Şeyhin ölüsünden korkmak

Kendi görüşünde olmayanları darağaçlarında sallandırarak barış sağlanmış olabilir mi? Oysa barış için, farklı görüşte olanların da haklarına titizlik gösterilmesi kaçınılmazdır.

NAKŞİBENDİ tarikatının Halidî kolundan İsmail Ağa Camiî merkezli (İstanbul Fatih Çarşamba’da) İsmail Ağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun (1929-2022) 93 yaşında ölmesi, tarikatların geçen yüzyılda kalmış olmasını bekleyenler ile bu tarikat çevrelerini yeniden karşı karşıya getirdi.

Mahmut Efendi, bağlısı olduğu Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin 1960’da vefat etmesinden sonra onun yerine tarikatın şeyhliğini yapmıştır. İstanbul’da etkili olan üç Nakşibendi kolundan biri (diğerleri Erenköy Cemaati ve İskender Paşa Cemaati), onun liderliği altında “İsmail Ağa Cemaati” diye bilinmektedir.

Cami, Lâle devrinde Şeyhülislâmlık yapan İsmail Efendi’den (Ö.1724) adını almıştır. Gerçek adı İsmail Efendi Camiî’dir. Çünkü bir dönem ilmiye sınıfından olan kişilere “efendi” denilmiştir. Ancak hiçbir zaman “ağa” denilmediği hâlde Şeyhülislâm İsmail Efendi Camiî’nin adı her nasılsa sonradan “İsmail Ağa Camiî” olarak kalmıştır.

İsmail Efendi, Şeyhülislâm tayin edilmesinden bir buçuk yıl sonra Sinop’a sürgün edilmiştir. “İsmail Ağa Camiî, Kâbe ölçülerinde yapılmıştır” ve sonradan camiye yapılan eklentiler bu özelliğini gölgelemiştir. 1894 Depremi’nde önemli ölçüde yıkılmıştır. Uzun süre cami alanı bir enkaz yığını gibi terk edilmiş vaziyette kalmıştır. 1950’lerde ise işte bu enkaz hâlindeki camiyi Ahıskalı Ali Haydar Efendi onarmıştır. Cami yakınındaki İsmet Efendi Dergâhında şeyhlik yapan Ahıskalı Haydar Efendi, vaktiyle İkinci Abdülhamit’in kendisine vermiş olduğu para ile İsmail Ağa Camiî’ni yenilemiştir. Mahmut Efendi, 1954-1997 arasında kesintisiz olarak 43 yıl bu camide imamlık yapmıştır.

İsmail Ağa Cemaati, bağlılarının kıyafetleri, medrese eğitiminde ısrar etmeleri, çoğunlukla serbest ticaret yapmayı tercih etmelerinin yanında son yıllarda bazı cinayet haberleriyle gündeme gelmiştir. 1982’de Üsküdar Müftüsü Hasan Ali Ünal’ın öldürülmesinin sorumluluğu cemaat üzerine yıkılmaya çalışılırken, İsmail Ağa Camiî’nde vaaz esnasında, cemaatin ileri gelenlerinden Hızır Ali Muratoğlu (1998) ve Bayram Ali Öztürk (2006) öldürülmüş, katilleri bugüne kadar bulunamamıştır. Cemaatin içinden çıkıp en çok tanınanlar, Abdülmetin Balkanlıoğlu ve Kemal Paşa’yı sıkça överek haber olan Cübbeli Ahmet (Ahmet Mahmut Ünlü) ile cemaatten ayrılan (veya atılan) Masum Bayraktar’dır. Bayraktar’ın paralel cemaat kurma çabaları ise İsmail Ağa Cemaati ile kavgalar yaşamasına neden olmuştur.

Mahmut Efendi’nin ölümünün ardından akrabası “Hasan Kılıç’ın cemaate liderlik etmesini vasiyet ettiği”, cenaze namazında açıklanmıştır.

***

Mahmut Efendi için 24 Haziran 2022’de, İstanbul Fatih Camiî’nde düzenlenen cenaze töreni için toplanan kalabalık Edirnekapı’dan Bayezit’e kadar uzanmıştır. Laik kesimden hiçbir ölü için bu kadar kalabalık toplanmamıştır. Bu kalabalığın haber olması laik kesimin kıskançlıkla dolu öfkesine ve hatta tepkisine yol açmıştır.

İlahiyatçı Profesör İsrafil Balcı, cenaze töreni için, “Buna rağmen tarikat, cemaat ve şeyhlik, dervişlik gibi ‘sanal’ otoritelere siyasiler hâlâ prim veriyor. Bunlar da siyâsî rüzgârın etkisinden esinlenerek ve onları arkasına alarak palazlanıyor. Kimi siyasinin oy uğruna, kimi siyasinin de gönülden bu yapılara prim vermeleri, selâm durmaları, iş tutmaları doğru değil. Bu, ülke çıkarlarına aykırıdır. Burası karanlık bir kuyudur. Aydınlık yol, Cumhuriyet değerleriyle olur. Tarikatların amacı hiçbir zaman din değil. İstisnasız hepsi, kendi öğretilerini bir şekilde iktidara taşıyıp romantik yorumlarına göre devlet düzeni tesis etme amacı güder. Aydınlık yol; akıl, bilim, hukukun üstünlüğü, demokrasi, laikliktir” dedi (Cumhuriyet Gazetesi, 25 Haziran 2022).

İsrafil Balcı’nın bu tezlerine karşılık Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), cenaze törenini yargıya taşıyarak, Cumhurbaşkanı, Bakan, bazı siyâsî parti liderleri ve üst seviye görevlilerinin ettikleri yemini çiğnediklerini, ölen şeyhin yerine yenisinin atanmasına sessiz kalarak onayladıklarını, 677 sayılı Devrim Yasası ve Anayasa’nın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin çiğnendiğini ileri sürmüştür.

Balcı gibi ilahiyatçılar ve ADD gibi dernekler, Hacı Bektaş-ı Velî’yi anma törenleri için benzeri tepkileri göstermemektedirler. Oysa o da bir şeyhtir. “Devrim Yasası” dedikleri kanun ile onun türbesini ziyaret etmek de yasaklanmıştır.

Mahmut Efendi’ye bağlı ordu, polis, mahkeme, siyâsî parti, üniversite, lise, enstitü, gazeteler yoktu. Ancak o kendisine bağlı bu tür siyâsî, eğitim, sermaye, yargı, silahlı güç varmış gibi büyük bir etki alanı oluşturmuştur. Kendisi, imkânları kısıtlı bir cami imamıydı. Hafızlık diplomasından başka elinde bir diploması da olmamıştır. Buna rağmen cenazesine (taraftarlarına göre) milyonlar toplanmıştır. Toplanan kalabalığın İslâm, yönetim, adalet anlayışı elbette tartışmaya açıktır. Doğru bulanlar, yanlış bulanlar olabilir. Ancak doksan yıldan beri zorla okullardan, şuradan buradan toplanarak Anıtmezar’a götürülenlerin sayısını TV haberlerinde bir müjde olarak takdim edenler, cenaze için toplanan kalabalık karşısında aciz kalmış olmalıdırlar.

Mahmut Efendi’nin eski usule göre medrese eğitimi ve kılık kıyafet konusundaki (erkekler için sakal, şalvar, cübbe; kadınlar için çarşaf) ısrarını direniş, talebelerinin ve medreselerinin çoğalmasını diriliş diye görenler, onun bu uğurdaki mücadelesini irfan yolculuğu, Müslüman zihnin Ehl-i Sünnet itikadı ile inşâsı edilmesi sayanlar bile olmuştur. Bu kişilerin benzeri övgüleri yakın zamana kadar Fetülla Gülen için de sıraladıkları bilinmektedir. Tasavvufa “irfan” denildiği de hatırlandığında, bu adlandırma olağan sayılabilir. Ancak tasavvufun inşâ ettiği Müslüman zihnin Ehl-i Sünnet itikadı olduğu, İslâm’ın genel ilkeleriyle mutabık kaldığını eskiden beri reddedenler olmuştur. Bu konuda okunabilecek iyi kitaplardan biri de İbrahim Sarmış’ın “Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm” (İstanbul, 2012) adlı kitabıdır.

***

Mahmut Efendi’nin ölmesi üzerine “ölü seven” bir millet olduğumuz gerçeği yine kendini gösterdi. Mahmut Efendi’nin, Türkiye’deki ve dünyadaki en büyük İslâm âlimlerinden biri, Türkiye’nin ve dünyanın sayılı manevî liderlerinden olduğu söylendi. Elbette bu iddiaların somut, ölçülebilir bir karşılığı yoktur. Hoca Efendi’nin taraftar kitlesinin çoğalması, cenazenin yüz binleri aşan bir kalabalığa ulaşması, ona yöneltilen bu sıfatların somut ifadesi olmaktan uzaktır. Çünkü dünyanın pek çok yerinde aynı inancı, aynı çalışma yöntemini benimsemeyen liderlerin de benzeri kalabalıklar topladığı bilinmektedir.

Türkiye’de 30 Kasım 1925’te 677 sayılı kanun ile “tarikatlar, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaybdan haber vermek” yasaklanarak tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştır. Bu yasa esas itibarı ile bir laik engizisyon örneğidir. Balcı gibi ilahiyatçılar işte bu laik engizisyonu kurtarıcı bir formül diye savunmaktadırlar.

 CHP Genel Başkanı Kemal Paşa da bu yasayı tahkim etmek için, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz” demiştir. Zaten onun sözleri kanun üstünde bir güç sayıldığından, bütün yasalar ve idarî tasarruflar o sözlere uydurulmuştur. Kısa sürede bütün tarikatlar, tekkeler, zaviyeler, hatta türbeler (yani mezarlar) kapatılmış, ziyaret edilmeleri yasaklanmıştır.

Devlet gücünü elinde tutanların pekâlâ kendi iktidarları için bu işi istismar edebildiklerinin örnekleri görülmüştür. Din ve vicdan özgürlüğü sadece “İslam’da tarikat/tasavvuf yoktur” veya “vardır” görüşünde olanlar için olur da diğer görüş sahipleri için olmaz ise büyük felâketler yaşanabilir. Avrupa tarihinde de bu yaşanmıştır. Onların inanç ilkeleri de bu işe müsaittir. Çünkü Papa’yı Tanrı’nın vekili saymışlar, Papa’nın kararlarını Tanrı’nın kararları bilmişlerdir.

Oysa İslâm’da Papalığa benzer bir kurum yoktur. Türkiye’de ise bu boşluk Kemal Paşa ile doldurulmuş, o her konuda mutlak yetkili sayıldığından, bir şey hakkında “Var” demesiyle o şey var, “Yok” demesiyle de yok bilinmiştir.

Devletin kendini laik sayarak “din, inanç işlerine müdahale etmeyeceğini” garanti ettiğini ilân etmesinden sonra, aynı devletin nasıl olup da tarikatları yasakladığının bir açıklaması yoktur. İşgal dönemlerinde yapılamamış işlerin işgalden sonra yapılmasıdır bu. Din ve vicdan özgürlüğünün yok edilmesidir. Yönetim işlerinde olduğu gibi, din ve vicdan işlerinde de Kemal Paşa’nın tek başına karar verici olmasıdır.

Onun uygun gördüğü inanç biçimine devlet müdahale etmemişken, uygun görmediği inanç biçimlerine ve kurumlarına müdahale etme hakkını kendinde görüp acımasız bir şekilde müdahale etmiştir. Hukukun genel ilkelerinin yok sayılmasıdır bu. Ve bu cümleden olarak ezanlar bile yasaklanmış, Türkçe okuma zorunluluğu getirilmiştir. Paşa, kendisinin dışında hiçbir karar verici istememiştir. Tarikatların az veya çok insan toplamaları onu tedirgin etmiştir.

***

Tarikatların siyâsî işlere karışmadıklarını söylemek mümkün değildir. Tarihte ünlü Babailer İsyanı’ndan başlayarak (Ahmet Yaşar Ocak, İstanbul-2020) pek çok isyana, sosyal soruna yol açmışlardır. Son defa Gülen Cemaati (!) örneğinde görüldüğü gibi, ülke için ciddî tehlikelere neden olmuşlardır. Üstelik tarikatlarda, tekke ve zaviyelerde telkin edilen din anlayışı tarih boyunca hep eleştiri aldığına göre, yasaklanması yadırganabilir mi? Tarikatın/tasavvufun İslâm’da yerinin olup olmadığı yüzlerce yıldan beri tartışılmaktadır. Bir taraf kesinkes “Tasavvufun İslâm’da yeri yoktur” derken, diğer taraf ise “Tasavvufsuz İslâm olmaz” görüşünü savunmuştur. Bu tartışmanın bitmesi de mümkün görünmemektedir.

Ancak bir tercihe göre yanlış olanların yasaklanması, engellenmesi ve bu yanlışı işleyenlerin devlet eliyle cezalandırılması yeni engizisyondan başka bir şey değildir. Din adına yapılan engizisyonlar daha kanlı ve daha acımasız olurlar. Yeni felâketlere kapı aralanmış olur.

Yaşanan olaylar tarikatların yasaklanması yerine denetlenmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi “Meclis-i Meşayih” türünden bazı kurumlar ihdas edilerek denetlenmeleri sağlanabilir. Özgür toplumların tek ses, tek görüş olmayacağı teslim edilmelidir. Farklı görüşler her zaman olabilir. Farklı görüşlerin tümüyle doğru ve faydalı olması da mümkün değildir. Tarikatlar kimseye zarar vermedikçe, onlara devletin baskı yapması büyük yanlış olur.

CHP Genel Başkanı Kemal Paşa, kendi görüşleri dışında kimseye hayat hakkı tanımamıştır. Onun görüşlerine itiraz etmeyi büyük bir suç, hatta vatan hainliği saymıştır. Bunun için de darağaçları kurdurmuştur. Yani Milât’tan sonra 2022'de çözüm olarak böylesi dönemleri özleyen hatırlatmalar, Türkiye’nin geleceği adına kaygıları arttırmaktadır. Tek parti dönemindeki zulümler referans alınırsa, yeni ve laik engizisyonlar kaçınılmaz olacaktır.  

CHP döneminde şehir meydanlarında asılan binlerce insanın cesetlerinin günlerce teşhir edilenlerin önemli bir kısmı da tarikat şeyhleri ve bağlıları olmuştur. 1924-1926 yıllarındaki günlük gazetelerde bu olaylar hakkında çok sayıda haber ve fotoğrafa ulaşılabilir. Yayınlanan Ankara İstiklâl Mahkemesi Zabıtları (İstanbul, 2000) ise doğrudan kaynak eser durumundadır. Bu eserde belge mahiyetinde pek çok bilgi vardır. O dönemde muhalif olan kişilerin anılarında az çok bilgi bulmak mümkündür.

Dönemin eleştirilmesini günümüzde “bilgisizlik ve karanlık” terimleriyle savunanlar vardır. Kendi görüşleri dışında kalanları “karanlık” diye adlandırmaları elbette bir şartlanmışlık ve ancak psikoloji ilmiyle açıklanabilecek bir tutumdur. Olup biteni anlamama çabasıdır. 

Şeyhler ve müridler, kanunlara uygun davranır iseler, onların da yaşamaya, kendi görüşlerini anlatmaya, yazmaya hakları vardır. Üstelik dönemin karar vericileri, meslek icabı asker olmalarından dolayı bu konuları bilip anlayan kimseler değillerdir. Sonra “Yurtta barış, dünyada barış” nasıl olacak?

Kendi görüşünde olmayanları darağaçlarında sallandırarak barış sağlanmış olabilir mi? Oysa barış için, farklı görüşte olanların da haklarına titizlik gösterilmesi kaçınılmazdır.