
ŞEYH Said İsyanı, 1925 Türkiye’sindeki
önemli olaylardan biridir. Aradan yüz yıla yakın bir zaman geçtiği hâlde ne bu
isyanın tartışması, ne de yol açtığı sonuçlar üzerinde yeterince durulmuştur. Aksine
bu isyan nedeniyle kendisini doğrudan taraf sayanlar, kendi taraflarının
iddialarını tekrarlamaya devam etmektedirler.
Şeyh Said’in torunu Abdülmelik Fırat’a bakılır ise Erzurum ve Sivas Kongrelerinde,
Amasya Mülâkatı’nda ve Meclis’in Ankara’ya taşındığı günlerde Kürtlere verilen
sözler unutulmuş, Koçgiri’de isyan var diye şehir altı üstüne getirilmiş, 1924
Anayasası ile Türklerin ısrarla vurgulanmasına karşılık “Kürtler yok sayılmış ve
böylece inkâr politikası başlayıp resmileşmişken Azadi Cemiyeti, aşiretleri ve
aydınları kapsayan bir harekete dönüşmüştür”. (Ferzende Kaya, Mezopotamya
Sürgünü: Abdülmelik Fırat’ın Yaşam Öyküsü, İstanbul 2003)
Resmî görüşe göre ise Türkiye ve İngiltere arasında Irak sınır anlaşmazlığı
vardı. Türkiye, Musul ve Kerkük’ün kendisinde bırakılmasını isterken, İngiltere
ise buna karşı çıktığından dolayı Türkiye’yi bir iç sorunla, Şeyh Said İsyanı
ile çaresiz bırakmak istemiş, Kemalist hükûmetin köylüyü topraklandırma projesine
ağalar tepki göstererek bu isyanı başlatmıştır. Böylece bugünkü Türkiye-Irak
sınırı ortaya çıkmış, Musul ve Kerkük’ü Türkiye kaybetmiştir. (Uğur Mumcu, Kürt
İslâm Ayaklanması, İstanbul 1991; Doğu Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu,
İstanbul 2010)
Bazı İslâmî çevrelerin konu hakkındaki tercihlerini de üçüncü görüş olarak
hatırlamak faydalı olabilir. Buna göre Ankara Hükûmeti Batıcı-laik ve İslâm
karşıtı politikalara yöneldiği için Şeyh Said İsyanı bir tepki olarak ortaya
çıkmıştır. Bu görüşün öncüsü sayılacak isim, Necip Fazıl Kısakürek olmuştur.
(Son Devrin Din Mazlumları, İstanbul 2008)
Abdülmelik Fırat gibi isimler, dedeleri olan Şeyh Said için bir yandan onun
Kürt dâvâsını nasıl sahiplendiğini vurgularken, diğer yandan da İslâm’dan başka
bir şey düşünmediğini anlatmışlardır. Kürtlük ve İslâm dâvâsının iç içe
geçtiği, adeta birbirlerini tamamladığı görüşündedirler. Bu anlatımda önemli
ölçüde tahrifat işaretleri vardır. Çünkü Erzurum ve Sivas Kongrelerinde
“Kürtlük dâvâsını kapsayan” bir vurgu yer almamıştır. Aksine Erzurum
Kongresi’nde, Kığı ve Hınıs delegelerinin teklifi ile “Kürtlük dâvâsına karşı
tedbirler alınması” tavsiye edilmiştir. Anadolu’ya gönderilen Kemal Paşa’nın
“Kürtlere sığındığı, bunun için Erzurum’a geldiği” gibi pek çok şehir efsanesi
icat edilmiştir. Gizli tutulan ve dört kişi arasında yapılan Amasya
görüşmelerini Kürt aydınlarının o dönemin şartlarında nasıl haber alarak
“Kürtler için resmî vaat” saydıkları henüz anlaşılmış değildir.
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde “Türk milleti, Türk ülkesi” yer almadığı
gibi, Meclis’in Ankara’ya taşındığı yıl da böyle bir adlandırma yapılmamıştır.
Bunun için ilk resmî adım, “Türkiye” adının 1920’den itibaren (Gümrü Anlaşması
ile) kullanılmaya başlanmasıdır. Kemal Paşa da Eylül 1921’de, Sakarya
Savaşı’ndan sonra “Türk milleti” deyimini kullanmıştır. 1924 Anayasası’nda
(Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda) “Türk milleti” vurgusu, sonradan “Kürtlerin
inkârı” politikalarının karşılığı olarak görülmüştür.
Şeyh Said, yargılanması esnasında Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarından,
Amasya Mülâkatı’ndan ve Meclis’in Ankara’ya taşınması esnasında “Kürtlere
yapılan vaatlerden” hiç söz etmemiştir. “Medreselerin kapatılması, Halifeliğin
kaldırılması, gazetelerde İslâm aleyhtarı yazıların yer alması” gibi hususlardan
savunmasında bahsetmiştir.
1919-1924 arasında “Kürtlere yapılan vaatlerin” sonradan icat edildiği,
tarihin kurgulanmaya çalışıldığı, ayrılıkçı Kürt hareketlerine meşru bir zemin
hazırlanmaya çalışıldığı açıktır. Kılıktan kılığa giren, iktidar olmak için
halka cazip geleceğini düşündükleri ifadeleri kullanan dönemin yöneticileri,
Kürt halkından ve Kürtlerin haklarından söz etmişlerdir. Ancak o sözlerde
bunların açık bir tarifi yoktur. Gizli tutulan Amasya Protokolü bunun istisnasıdır.
Orada “Kürtlerin ırkî ve kültürel haklarından” söz eden cümlelere yer
verilmiştir.
***
Şeyh Said’in Kürtlük dâvâsı etrafında mahkemede söyledikleri ile
torunlarının aktardıkları uyumsuzdur, çelişkilidir. Terör mahkemesi özelliğini
taşıyan İstiklâl Mahkemesi’nde, Şeyh Said’in her şeyi yeterince açık
konuşamayacağı, kurtulmak amacıyla kendi lehine sayılabilecek bazı hususları
söylemiş olması dikkate alınmalıdır.
Yine de isyan esnasında Şeyh Said’in konuşmaları ve yazmaları ile mahkemedeki
tutumu çelişkilidir. Kürtlük dâvâsını mahkemede reddetmiş olmasına karşılık,
isyan için yalnızca Kürtlere ve Zazalara çağrıda bulunması önemlidir.
Oğlu Ali Rıza Efendi’nin İstanbul’da Seyyid Abdülkadir gibi ileri gelen
Kürt liderleri ile görüşmesine karşılık, benzeri bir temas, isyan öncesinde ve
esnasında ileri gelen Türklerle yapılmamıştır. Şeyh Said, mahkemede kullandığı
“Halifelik kaldırılınca biz de başımızın çaresine bakalım dedik” sözü ile
kendisi için bir sınır çizmiştir. O sınırın bütün Türkiye’yi kapsamadığı
açıktır.
İsyan başarılı olsaydı, Şeyh Said ele geçirdiği bölgede “İslâmi ilkelere
bağlı bir idare” kurmaya çalışırdı. Ele geçirmek istediği bölge Diyarbakır
merkezlidir ve bütün Türkiye değildir.
Şeyh Said, isyan öncesinde Erzurum’un Hınıs ilçesinde yerleşiktir. Irak’ta
bulunan İngilizlerle temas kurması neredeyse imkânsızdır. Musul ve Kerkük
İngilizlerde kalsın diye Şeyh Said’in isyan çıkarması da akla uygun değildir.
İsyan öncesinde ve esnasında İngilizlerle hiçbir temasının tespit edilemediğini
dönemin Başbakanı İsmet İnönü anılarında açıklamıştır (Hatıralar, İstanbul
1992).
Dönemin Başbakanının tespit edemediği Şeyh Said-İngiltere ilişkisini sonradan
Uğur Mumcu veya Doğu Perinçek gibi isimlerin tespit etmiş olmalarının hiçbir
inandırıcılık değeri yoktur.
Meclis Ankara’ya taşındıktan sonra işgal altındaki Batı Anadolu ve
Trakya’daki illeri temsilen milletvekili tayin edilmiştir. Musul ve Kerkük için
tayin edilmemiştir. Daha işin başında Kemal Paşa ile İngilizler arasında Musul
ve Kerkük’ün İngiltere’de kalması hususunda bir anlaşma olmalıdır. Şeyh Said’in
yakalanıp idam edildiği tarih 29 Haziran 1925 iken, Musul ve Kerkük’ü
İngiltere’ye bırakan Ankara Anlaşması ise bir yıl sonra, 5 Haziran 1926’da
yapılmıştır.
Şeyh Said’in idamından bir yıl sonra yapılan anlaşma için Şeyh Said İsyanı’nı
bahane olarak ileri sürmek inandırıcı değildir. Zaten Musul ve Kerkük meselesi
Lozan Anlaşması kapsamı dışında tutularak, İngiltere’ye devredilmesinin ikinci
aşamasına geçilmiştir.
İngiltere, Lozan ve Ankara Anlaşmaları ile Kürt nüfusunu Irak’ta veya
Türkiye’de toplamak yerine her iki ülkede de kalacak şekilde bölerek,
gelecekteki siyaseti için uygun bir kalıntı bırakmıştır.
Türkiye, Musul ve Kerkük’te ısrar ederek Kürt nüfus çoğunluğunu kendi
sınırları içine almayı veya Yunanistan ile nüfus mübadelesi örneğinde olduğu
gibi Türkmenler ile Kürtleri mübadeleyi tercih ederek buna göre bir sınır
düzenlemesi istememiş, İngiltere’nin tekliflerini aynen ve karşılıksız kabul
etmiştir. 1926 Ankara Anlaşması hakkında 1950’lere kadar Türkiye’de, basında bir
tek eleştiri yazısı yayınlanamamıştır.
Necip Fazıl Kısakürek (NFK), yazdıkları için kaynak göstermemiştir. Kendisi
de Şeyh Said İsyanı esnasında olay yerinde değildir. Bu yüzden yazdıklarının
tarih ilmi açısından kıymet-i harbiyesi yoktur. Onun yazdıkları ancak bir
söylencedir. Buna karşılık İslâmî kesimde Şeyh Said İsyanı hakkında en etkili
olan, onun söylenti kitabıdır.
1920’lerin Türkiye’sinde, İtilaf Devletlerinin (özellikle İngiltere’nin)
istediği bir idare kurulmuş ve Osmanlı Devleti Ankara’daki meclis eliyle
tasfiye edilmiştir. Bunun için önce Mudanya Mütarekesi, sonra Lozan Anlaşması
yapılarak, ardından Halifelik kaldırılmıştır. Ankara’da tek partili CHP
idaresini İtilaf Devletleri tercih etmiştir. Anlaşmaları onunla yapmıştır. Bu anlaşmalardan
bir tanesi de 20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilafnamesi’dir.
Ankara İtilafnamesi’ne göre (madde 10), Türkiye, bir kısmı Suriye
arazisinden geçmekte olan demiryolunu askerî ve sivil taşımacılık amaçları için
kullanma hakkına sahiptir. Şeyh Said İsyanı’na karşı İtilaf Devletlerinin
(özellikle Suriye’yi işgalinde tutan Fransa’nın) Ankara Hükûmetini
desteklediği, bunun için “bir kısmı Suriye arazisinden geçen demiryolundan
asker taşınmasına izin verdiği” iddiaları taammüden yapılan bir tahriftir veya
bir cehaletin sonucudur. 20 Ekim 1921’de Ankara İtilafnamesi’ni yapanlar, dört
yıl sonra ortaya çıkacak olan Şeyh Said İsyanı’nı bilerek böyle bir maddeyi
yazdırmış olamazlar. (Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Kültür
Bakanlığı, Ankara 2001)
Türkiye-Fransa arasında Türkiye-Suriye sınır hattını tayin eden Ankara
İtilafnamesi’ni bile okumadan, bilmeden “Şeyh Said’in kuracağı İslâmî idareye
karşı Batı cephesi, Ankara Hükûmetini destekledi, Suriye arazisinden asker
taşımasına yardım etti” gibi iddialar, bir belgeye dayanmadan, siyâsî
önyargılarla icat edilmiş takıntılardan başka bir şey değildir. Ankara Hükûmetinin
uluslararası bir anlaşmanın verdiği hakkı kullanarak ihtiyaç duyduğu askerî
birlikleri demiryolu hattı üzerinden taşımış olması, “Şeyh Said İsyanının meşruiyetini”
gösteren bir olay değildir.
Şeyh Said’in ailesi ve torunları, Hazreti Muhammed’in soyundan geldikleri,
“Seyyid” oldukları iddiasında bulunmamışlardır. Buna karşılık kraldan fazla
kralcı olanlar, Şeyh Said için seyyidliği de hayâlî bir mâkâm olarak icat
etmişlerdir. Herhâlde bu hayâlî mâkâm ile onun isyanını bir kat daha meşru hâle
ulaştırıp tahkim etmeye çalışmışlardır.
1924 Anayasası’nda “Devletin dini İslâm’dır” (madde 2) ve “TBMM ahkâm-ı
şeriyyenin tenfizi ile vazifelidir” (madde 26) gibi maddelerin olmasına
karşılık, CHP hükûmetinin bu anayasanın rağmına işler yapması Şeyh Said İsyanı’nı
meşru hâle getirir mi? Bir iç savaş boyutuna ulaşan, on binlerce insanın
ölümüne ve tehcirine yol açan bir isyanın anayasa maddeleri ile meşru hâle
gelmesi mümkün değildir. Ankara’daki gayrimeşruluğu başka bir gayrimeşrulukla
giderme çabası çözüm değildir. Nitekim olmamıştır.
Demokratik Toplum Kongresi ve Diyarbakır Belediyesi gibi bazı PKK
çevrelerinin Şeyh Said İsyanı’nı sahiplenme çabalarına karşılık Abdullah Öcalan
şu ifadeyi kullanmıştır: “Geçmişte yaşanan isyanlar ilkel milliyetçiliğe
dayanır. Kemalizm düşmanlığı Kürtler lehine değildir. İlk Kürt isyanları
Batı’ya dayanıyordu. O dönemde hem Kürtler üzerinde, hem de Türkler üzerinde
emperyalizmin oyunları vardı. Önderliklerin gerici yanlarını görmek gerekir.
Mustafa Kemal 1919’da Kürtlere bütün özgürlüklerini tanıyacaktı. ‘Oyuna
gelmeyin’ dedi. ‘Kürdistan devleti, Ermenistan devleti kurma oyununa gelmeyin’
dedi. Atatürk stratejik açıdan yaklaştı. Bu 1924’e kadar sürdü… Şeyh Said
İsyanı taviz kopartma amacıyla Kürtleri ateşe atmıştır…” (Serxwebun, S.222,
Haziran 2000)
Görüldüğü gibi Şeyh Said’in Zazalığını yok sayarak Kürtlere doğal lider
yapma çabalarına Öcalan şiddetle muhalefet etmektedir. 28 Şubat Darbesi’nin
estirdiği havaya göre, Öcalan ağız değiştirmiş ise de Kürtler için kendisinden
başka bir lider tanımamıştır. Bu konuda bir fikr-i sabite sahibidir.
Son yıllarda İslâmî çevrelerden de Şeyh Said’i benimseyip savunanların
sayısı artmıştır. 2012’de Diyarbakır Müftüsü sıfatıyla “Şeyh Said Efendi Camisi”
temelini atan Nimetüllah Erdoğmuş, 2015’ten beri PKK/HDP milletvekilidir. Onu
öncelikle Kürtlerin, sonra Türklerin ortak lideri durumuna getirme telkinleri
yaygınlaşmaktadır.