Şeyh Said İsyanı meşru mudur?

1924 Anayasası’nda “Devletin dini İslâm’dır” (madde 2) ve “TBMM ahkâm-ı şeriyyenin tenfizi ile vazifelidir” (madde 26) gibi maddelerin olmasına karşılık, CHP hükûmetinin bu anayasanın rağmına işler yapması Şeyh Said İsyanı’nı meşru hâle getirir mi? Bir iç savaş boyutuna ulaşan, on binlerce insanın ölümüne ve tehcirine yol açan bir isyanın anayasa maddeleri ile meşru hâle gelmesi mümkün değildir. Ankara’daki gayrimeşruluğu başka bir gayrimeşrulukla giderme çabası çözüm değildir. Nitekim olmamıştır.

ŞEYH Said İsyanı, 1925 Türkiye’sindeki önemli olaylardan biridir. Aradan yüz yıla yakın bir zaman geçtiği hâlde ne bu isyanın tartışması, ne de yol açtığı sonuçlar üzerinde yeterince durulmuştur. Aksine bu isyan nedeniyle kendisini doğrudan taraf sayanlar, kendi taraflarının iddialarını tekrarlamaya devam etmektedirler.

Şeyh Said’in torunu Abdülmelik Fırat’a bakılır ise Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Amasya Mülâkatı’nda ve Meclis’in Ankara’ya taşındığı günlerde Kürtlere verilen sözler unutulmuş, Koçgiri’de isyan var diye şehir altı üstüne getirilmiş, 1924 Anayasası ile Türklerin ısrarla vurgulanmasına karşılık “Kürtler yok sayılmış ve böylece inkâr politikası başlayıp resmileşmişken Azadi Cemiyeti, aşiretleri ve aydınları kapsayan bir harekete dönüşmüştür”. (Ferzende Kaya, Mezopotamya Sürgünü: Abdülmelik Fırat’ın Yaşam Öyküsü, İstanbul 2003)

Resmî görüşe göre ise Türkiye ve İngiltere arasında Irak sınır anlaşmazlığı vardı. Türkiye, Musul ve Kerkük’ün kendisinde bırakılmasını isterken, İngiltere ise buna karşı çıktığından dolayı Türkiye’yi bir iç sorunla, Şeyh Said İsyanı ile çaresiz bırakmak istemiş, Kemalist hükûmetin köylüyü topraklandırma projesine ağalar tepki göstererek bu isyanı başlatmıştır. Böylece bugünkü Türkiye-Irak sınırı ortaya çıkmış, Musul ve Kerkük’ü Türkiye kaybetmiştir. (Uğur Mumcu, Kürt İslâm Ayaklanması, İstanbul 1991; Doğu Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu, İstanbul 2010)

Bazı İslâmî çevrelerin konu hakkındaki tercihlerini de üçüncü görüş olarak hatırlamak faydalı olabilir. Buna göre Ankara Hükûmeti Batıcı-laik ve İslâm karşıtı politikalara yöneldiği için Şeyh Said İsyanı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu görüşün öncüsü sayılacak isim, Necip Fazıl Kısakürek olmuştur. (Son Devrin Din Mazlumları, İstanbul 2008)

Abdülmelik Fırat gibi isimler, dedeleri olan Şeyh Said için bir yandan onun Kürt dâvâsını nasıl sahiplendiğini vurgularken, diğer yandan da İslâm’dan başka bir şey düşünmediğini anlatmışlardır. Kürtlük ve İslâm dâvâsının iç içe geçtiği, adeta birbirlerini tamamladığı görüşündedirler. Bu anlatımda önemli ölçüde tahrifat işaretleri vardır. Çünkü Erzurum ve Sivas Kongrelerinde “Kürtlük dâvâsını kapsayan” bir vurgu yer almamıştır. Aksine Erzurum Kongresi’nde, Kığı ve Hınıs delegelerinin teklifi ile “Kürtlük dâvâsına karşı tedbirler alınması” tavsiye edilmiştir. Anadolu’ya gönderilen Kemal Paşa’nın “Kürtlere sığındığı, bunun için Erzurum’a geldiği” gibi pek çok şehir efsanesi icat edilmiştir. Gizli tutulan ve dört kişi arasında yapılan Amasya görüşmelerini Kürt aydınlarının o dönemin şartlarında nasıl haber alarak “Kürtler için resmî vaat” saydıkları henüz anlaşılmış değildir.

Erzurum ve Sivas Kongrelerinde “Türk milleti, Türk ülkesi” yer almadığı gibi, Meclis’in Ankara’ya taşındığı yıl da böyle bir adlandırma yapılmamıştır. Bunun için ilk resmî adım, “Türkiye” adının 1920’den itibaren (Gümrü Anlaşması ile) kullanılmaya başlanmasıdır. Kemal Paşa da Eylül 1921’de, Sakarya Savaşı’ndan sonra “Türk milleti” deyimini kullanmıştır. 1924 Anayasası’nda (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda) “Türk milleti” vurgusu, sonradan “Kürtlerin inkârı” politikalarının karşılığı olarak görülmüştür.

Şeyh Said, yargılanması esnasında Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarından, Amasya Mülâkatı’ndan ve Meclis’in Ankara’ya taşınması esnasında “Kürtlere yapılan vaatlerden” hiç söz etmemiştir. “Medreselerin kapatılması, Halifeliğin kaldırılması, gazetelerde İslâm aleyhtarı yazıların yer alması” gibi hususlardan savunmasında bahsetmiştir.

1919-1924 arasında “Kürtlere yapılan vaatlerin” sonradan icat edildiği, tarihin kurgulanmaya çalışıldığı, ayrılıkçı Kürt hareketlerine meşru bir zemin hazırlanmaya çalışıldığı açıktır. Kılıktan kılığa giren, iktidar olmak için halka cazip geleceğini düşündükleri ifadeleri kullanan dönemin yöneticileri, Kürt halkından ve Kürtlerin haklarından söz etmişlerdir. Ancak o sözlerde bunların açık bir tarifi yoktur. Gizli tutulan Amasya Protokolü bunun istisnasıdır. Orada “Kürtlerin ırkî ve kültürel haklarından” söz eden cümlelere yer verilmiştir.

***

Şeyh Said’in Kürtlük dâvâsı etrafında mahkemede söyledikleri ile torunlarının aktardıkları uyumsuzdur, çelişkilidir. Terör mahkemesi özelliğini taşıyan İstiklâl Mahkemesi’nde, Şeyh Said’in her şeyi yeterince açık konuşamayacağı, kurtulmak amacıyla kendi lehine sayılabilecek bazı hususları söylemiş olması dikkate alınmalıdır.

Yine de isyan esnasında Şeyh Said’in konuşmaları ve yazmaları ile mahkemedeki tutumu çelişkilidir. Kürtlük dâvâsını mahkemede reddetmiş olmasına karşılık, isyan için yalnızca Kürtlere ve Zazalara çağrıda bulunması önemlidir.

Oğlu Ali Rıza Efendi’nin İstanbul’da Seyyid Abdülkadir gibi ileri gelen Kürt liderleri ile görüşmesine karşılık, benzeri bir temas, isyan öncesinde ve esnasında ileri gelen Türklerle yapılmamıştır. Şeyh Said, mahkemede kullandığı “Halifelik kaldırılınca biz de başımızın çaresine bakalım dedik” sözü ile kendisi için bir sınır çizmiştir. O sınırın bütün Türkiye’yi kapsamadığı açıktır.

İsyan başarılı olsaydı, Şeyh Said ele geçirdiği bölgede “İslâmi ilkelere bağlı bir idare” kurmaya çalışırdı. Ele geçirmek istediği bölge Diyarbakır merkezlidir ve bütün Türkiye değildir.

Şeyh Said, isyan öncesinde Erzurum’un Hınıs ilçesinde yerleşiktir. Irak’ta bulunan İngilizlerle temas kurması neredeyse imkânsızdır. Musul ve Kerkük İngilizlerde kalsın diye Şeyh Said’in isyan çıkarması da akla uygun değildir. İsyan öncesinde ve esnasında İngilizlerle hiçbir temasının tespit edilemediğini dönemin Başbakanı İsmet İnönü anılarında açıklamıştır (Hatıralar, İstanbul 1992).

Dönemin Başbakanının tespit edemediği Şeyh Said-İngiltere ilişkisini sonradan Uğur Mumcu veya Doğu Perinçek gibi isimlerin tespit etmiş olmalarının hiçbir inandırıcılık değeri yoktur.

Meclis Ankara’ya taşındıktan sonra işgal altındaki Batı Anadolu ve Trakya’daki illeri temsilen milletvekili tayin edilmiştir. Musul ve Kerkük için tayin edilmemiştir. Daha işin başında Kemal Paşa ile İngilizler arasında Musul ve Kerkük’ün İngiltere’de kalması hususunda bir anlaşma olmalıdır. Şeyh Said’in yakalanıp idam edildiği tarih 29 Haziran 1925 iken, Musul ve Kerkük’ü İngiltere’ye bırakan Ankara Anlaşması ise bir yıl sonra, 5 Haziran 1926’da yapılmıştır.

Şeyh Said’in idamından bir yıl sonra yapılan anlaşma için Şeyh Said İsyanı’nı bahane olarak ileri sürmek inandırıcı değildir. Zaten Musul ve Kerkük meselesi Lozan Anlaşması kapsamı dışında tutularak, İngiltere’ye devredilmesinin ikinci aşamasına geçilmiştir.

İngiltere, Lozan ve Ankara Anlaşmaları ile Kürt nüfusunu Irak’ta veya Türkiye’de toplamak yerine her iki ülkede de kalacak şekilde bölerek, gelecekteki siyaseti için uygun bir kalıntı bırakmıştır.

Türkiye, Musul ve Kerkük’te ısrar ederek Kürt nüfus çoğunluğunu kendi sınırları içine almayı veya Yunanistan ile nüfus mübadelesi örneğinde olduğu gibi Türkmenler ile Kürtleri mübadeleyi tercih ederek buna göre bir sınır düzenlemesi istememiş, İngiltere’nin tekliflerini aynen ve karşılıksız kabul etmiştir. 1926 Ankara Anlaşması hakkında 1950’lere kadar Türkiye’de, basında bir tek eleştiri yazısı yayınlanamamıştır.

Necip Fazıl Kısakürek (NFK), yazdıkları için kaynak göstermemiştir. Kendisi de Şeyh Said İsyanı esnasında olay yerinde değildir. Bu yüzden yazdıklarının tarih ilmi açısından kıymet-i harbiyesi yoktur. Onun yazdıkları ancak bir söylencedir. Buna karşılık İslâmî kesimde Şeyh Said İsyanı hakkında en etkili olan, onun söylenti kitabıdır.

1920’lerin Türkiye’sinde, İtilaf Devletlerinin (özellikle İngiltere’nin) istediği bir idare kurulmuş ve Osmanlı Devleti Ankara’daki meclis eliyle tasfiye edilmiştir. Bunun için önce Mudanya Mütarekesi, sonra Lozan Anlaşması yapılarak, ardından Halifelik kaldırılmıştır. Ankara’da tek partili CHP idaresini İtilaf Devletleri tercih etmiştir. Anlaşmaları onunla yapmıştır. Bu anlaşmalardan bir tanesi de 20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilafnamesi’dir.

Ankara İtilafnamesi’ne göre (madde 10), Türkiye, bir kısmı Suriye arazisinden geçmekte olan demiryolunu askerî ve sivil taşımacılık amaçları için kullanma hakkına sahiptir. Şeyh Said İsyanı’na karşı İtilaf Devletlerinin (özellikle Suriye’yi işgalinde tutan Fransa’nın) Ankara Hükûmetini desteklediği, bunun için “bir kısmı Suriye arazisinden geçen demiryolundan asker taşınmasına izin verdiği” iddiaları taammüden yapılan bir tahriftir veya bir cehaletin sonucudur. 20 Ekim 1921’de Ankara İtilafnamesi’ni yapanlar, dört yıl sonra ortaya çıkacak olan Şeyh Said İsyanı’nı bilerek böyle bir maddeyi yazdırmış olamazlar. (Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Kültür Bakanlığı, Ankara 2001)

Türkiye-Fransa arasında Türkiye-Suriye sınır hattını tayin eden Ankara İtilafnamesi’ni bile okumadan, bilmeden “Şeyh Said’in kuracağı İslâmî idareye karşı Batı cephesi, Ankara Hükûmetini destekledi, Suriye arazisinden asker taşımasına yardım etti” gibi iddialar, bir belgeye dayanmadan, siyâsî önyargılarla icat edilmiş takıntılardan başka bir şey değildir. Ankara Hükûmetinin uluslararası bir anlaşmanın verdiği hakkı kullanarak ihtiyaç duyduğu askerî birlikleri demiryolu hattı üzerinden taşımış olması, “Şeyh Said İsyanının meşruiyetini” gösteren bir olay değildir.

Şeyh Said’in ailesi ve torunları, Hazreti Muhammed’in soyundan geldikleri, “Seyyid” oldukları iddiasında bulunmamışlardır. Buna karşılık kraldan fazla kralcı olanlar, Şeyh Said için seyyidliği de hayâlî bir mâkâm olarak icat etmişlerdir. Herhâlde bu hayâlî mâkâm ile onun isyanını bir kat daha meşru hâle ulaştırıp tahkim etmeye çalışmışlardır.

1924 Anayasası’nda “Devletin dini İslâm’dır” (madde 2) ve “TBMM ahkâm-ı şeriyyenin tenfizi ile vazifelidir” (madde 26) gibi maddelerin olmasına karşılık, CHP hükûmetinin bu anayasanın rağmına işler yapması Şeyh Said İsyanı’nı meşru hâle getirir mi? Bir iç savaş boyutuna ulaşan, on binlerce insanın ölümüne ve tehcirine yol açan bir isyanın anayasa maddeleri ile meşru hâle gelmesi mümkün değildir. Ankara’daki gayrimeşruluğu başka bir gayrimeşrulukla giderme çabası çözüm değildir. Nitekim olmamıştır.

Demokratik Toplum Kongresi ve Diyarbakır Belediyesi gibi bazı PKK çevrelerinin Şeyh Said İsyanı’nı sahiplenme çabalarına karşılık Abdullah Öcalan şu ifadeyi kullanmıştır: “Geçmişte yaşanan isyanlar ilkel milliyetçiliğe dayanır. Kemalizm düşmanlığı Kürtler lehine değildir. İlk Kürt isyanları Batı’ya dayanıyordu. O dönemde hem Kürtler üzerinde, hem de Türkler üzerinde emperyalizmin oyunları vardı. Önderliklerin gerici yanlarını görmek gerekir. Mustafa Kemal 1919’da Kürtlere bütün özgürlüklerini tanıyacaktı. ‘Oyuna gelmeyin’ dedi. ‘Kürdistan devleti, Ermenistan devleti kurma oyununa gelmeyin’ dedi. Atatürk stratejik açıdan yaklaştı. Bu 1924’e kadar sürdü… Şeyh Said İsyanı taviz kopartma amacıyla Kürtleri ateşe atmıştır…” (Serxwebun, S.222, Haziran 2000)

Görüldüğü gibi Şeyh Said’in Zazalığını yok sayarak Kürtlere doğal lider yapma çabalarına Öcalan şiddetle muhalefet etmektedir. 28 Şubat Darbesi’nin estirdiği havaya göre, Öcalan ağız değiştirmiş ise de Kürtler için kendisinden başka bir lider tanımamıştır. Bu konuda bir fikr-i sabite sahibidir.

Son yıllarda İslâmî çevrelerden de Şeyh Said’i benimseyip savunanların sayısı artmıştır. 2012’de Diyarbakır Müftüsü sıfatıyla “Şeyh Said Efendi Camisi” temelini atan Nimetüllah Erdoğmuş, 2015’ten beri PKK/HDP milletvekilidir. Onu öncelikle Kürtlerin, sonra Türklerin ortak lideri durumuna getirme telkinleri yaygınlaşmaktadır.