gündemimizde?

Dünya, son yüzyıldan itibaren farklı bir sömürü düzeninin esareti altında. Sermaye merkezli geliştirilen yönetim sistemleri, kendini ayakta tutmak için “para” dediğimiz metanın çeşitli pazarlar üzerinden sisteme aktarılması ve çarkını çevirmesini gerekli kılıyor. Emperyal düzenin dünyayı esir aldığı bu yüzyılda insan, varoluş serüveninden kopmuş, nefsî arzuları üzerinden yönetilmesiyle istenen istikamete sevk edilmiş ve bu hâlin tesiriyle derin bir çıkmaza sürüklenmiş vaziyette. Çünkü düzen, kendisine para akışını sağlayacak argümanları yaşam tarzının vazgeçilmez parçaları olarak servis ettikçe bizler de sorgulamadan alıp hayatlarımıza dâhil ediyoruz.

Bu “ihtiyaç” sınıfından takdim edilen tüm araç gereç ve yaşam tarzını kabul eden insan, akabinde ona ulaşmanın yollarını arıyor. Sistem, mekanizmasını kendi içinde bir zincirin halkaları gibi işletirken oluşan “talep” karşısında “arz” olarak tüm kartlarını açıyor. Bu işleyişin en kuvvetli dinamikleri ise “moda” ve “tatil” dayatmasının etrafında kuvvet buluyor.

Tüketime sevk edilen insan, yeterli bütçeyi oluşturamadığı durumlarda bankaların kredi teklifiyle karşı karşıya kaldığında, elbette kararı “dünya nimetleri”ni tatmaktan yana kullanıyor. Böylece sistemin işleyişine dâhil olmakla kalmayıp, yüklü kredi faizlerini ödemekten başını kaldıramaz hâle geliyor. Yeni dünya düzeninde insan, fikren asla, ama ortaya koyduğu ekonomik katma değerle daima aktif olmak zorunda. Borçlanma yöntemiyle sindirilen insanın düşünmeye vakit bulamayacağı gibi düzen içerisinde idaresi de oldukça kolay olacaktır.

İşte bu noktadan sonra asıl amaçlanan hedefe doğru hızla yol alınıyor. Batı normlarında düzenlenmiş programlar, bilinç asimilasyonunun büyük adımları aslında. Bize ait olan gelenek ve tecrübelerin neler olduğunu merak dahi etmeden apayrı kültürlerin ürettiği içerikleri -daha çok- “modernizm” kabulü üzerinden uyguluyor olmamız ise evvelâ kendi medeniyetimize yapmış olduğumuz vefasızlık.

 

Bu “ihtiyaç” sınıfından takdim edilen tüm araç gereç ve yaşam tarzını kabul eden insan, akabinde ona ulaşmanın yollarını arıyor. Sistem, mekanizmasını kendi içinde bir zincirin halkaları gibi işletirken oluşan “talep” karşısında “arz” olarak tüm kartlarını açıyor.

 

Vakit ve dinlenme üzerine kendi dinamiklerimiz

Kültürel olarak birikimlerimize göz gezdirdiğimizde günlük hayat dinamiklerimizin mevsimlere ve vakitlere göre tasarlandığını görürüz. Şafakla beraber başlayıp yatsı vaktiyle sonlandırılan gün, “çalışma- ibadet-istirahat” şeklinde değerlendirilerek bereketlendirilir. İstirahat kısma “tüketilmiş, boş bırakılmış, salıverilmiş” cihetiyle bakılmaz, tam aksine ufak meşguliyetlerle bir önceki eylemin yorgunluğu başka alanlarda bir faaliyetin neşet etmesiyle giderilir.

İslâm dini dinamiktir ve durağanlığı asla kabul etmez. Kişinin yirmi dört saatini plânlayarak onu aktifleştiren, gerek fikren, gerekse bedenen biteviye varlık bilincini uyanık tutan bir anlayışa sahiptir. Son yüzyılın “boş vakit” tanımlamasıyla hayatlara monte edilen zamanı en büyük sermaye olarak belirtmiş ve her saniyesinin değerlendirilmesi gerektiğine büyük ehemmiyet vermiştir. Zamanın önemiyle beraber davranışların ölçülü olması ve insana bahşedilen tüm nimetlerin israf edilmeden kullanılması yönünde de önemli uyarıları vardır. Eğer zaman insanın bu dünyadaki en büyük sermayesi olarak nitelenmişse, bunun israfı veya “genel geçer” uğraşlarla sarf edilmesi, insanın varlık serüvenine de aykırı bir davranış modelidir.

İslâm’ın vakte bakışı, İnşirah Sûresi’nin 7’nci ayetinde, “O hâlde boş kaldığında yine kalk, yorul!” şeklinde ifade etmiştir. İnsanın gerek psikolojik, gerekse fiziksel olarak sabit ve üretimsiz olması onda birtakım arazlara zemin hazırlayacağı bilimsel bir sonuçtur. Bu cihetle kişinin daima aktif, aynı zamanda icraat içinde olması, onun fıtrî dizaynının mutlak gerçeğidir. “Yorul” komutuyla insanı statik hâlden dinamik hâle taşıyan Yüce Allah, bir başka perspektiften insana ânın da durağan olmadığının ve eyleme ihtiyaç duyduğunun sırrını vermektedir.

“Boş” sıfatını zamanın niteliğine uyarlayan modern hayat düzeni, boşluk olarak açtığı alanda kendi sevk ve idaresinin normlarını insana servis etmekte. Tüm insanların zaman değerlendirmesini ve ilgi alanlarını aynı payda altında toplama stratejileri ne yazık ki sistemi neticeye ulaştırdı.

Her insanın kabiliyeti ve mahareti nasıl farklılıklar arz ediyorsa, rahatlama ve uğraşı alanları da o denli değişkenliğe sahiptir. Sanayileşmenin devamında gelişen teknoloji ve çağın tüketim kurallarına göre işliyor olması, beraberinde bir tatil kültürünü de bünyesinde var etti. İçerik olarak ise üç aşağı beş yukarı birbirinin benzeri olan aktivitelerle sunulan bu “dinlence” metotları bütün insanları aynı kefede ele alarak ortak bir programla ihtiyaçları karşılayacağı algısını da topluma yerleştirdi. Deniz, kum, plaj, açık büfe, masaj, spa, havuz gibi tatilin omurgasını oluşturan maddeler, daha da mühimi ise tatil anlayışının prestijini ayakta tutan içerikler olarak algılarımızdaki yerini aldı. Her yaşta, her görgüde, her bütçede ve her zevkte insana hitap ediyor olması, ihtimâli düşük olsa da toplumun çoğunluğu dinlenme ve rahatlamanın etkili metodu olarak kabul etmiş ve mekanik bir uygulamayla hayatın yeme içme, uyuma, çalışma gibi rutinlerinin arasına girmiştir. Münferit olarak değerlendirmeye lâyık olan her insan, maalesef tüketim sisteminin “kendini önemli hissetmek” metodu üzerinden başardığı bu toplu muamelenin histerik duygusuyla kendini avutuyor.

 

 

Buradaki “gezmek” ve “dolaşmak” fiili üzerinden verilen İlâhî tavsiyeyle insana işaret edilen husus, ibret nazarıyla kâinatı seyretmesidir.

 

İslâm’da tatil var mıdır?

Yüce Allah, yoktan var ettiği kâinatı tanımamızı, dolaşmamızı, tefekkür penceresinden izlememizi biz kullarına Vahiy diliyle tavsiye ediyor: “De ki, ‘Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah’ın varlıkları ilk defa nasıl yarattığına ibretle bakın. Allah kıyametten sonraki ahiret hayatını da işte böyle yaratacaktır. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter’.” (Ankebut, 20)

Buradaki “gezmek” ve “dolaşmak” fiili üzerinden verilen İlâhî tavsiyeyle insana işaret edilen husus, ibret nazarıyla kâinatı seyretmesidir. İslâm, insanı eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi) olarak görür. Bedeninin ona emanet olarak verildiğini ve dünya hayatında bu bedene özen göstermesini de tavsiye eder. İnsanın zihnen ve bedenen sağlıklı olması için beslenme hususundaki emir, yasak ve miktar ölçülerine kadar verdiği bilgilerle onu bilinçlendirirken, ruhen de sağlam bir psikolojide olması için yol haritaları gösterir. Furkan Sûresi’nin 47’nci ayetindeki “Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme, gündüzü de yeniden hayata uyanıp çalışmak üzere yeryüzünde dağılma vakti kılan O’dur” ifadesiyle dinlenmeyi ve çalışmayı günün bölümlerine göre düzenleyen Allah, bu iki eylemi de birbirinden ayırmadan programlayarak bizlere bildirmiştir. Psikolojik yani ruhsal dinginliğimiz içinse Ra’d Sûresi’nin 28’inci ayetindeki, “Haberiniz olsun, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur, rahat ve tatmine erer” hakikati üzerinden bizi bilgilendirir. Tevekkül, tefekkür, zikir ve kanaat gibi manevî eylemler ruhun bu dünya cenderesinde kendini hırpalamadan tavsiye edilen metotlar ışığında yaşama becerisidir.

“Peki, bizler sadece günün uykuya ayrılmış bölümünde mi dinleneceğiz? Bu zamanın haricinde İslâm tatil tanımlı dinlenmeye müsaade etmiyor mu?” tarzında bir soru akıllara geliyor. Elbette yüce dinimiz insanı kıymetli bir varlık olarak kabul etmiş ve onun ihtiyaçlarına meşru dairelerde alan tahsis etmiştir. Hele kapitalist düzenin insan üzerindeki yoğun baskısı, insanı, kendisini var etmesi için beden ve ruh olarak son raddesine kadar kullanması, elbette bu yükü boşaltacak ve rahatlayacak yöntemlerin olmasını zorunlu kılıyor. Fakat bir tatil ideolojisi üzerinden insanın bu hâlini ele almak ve alternatifsiz çözüm olarak bu yöntemi görmek, işte bu tamamıyla tüketim kültürünün zihinlere uyguladığı baskıdan başka bir şey değildir.

İnsanın seyahat etmesi, görme melekesi üzerinden âlemi anlayarak yorumlamaya çalışması teşvik dahi edilir. Ankebut Sûresi’nin 20’nci ayetindeki “Yeryüzünü gezin dolaşın” tavsiyesi, içerisinde fikrî eylemin kodlarını barındıran en nitelikli rehberlik tavsiyesi olmakla beraber, insanı büyük bir keşfe de sevk eder özünde. Bu keşifteki murat, kâinatın ibret nazarıyla seyrinden başlayıp ahiret hakikatine idrak oluşturacak bilinci daima canlı tutmaktır bir bakıma. Burada dikkat etmemiz gereken önemli husus, “boş vakit” tamlamasıyla insanın en büyük rızıklarından olan vaktin altına düşmemiz gereken not olarak “vaktin boşluk kabul etmediği” gerçeğidir.

Baktığımız her yerde “uygun tatil paketleri” sunumuyla dikkatimizi alanlarına çekme gayreti, insanın rahatlamasından öte, insanı hayatla ilgili temel gayelerinden kopararak düşünme ve sorgulamaktan alıkoymanın cazip bir yöntemi olduğu, uzmanların söylemleriyle de netlik kazanıyor.

Prof. Dr. Erol Göka, tatil kültürü üzerine, “Tatil ideolojisiyle baş etmek zor; zira bunların tekmili birden var. Sorup sorgulamanın, ‘Hayatın amacı, varoluşumuzun gayesi nedir, bir insan ömrünü neye vermeli, çalışma nedir, ne işe yarar?’ gibi soruları zihnimizden söküp atmak için ne gerekiyorsa yapılmış” cümlelerini kurarken, bizi birçok sorgunun eşiğine getiriyor. Tatil aktivitesi içerisinden alıkonulmak istendiğimiz durumların üst başlıklarını anahtar olarak veriyor. İşte tam da burada “İslâm ve tatil” ilişkisine bir pencere açabiliriz.

Müslümanlar olarak ilk ve temel vazifemiz, uyanık ve teyakkuz hâlinde olmaktır. Batı’nın hayat normlarına göre tasarlanmış ve Batı’dan ithal edilmiş “dinlenme, rahatlama ve deşarj olma” yöntemi olarak kabul edilen “tatil”, içerik olarak yukarıda da bahsettiğimiz gibi atâlet hâlini barındırır bünyesinde. Bununla beraber Müslümanın en dikkat etmesi gereken husus olarak “israf” eylemine ise “konformist” bir perspektiften zemin hazırlar. Yine Müslümanın, tüm dünya insanlarının hak ve hukuku noktasında sorumluluk bilincini benlik noktasında nötrleyerek “bireysellik” düzleminde kişinin mesuliyet sahalarını kamufle etme gayretiyle elinden alır. Oysa Müslümanlar olarak şuur ve idrak düzleminde hayatı anlama, anlamlandırma ve yaşama sorumluluğunu kuşanan misyona sahip bir dinin mensuplarıyız.

Varacağımız netice, İslâm’ın ve Müslümanın gerek çalışma düzeni, gerekse dinlenme metotları boşa alınmış, atıl, niteliksiz bir zaman tüketimi üzerinden değil, aksine her anın bir nimet olduğu idrakinden yol alıp tüm insanlığın eksik ve ihtiyaçlarını gözeterek değerlendirilmesi üzerine olmalıdır.

 

Hayatın realitesinden kopuk geçirilen on beş gün, geri kalan zaman diliminin hakikatlerini sadece bir süreliğine erteliyor. Geri dönüşte, bırakılan yerden devralınan sorumluluklarsa tatilin büyülü dünyasından çıkamayan zihinlere iki misli ağır gelmeye başlıyor.

 

Anadolu’da çalışma ve dinlenme gelenekleri

Kadim medeniyetlerin kadim toprakları Anadolu… Mayamızı vuran, özümüzü besleyen memba… Ahlâkî ve insanî kodlarımızın neşet ettiği öz yurdumuz... Tüm yol haritalarımızın en güvenilir adresi… Biz, millet olarak bu topraklarda davranış modellerimizin talimini yaparak kendi kültürümüzün dinamiklerini kendi fıtratımız üzerinden inşâ ettik. Ne vakit aklımız karışsa, ne vakit yolumuz çatallaşsa ilk müracaat edeceğimiz kaynak, Anadolu’nun o engin tecrübe deryasıdır.

Anadolu, yaşam kültürüne İslâm dininin prensiplerini temel kaideler olarak almış ve bu çemberin etrafında hayatını şekillendirmiştir. Gün, vakitler üzerinden programlanıp mevsimler üzerinden de işlevsel hâle getirilir. Yılın üç mevsimi (ilkbahar, yaz, sonbahar) insanların toprakla hemhâl olup, tohumdan başlayıp hasada giden yolun yolcusu olma mesaisinde geçer. “Hayat boşluk kabul etmez” ilkesi Anadolu’da hakkı verilerek hayatın her anına sirayet eder. Coğrafî bölgelere göre değişen mahsul çeşidi ve hayvancılık faaliyetlerinin bir kolu da bizi yayla kültürüne götürür.

Yüksek dağların serin ve otlak, aynı zamanda sulak alanları olan “yaylaklara” hayvanların yaz mevsimi boyunca çıkarıldıkları dönem, Anadolu’da “yayla dönemi”dir. Yayla, münferit olarak ele alınması gereken derin bir öğretiye, aynı zamanda da “çıkması” ve “inmesiyle” yaşamın prototipini temsil eden nüveleri barındırmasıyla Anadolu’nun “kök hücresi” özelliğine sahiptir.

Yayla, “tabiat-insan” kombinasyonunun mezcedildiği, insanın kâinatın bir parçası olduğu gerçeğiyle beraber “varoluş” idrakine ulaştığı kelâmsız fakat en büyük hayat etüdüdür. Modern dünyanın “olmazsa olmaz” kabullerinden ari yaşama pratiğinin katıksız, natur ve mücadele kabiliyetiyle şekillenen yaşama biçimidir. Dağların heybetli ve vakur duruşlarının seyrinde rüzgâra direnen bir çiğdemden hayatın sunduklarına karşı duruşu tecrübe eder insan. Karanlığın en kör noktasından şafağı zirvede avuçlamanın hazzını yaşar bir yaz boyunca. Yorgunluğun yükünü alevin alazlarına yükleyip bir parça kıvılcımın çıtırtısında her şeyin tükeneceğini en sıcağından hisseder.

Uzun bir rençberlik dönemini yaylaların sükûn ve kaygısız desteğiyle geride bırakan rençber, hasat mevsiminin toparlanma hâline hazırlar bu defa kendini. Bağlar bozulur, harmanlar vurulur ve emeğin karşılığı bir sonraki merhaleye geçilerek toplanmaya başlar.

Anadolu, Kur’ân-ı Kerim’in, “İnsan için yalnız kendi çalıştığının karşılığı vardır” (Necm, 39) ifadesinin düsturuyla yaşamı programlar ve biten bir işin arkasından mutlaka başka bir işe koyulur. Toprakla mesaisini güz aylarında azaltan halk, bu defa kış mevsiminin tedariğini görmeye başlar. Salçası, tarhanası, reçeli, kurutmalıkları peyderpey hazırlanır.

Tatilin psikolojik ve sosyal medya boyutu

Gözetlendiğimiz veya görünmek için hiçbir fırsatı kaçırmadığımız bu zamanda evimizden soframıza, düğünümüzden mevlitlerimize, eşimizden çocuğumuza kadar mahremimiz olan anlarımızın her bir karesini sosyal medya uygulamalarından sayfa sayfa yayınlar duruma geldik. Kavgalarımız, hüzünlerimiz ve dahi sevdalarımız bile uluorta, filtresiz hâlde topluma sunulmasında hiçbir beis görülmemeye başlandı. Kendi içinde bir dil ve değerlendirme metodu dahi oluştu bu dünyada. İnsanlar bir karelik görselden zanların cümlelerinde boğulurken, aynı zamanda nispet ve gösterişin pençesinde yarışır duruma geldiler.

Yaz aylarında yoğunlaşan seyahatler ve programlanan tatiller, daha kişinin adımını atmadan bilet görüntüleriyle afişe ediliyor ne yazık ki. Sosyal statünün en büyük kriterlerinden biri olan tatil ve o tatilin içeriği, karşıdaki kitleye bir ispat ve delil niteliği taşır durumda. Bir bir hayatından etkilenen ve kıyasa girenler ekonomik şartlarının üzerine çıkacak plânları ve harcamaları yaparlarken, akıllardaki ilk hedef, sosyal medya üzerinden bu kareleri insanların beğenisine sunmak isteğidir. Başkalarının hayatları üzerinden kışkıranlar için özellikle tatil beldelerinin o eşsiz manzaralarıyla alınan görüntülere otellerin hizmet kalemlerinin cazibesini de ilâve ederek afişe edilmesi, o tatilde amaçlanan dinlenme hâlinin tamamen önüne geçen bir duygudur.

Neredeyse evimizi bir valizin içine sıkıştırarak çıktığımız bu serüvenin zahmeti, ilâve yorgunlukları omuzlarımıza yüklemesi bir yana, tatil dönüşü normal hayata adapte olma süreci ve zorluğu da apayrı analiz edilmesi gereken bir durum. Uzman psikologların bu husustaki tespitleri, kişi üzerinde oluşan ve aşılması zaman isteyen sorunların altını kalın çizgilerle çiziyor. Tatil sonrası psikolojinin belirtileri arasında melankoli ve hüzün hissi, motivasyon eksikliği ve enerji düşüklüğü, işe dönmekten duyulan endişe ve stres, tatil anlarına duyulan yoğun istek, günlük rutine adapte olmakta güçlükler olarak sıralanıyor.

Hayatın realitesinden kopuk geçirilen on beş gün, geri kalan zaman diliminin hakikatlerini sadece bir süreliğine erteliyor. Geri dönüşte, bırakılan yerden devralınan sorumluluklarsa tatilin büyülü dünyasından çıkamayan zihinlere iki misli ağır gelmeye başlıyor. Bu ruh hâlinden dolayı klinik destek alanların sayısı azımsanmayacak kadar büyük rakamlara denk geliyor.


Tatil kavramının yaygınlaşmasıyla beraber unutulan değerler



Bir kitabın kapağını açar açmaz yazarın aklıyla kalbinin aksini seyretsek akşamların sükûnetinde? Ya da otobüsün camından bizi ata topraklarına götüren yolların hikâyelerine kulak versek? En mühimi de bu kuşatılmışlıktan ayıkmak için birbirimizi nazikçe sarssak?

 

Bayramlarımız

Uzun yıllardır iş hayatında yakalanan her fırsatta ufak seyahatler düzenlenir oldu. Hele dinî bayramlarda bir haftayı bulan resmî tatiller, insanların tatil plânı yapmaları için yeterli oluyor. Hâlbuki bayramlar ailelerin bir araya gelmesine vesile olan en güzel fırsatlardır.

Memleketinden büyük şehirlere göç etmiş ve farklı farklı şehirlerde yaşayan aileleri bir araya getirecek bu kutlu günlerin mahiyetinden uzaklaşarak bir dinlenme fırsatı gibi görülmesi, “hız” ve “haz” çağının değerlerin bağlarını kopardığı en acı netice olsa gerek. Topluca oturulan bayram sofraları giderek sessizleşirken, yeni nesil bu günlerin mânâsından habersiz, kutsallarını teker teker hayatının dışına atıyor.

Dargınlıkların bayramın hatırına giderildiği, kabir ziyaretlerinin yapıldığı, evlerin o günler için hazırlanması ve ikramların yapılmasıyla donatılan bayramlar, şimdi sadece ya bir tur organizasyonuna veya bir otel rezervasyonuna feda ediliyor maalesef.

Sıla-ı rahim ziyaretleri

Belki de hayatımızın en mühim ve tedavi edilmesi aciliyet arz eden büyük yarası, memleket ziyaretlerinin ne yazık ki terk edilmiş olmasıdır. Elbette hepimiz bir mülteci kimliğiyle dünya hayatımızı devam ettiriyoruz. Ama bizi biz yapan; köklerimiz, kültürel birikimlerimiz, eş dost ve akrabalarımızla kökü derinlere uzanan bağlarımızdır.

Sözlük anlamı olarak “bağ, ilişki” anlamına gelen sıla, “döl yatağı, ana rahmi” ve mecaz olarak da “insanlar arasındaki soy birliği, akrabalık bağı” mânâsındaki “rahm/rahim” kelimelerinden oluşan “sıla-ı rahim”, terim olarak “kan bağı ve evlenme yoluyla oluşan akrabalık bağını yaşatma” anlamını taşımaktadır. Artık hayatlarımızın düzeni büyük şehirlerin sistemine göre tasarlanmış ve oturtulmuş olsa da her birimizin kökleri Anadolu’nun ya da Trakya’nın bir kasabasına veya bir köyüne mutlaka uzanıyordur. Özellikle yeni nesil bu bağlarından neredeyse tamamen habersiz ve aidiyet duygusu beslediği bir “memleket” kavramına sahip değil. Öyle ki, birinci derece yakınlarıyla dahi sadece tanışıklık seviyesinde kalan akrabalık bağlarının hızla zayıflaması, özellikle çocuklarımız açısından acı olduğu kadar korunaksız ve sığınmasız bir yaşamı var ediyor. Bu hususta Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Akraba ilişkilerini kesen, Cennet’e giremez.”

Yüce dinimiz İslâm, sıla-ı rahim ziyaretinin önemini her fırsatta hatırlatmış, Rasûlullah (sav), “ Kim rızkının bollaştırılmasını yahut ecelinin geciktirilmesini arzu ederse, akraba ile irtibatını sürdürsün” tavsiyesiyle bu hususun önemini pekiştirmiştir.

Çalışmak veya tahsil için memleketinden ayrılarak şehre göç eden nüfus, çok değil, bundan en fazla yirmi otuz yıl önce izin dönemlerini mutlaka memleketlerinde geçirirlerdi. Yaz aylarının başlayıp okulların kapanmasıyla beraber çocuklarıyla memleket yollarına düşen anneler, daha sonra babaların izin haklarını kullanmasıyla beraber evlerine dönüş yaparlardı. Her çocuğun atalarının ve köklerinin olduğu toprakları görmesi, “baba ocağı” diye tanımladığımız o büyük kapıyı bilmesi, aynı zamanda “millet” olma bilincini de pekiştiren yatırımların arasındadır. Bunu sağlayan, sıla-ı rahim ziyaretleridir.

Bedenin ve ruhun dinlenmesi için geçmişe açılan bir kapının eşiğini atlayıp zamanın arkasında bıraktığı hatıraları yâd etmek, bazen en etkili terapi olur iç âlemimize. Anne ve babamızın, hatta dedelerimizin hayatında da esen bir rüzgârın ılık ılık yüzümüzü okşadığı, aynı otun kokusunun burnumuza geldiği o nadide anlarda bizi sarmalayan duygunun verdiği huzur, en ağır yüklerimizi atar omuzlarımızdan.

Memleketimizin akan çayları, envaiçeşit kokuların yayıldığı kırları ve ulu ulu dağlarıyla duygu ve düşünce dünyamızı şekillendiren nüveler olduğu, kendimizi tanımlayabileceğimiz mekânların ruhu, aidiyet kesp ettiğimiz toprakların şefkatinde kederlerimizden arınıp bedenlerimizin dinlenerek şifa bulacağını tecrübe etmemizde çok fayda var. Ben, Doğu Anadolu’nun evliyalar ocağı, muhafız ruhlu şehri olan memleketim Erzurum’un topraklarında başı bulutları delen dağlarını, kekik kokulu yaylalarını ve Çoruh nehrinin o başına buyruk akışında var edilişimin ilâhî sırlarını seyre dururum. Kâinatın bir parçası olduğumuz idrakinden tüm sıkıntı ve yorgunluklarımı İlâhî Makamın yardımıyla selâmete ereceğine de kani olurum.

Zamanın değerlendirilmesi üzerine kısa ipuçları 

Kendimize sormamız gereken çok önemli bir soru var: “Varoluş sebebim nedir?” Bu soru üzerinden bir yol yürürsek, menzile varacak istikameti bulmuşuz demektir. “Benim varlığım dünyalık temayüllerin esareti üzerinden mi yol yürüyecek?” şeklindeki soru kalıbı, aslında “varoluş” fikri üzerine tüm sorulara verilmiş geniş kapsamlı bir cevaptır bana göre.

Modern hayatın işgali altında olduğumuz bu zor zamanlarda öncelikli amacımız, etrafımızda insanlık adına olup biteni “görmek” mi, yoksa materyalist bakış açısının etkisi altında daha çok “görünmek” mi? Artık büyük aile olmaktan çekirdek aile olma istikâmetinde yürüdüğümüz yol, aile olmayı da geride bırakarak bireysel yaşamın kollarında can veriyor maalesef. Bir gün huzur evlerine yerleştirilmiş yaşlılarımızı ziyaret etmek için her adımımıza verilecek ecrin yolunu mu yürüse? Aile büyüklerimizin ellerini öpmeye gidip zamana dair bir nasihati kendimize mihmandar ederek mi ayrılsak oradan? Bir kitabın kapağını açar açmaz yazarın aklıyla kalbinin aksini seyretsek akşamların sükûnetinde? Ya da otobüsün camından bizi ata topraklarına götüren yolların hikâyelerine kulak versek? En mühimi de, bu kuşatılmışlıktan ayıkmak için birbirimizi nazikçe sarssak?

Son söz

Dünya globalleşiyor. Bu değişim içerisindeki sistemler gerek maddî, gerekse manevî cihetten sadece birey olarak bizleri değil, yüzyıllara dayanan görgülerimizi, yaşam tecrübelerimizi gasp ediyor. Büyük medeniyetlerin vârisleri olarak evvelâ tek din olan İslâm’ın temel prensiplerinden ana omurgasını oluşturarak kültür normlarımızla donattığımız yaşama pratiklerimiz, sistemli bir plân üzerinden evlerimizden, mahallelerimizden ve şehirlerimizden uzaklaştırıldı.

“Farkındalık” gibi bir bilinç düzleminde yaz mevsimini geçirme gayretine düşerek, çocuklarımıza ve de kendimize köklerimizle buluşup değerlerimizle kıymetlendireceğimiz sağlıklı ve huzurlu vakitler diliyorum.

Yolunuz açık, zamanınız bereketli olsun efendim…