İSYANDAN sonra yakalanıp 29
Haziran 1925’te Diyarbakır’da idam edilmesinin 96’ncı yıldönümünde Şeyh Said,
her yıl olduğu gibi bu yıl da isyan konusu üzerinden bazı çevrelerin siyâsî
görüşlerine göre yorumlanmaya devam edildi. Bu isyanı Türkiye’ye karşı bir
süngü olarak kullanmak ve intikam aracı hâline getirme isteği açıktır.
Şeyh Said, idam edildiğinde tahminen 65 yaşındaydı. Zaza bir aileye
mensuptu. Şimdiye kadar onun Zazalığını atlayarak Kürt sayanlar, her nedense
artık Zaza olduğunu yazmayı gerekli görmenin yanında tek başına Zazalığını
yeterli görmemiş olmalılar ki “Seyyid” olduğunu da eklediler.
Kişi bu dünyaya gelirken etnik aidiyetini, rengini, cinsiyetini, ailesini
seçerek gelmez. Bütün bunlar İlâhî İradenin tayin ettiği hususlardır. Bunlar
için insanın üstün tutulması da, aşağı sayılması da son derece yanlış ve akıl
dışıdır. Kişi için önemli olan, kendisinin ne yaptığıdır ve yaptıklarının hayır
olup olmadığıdır. İnsan için kendi kazandığından başka bir şey yoktur (Necm,
39). Bu gerçeğe rağmen İslâm dünyasındaki nüfusun belki yarısının “Seyyid” ve
“Şerif” diye adlandırılması, izzetin, itibarın, insanın yaptıklarında değil,
mensup olduğu ailede ve etnik kökende görüldüğünün bir işaretidir.
Şeyh Said, ilmiye sınıfına mensuptur. Resmî olmayan bir medrese eğitimi gördüğünden,
hangi ilme ne kadar vâkıf olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunun yanında,
kendisi Nakşibendî şeyhidir, üstelik adının önünde “Şeyh” kelimesinin bir sıfat
olarak kullanılması, hem bu sıfatla gördüğü ilginin, hem de kendisinin bu
sıfatı benimsediğinin işaretidir.
İkinci Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı kapatmasının ardından ocağın bağlı
olduğu Bektaşî tarikatını yasaklayarak bütün mal varlığını Nakşibendî
tarikatına veya hazîneye devrettirmesinden dolayı Nakşibendî, Osmanlı’nın son
yüzyılını ayrıcalıklı olarak geçirmişti. Osmanlı Devleti’nden yanaydı. Yine de
Nakşibendîliğin bütün kolları arasında mutlak bir siyâsî görüş birliğinin
olduğunu söylemek mümkün değildir.
Şeyh Said, Erzurum/Hınıs Kolhisar köyünde ikâmet eden birisidir. Orası dış
dünya ile temasa elverişli bir yer değildir. Başkent İstanbul’da olup biten
siyâsî kavgaların etkilerinden de hayli uzaktır. Ancak Doğu Anadolu bölgesinde
19’uncu yüzyıl boyunca devam eden Ermeni isyanları ve ardından tehcir
edilmeleri, bölgenin üç kez Rus işgaline uğraması, Ermeniler ile Müslümanlar
(Türk-Kürt-Zaza) arasında kanlı çatışmaların olması, bölge sakinlerini siyâsî
tartışma ve kavgaların tarafı durumuna getirmişti. Osmanlı Devleti ise ortadan
kalkmak üzereydi.
Şeyh Said, Kırmanç (Kürt) değil, Zaza idi. İki topluluk arasında esaslı bir
farklılık görmezdi. Ancak Kırmançların bu farklılığı önemsediği söylenebilir.
Çünkü Cibran ve Hasenan dışında diğer Kırmanç aşiretlerinden Şeyh Said İsyanı’na
katılan olmamıştır. Zazaların da tümü bu isyana katılmamıştır. Özellikle Zaza Alevîleri,
Şeyh Said İsyanı’na karşı hükûmetin yanında yer almış, hatta Muş Varto’daki
Hormek/Lolan aşiretleri, isyancılara karşı hükûmetin tarafında fiilen savaşmışlardır.
Şeyh Said İsyanı’nın bin 300 yıldan beri görülmeyen nakız bir Ermeni tehciri”
çerçevesi içinde görülmesi, açık bir Ermeni taraftarlığıdır. Çünkü bin 300 yıl
tehcire ihtiyaç duymayanların hangi nedenler ile bu tedbire mecbur kaldıkları gerçeğini
yok saymaktır. Zaten tarih olayları sebep-sonuç ilişkisi içinde ele alınmazlar
ise yalnızca sonucun açıklanması yeterli olmaz. Sebep-sonuç ilişkisi, tarih
biliminin temel kurallarındandır. Bu kuralın ihmâl edilmesi, her şeyden önce
iyi niyet eksikliğindendir ve ideolojik bir tercihin işaretidir.
Şeyh Said’in tehcirde Ermenilere sahip çıktığını gösteren hiçbir bilgiye de
sahip değiliz. Üstelik Şeyh’in Türk, Kırmanç ve Zazalara karşı Ermenilere sahip
çıkması, akla uygun bir hikâye değildir. Eğer böyle bir tercihi olsaydı,
muhtemelen konu hakkındaki belgelerde Şeyh’in adı geçerdi. Tehcir konusunda çok
etkili olan Cibran ve Hasenanlı aşiretleri isyan sırasında Şeyh’in tarafında
yer aldığına göre, Şeyh ya tehcirin yanında ya da tehcire karşı bir tutum takınmamış
demektir. Aksi hâlde bu iki Kırmanç aşireti ile Şeyh’in ilişkisi bozulmuş
olurdu. Günümüzde Şeyh Said için tehcir konusunda Ermenilerin lehine daha
olumlu bir tutum sahibi olduğu gibi vurgular tümüyle bir kurgudur. “Vebâl
olarak gördükleri tehcir” olayının dışına Şeyh’in adını çıkarma çabasıdır.
Şeyh Said ve isyan
Şeyh Said’in kayınbiraderi Cibranlı Halit Bey öncülüğünde 1920’de kurulan
Azadi Cemiyeti ise doğrudan Kürdistan bağımsızlığı için çalışmaktaydı. Şeyh
Said’in iki torunu Abdülmelik Fırat ve Abdülillah Fırat, anılarında ve çeşitli
gazetelerde verdikleri röportajlarında, Şeyh Said’in Cibranlı Halit aracılığı
ile Azadi’ye katıldığını ve onunla paralel çalıştığını savunmuşlardır. (Ferzende
Kaya, Mezopotamya Sürgünü, Abdülmelik Fırat’ın Yaşam Öyküsü, İstanbul-2003)
Torunların anlatımı ne kadar gerçek, ne kadar abartılıdır, bunu tayin etmek
zor; çünkü Şeyh Said’in siyâsî görüşlerini ve tutumunu açıklayan, birkaç mektup
ve mahkeme ifadelerinin dışında geriye bıraktığı yazılı metin yoktur. Yine de
torunlarının anlatımlarını hesaba katmak icap eder.
Torunları ise Şeyh Said’in isyanında, Türkiye şartları kadar Azadi Cemiyeti
faaliyetlerinin de tayin edici olduğunu savunmuşlardır. İsyanda bağımsız
Kürdistan amacının tek başına tayin edici bir unsur olduğunu söylemek abartılı
olur. Ancak Şeyh Said mahkeme ifadesinde “Kürdistan amacını reddetmiş” olsa da,
onun isyan öncesinde bu amacı bütünüyle reddettiğini gösteren bilgilere sahip
değiliz.
Şeyh Said İsyanı için sebep arayanların araya 1924 Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu’nu eklemeleri de hayâlî bir kurgudur. Çünkü 1921 Anayasası’nda “TBMM,
şeriat kurallarını uygulamakla yükümlüdür. TBMM, İslâm hükümlerine karşı yasa
çıkaramaz” maddeleri 1924 Anayasası’nda korunmuştur. Hatta fazladan, “Devletin
dini, İslâm Dinidir” maddesine de yer verilmiştir. Böyle bir anayasaya Şeyh
Said niçin isyan etsin?
Anayasanın bu maddeleri elbette siyâsî amaçla, halkı aldatma gibi
nedenlerle yazılmış olmalıdır. Üstelik bu anayasa yürürlükte iken İslâm’ın adı
ve uygulaması hukukta, eğitimde, günlük hayatın içinde kanlı tasfiyelerle
kazınmış, yok edilmiştir. Şeyh Said, isyana davet için sağa sola yazdığı mektuplarında
ve yakalanmasından sonra verdiği ifadelerinde isyan sebebi olarak hiçbir zaman
1924 Anayasası’ndan söz etmemiştir.
Kemal Paşa’nın Millî Mücadele esnasında “Kürtleri hayâlî vaatlerle
kandırdığı, bu yüzden Şeyh Said İsyanı’nın ortaya çıktığı” iddiası da tümüyle
tarihin kurgulanma çabasıdır. Çünkü “Kürtlere vaat” olarak gösterilen Amasya
Mülâkatı, gizli yapılan bir görüşmedir. Şeyh’in bu gizli görüşmedeki konuşmalardan
haberdar olduğu, o vaatlerin gerçekleşmesini beklediği, aksini görünce isyan
ettiğini gösteren hiçbir bilgi yoktur.
İşin gerçeği şudur ki, Osmanlı Devleti’nin tasfiye döneminde Kürt Teali ve
Azadi gibi cemiyetler, “Bağımsızlık bizim de hakkımızdır” diyerek bu doğrultuda
çalışmışlardır. Bağımsızlık çalışmalarının olduğu dönemde henüz ortada Kemalizm
diye bir şey yoktur.
Özetle Şeyh Said İsyanı’nın sebepleri arasında Kemalizm’i göstermek, yüz
yıl öncesindeki isyan sebepleri arasına yeni maddeler eklemekten farksızdır.
İsyan sırasında fiilen bir Kemalist uygulama vardır. Ancak bunu, 4-5 yıl
öncesinde hazırlığı başlamış olan isyanın gerekçesi olarak göstermek, doğrudan
tarihin tahrifidir.
Şeyh Said İsyanı’nda Batılı ülkelerin, özellikle Fransa’nın Ankara Hükûmeti’ne
destek olduğu, bunun için Suriye topraklarından geçen demiryolunu Ankara Hükûmeti’nin
kullanmasına izin verdiği iddiası büyük ölçüde cehalete dayalıdır. Çünkü Ankara
Hükûmeti ile Fransa arasında 1921’de yapılmış olan Ankara İtilafnâmesi’ne göre,
Ankara Hükûmeti’nin bu demiryolunu kullanma hakkı vardır. Dolayısı ile Ankara Hükûmeti’nin
demiryolunu kullanmasını, Hükûmet’e Fransa’nın bir yardımı gibi görmek
yanlıştır.
Türkiye Hükûmeti’nin Şeyh Said İsyanı’nı “içeride Kürt isyanı, dışarıda ise
İslâm/irtica isyanı” diye tanıttığı görüşü, isyanın mahiyetini değiştirmez.
Fransa/İngiltere gibi ülkelerin Türkiye’deki bu isyan hakkında bilgilerinin
olmadığı, yalnızca Türkiye Hükûmeti’nin açıklamalarına bağlı kalarak Türkiye
Hükûmeti’ni desteklediği gibi görüşler yersizdir. Adı geçen ülkeler elbette
Şeyh Said İsyanı hakkında istihbaratları nedeniyle bilgi sahibiydiler.
İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin tercihlerini Ankara Hükûmeti’nin, Kemal
Paşa’nın lehine yaptıkları açıktır. Kemal Paşa, her fırsatta Batı’yı tercih
ettiğini açıklamış ve Lozan Antlaşması’nı da bunun için yapmıştır.
Şeyh Said’in Türkiye’de olup bitenleri anlamadığı gibi uluslararası
ilişkileri de anlamadığı ya da önemsemediği açıktır.
İsyan bütün Türkiye’yi hedefleyen, Türkiye’de yaşayan bütün ahaliyi muhatap
gören bir isyan değildir. Doğu Anadolu bölgesinde Kırmanç ve Zaza nüfusunu
muhatap almıştır ve bu iki topluluğun da meskûn olduğu bölgeyi ele geçirmeye
çalışmıştır.
Son söz
Her ne kadar Şeyh Said yakalandıktan sonra Kürdistan iddiasını külliyen
reddetmiş olsa bile Doğu Anadolu bölgesiyle sınırlı bir isyandır. Şeyh’in
taraftarları ile onları engellemeye çalışanlar arasındaki mücadele de bir
kardeş kavgasından başka bir şey değildir.
Şeyh Said, bir kardeş kavgasına yol açmıştır. Ankara Hükûmeti ise bu olayı
bahane ederek tek kişilik bir yönetimi kurmanın gerekçesi hâline getirmiştir.
İsyan bölgesinde olayla ilgili ilgisiz tüm halk, büyük bir mağduriyet
yaşamıştır.
Şeyh Said İsyanı’nı Türkiye’nin varlığına düşmanlığın bir bahanesine dönüştürme çabaları da önemlidir. Türkiye’nin adı 1923’te, Lozan’da “Türkia” olarak konulduğu için, Türkiye var olmuş değildir. 1920 Gümrü Anlaşması’nda da en az on maddede “Türkiye” adı yer almıştır. Ermenistan, Arabistan ve Kürdistan gibi isimleri meşru ve yerinde görenlerin hâlâ “Türkiye” adıyla takıntılarının devam etmesi, sömürgecilerin icadı gibi takdim etmeye heveslenmeleri ise başka bir kinin sonucu olmalıdır. Üstelik İslâmcılık görüntüsü ile akıl dışı bu hezeyanların tekrarlanması, İslâmcılığın ateşe atılmasıdır.