Şeyh Galib’in “gönül kayığı” nereye düştü?

Şeyh Galib’in veya herhangi bir mutasavvıf şairin şiirlerini okurken, onların zahirî manalarına bakarak anlam vermenin son derece yanıltıcı bir iş olduğunu söylemekte yarar vardır. Onların metinleri, her şeyden önce bir sırrın ortaya çıktığı metinler olduğu için, yol gösterici ve yolun sırlarını açıklayıcı niteliktedirler. Bu itibarla onları edebî metin gibi görmek, okuyucu ve yorumcuları yanıltabilir. En azından bu yazı, bu iddianın somut bir tanığıdır.

ŞEYH Galib’in gazelleri içerisinde en tanınmış olanı “düştü” redifli gazelidir. Doğal olarak onun gazelleri içerisinde en çok üzerinde durulan ve en çok yorumlanan gazel de bu gazeldir. Bu gazel üzerinde yazılıp çizilenlere bakınca, yorumcuların yorum tarzını belirleyen temel etkenin, gazelin aşağıdaki matla beyti olduğu görülür:

“Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâra düştü./ Dayanır mı şîşedir bu reh-i sengsâra düştü.” (Gönül kayığım kırılıp yine kıyıya düştü. Camdan yapılmış olan bu kayık taşlık bir yola düşmüştür, kırılmamaya ne kadar dayanabilir?)

Bu matlaın dış anlamında yer alan iki olumsuz imaj vardır: Birincisi, fırtınalı bir denizde alabora olarak kırılıp kıyıya vuran bir kayık imajı; ikincisi de taşlık bir yola düşerek kırılan bir cam nesne imajı. Bu imajların yorumcu ve okuyucu zihninde uyandıracağı düşüncenin olumlu ilerlemesi elbette çok zordur. İşte bu imajların yol açtığı zihnî algı sebebiyle yorumcular şair hakkında şu tespitleri yapmışlardır: Şair aradığı arzu nesnesini bulamamış, kırılmış bir gemiden kendisini selamet sahiline atarak canını zor kurtarmış, bahsi geçen azgın denizde defalarca yol almayı denediği halde yine alabora olarak bu mağlubiyeti bir kez daha tatmıştır.

Hakikatte matla beyit, zahirî anlamında tam da yorumcuların tespit ettiği bu manaları içerir. Beytin zahirinde, fırtınalı günde hedefine varamamış bir kayığın hazin macerası hikâye edilir.

Önce hikâyeciye bakmak lazım

Şeyh Galib mutasavvıf bir şair olmasaydı, bu söylenenlere ilave edeceğimiz fazla lafımız olmazdı. Lakin o mutasavvıf bir şairdir ve üstelik yürüdüğü yolun zafer nişanesi olan şeyhlik hırkasını da sırtına geçirmiş bir insandır. Şeyh Galib, malum olduğu üzere Mevlevilik tarikatının ünlü pirlerinden biridir. Pir, mensup olduğu tarikatın yol meşakkatiyle pişerek kemal mertebesine ulaşmış olan zattır. Kemal mertebesi, tasavvufta bütün menzilleri geçerek ana menzile ulaşmış olan yolcunun yükseldiği son makamdır. Bu makama ulaşan insan, cehaletini ilme ve zaafını erdeme dönüştürmüş olan yetkin insandır. Bu yetkinliğin gelenekteki adı velayettir. Galib’in mahlasının önüne gelen “şeyh” sıfatına bakılırsa, çevrenin kendisini bir şairden çok bir veli gibi değerlendirdiği görülür, ki doğru olanı da budur. Velilerin şair oldukları görülmüştür ama şairlerin veli oldukları görülmemiştir.

Bırakınız kâmil bir insanı, birazcık tasavvuf terbiyesi almış bir heveskârın bile aklında mıh gibi tuttuğu temel bir hakikat vardır: “Ümitsiz olmamak...” Ümitsizlik, dinimizin yasakladığı bir halettir. Olumsuz, karamsar ve moral bozucu bir hüküm, Hakk yolcusunun yürüdüğü yolda bir yol engeli sayıldığı için hoş karşılanmaz. Hal böyleyken, Şeyh Galib gibi bir insan olumsuzluk, yılgınlık ve yenilgi belirten bir gazel döşenir mi? Daha açık bir ifadeyle bir mutasavvıf, dünyayla girdiği cenkte uğradığı bir mağlubiyete destan düzecek düzeye düşer mi?

Bu soru karşısında kalan her okuyucunun vereceği cevap, elbette aşikâr bir “Hayır!” tepkisinden başkası olamaz. Peki hal böyleyken, nasıl oluyor da Şeyh Galib’in bu gazelinin matlaına, bu durumun tam tersi olan olumsuz iki hükmü yüklüyoruz? O halde Şeyh Galib’in bu beytini ve bu beyte bağlı olarak bu gazelini başka bir gözle okumak bir zarurettir.

Bu durumda mesele, başka gözden maksadın ne olduğu meselesidir. O göz, bu şiiri edebî değil de tasavvufî bir metin gibi görmesi gereken gözdür. Şu bir gerçektir ki, alışkanlık insanda bir müddet sonra körlüğe yol açar. Şeyh Galib’in gazeli bir nazım şekli olan gazelle yazıldığı için, okuyucu ve yorumcu buna edebî bir metin gözüyle bakar. Oysa Şeyh Galib bir mutasavvıftır ve söz konusu gazel de şiir kılığına girmiş tasavvufî bir metindir. Demek olur ki, Şeyh Galib’in şiirleri dış tarafıyla edebî, iç tarafıyla tasavvufî metinlerdir. O zaman bunları şiir gibi değil, tasavvufî bir metin gibi yorumlamak gerekir. Böyle olmazsa, şairinin murat ettiğiyle yorumcunun anladığı şey arasında derin bir uçurum oluşur ve metnin ruhu hedef kitleyle temas etmez.

Yırtılan gömlekler

Şimdi bu beyti tasavvufî açıdan ele alalım ve doğduğu hanedeki asıl hikâyesine kulak tutalım. Bir tarikat eri, tekkeye kapılandıktan sonra sıkı bir ibadet süreciyle karşılaşır. Önünde yedi nefs merhalesi vardır ve bu merhalelerin sonuncusu, yolculukların en çetini olan nefs dağının aşılmasıdır. Bu yolculukta müridin her nefs aşamasında bir zikri ve bu zikrin ortaya çıkardığı bir özge gözlem ve idrak vardır. Her zikir aşaması, bir nefs düzeyinin perdesinin yırtılması anlamına gelir. Her yırtılan perde de ardında sakladığı bir görüntünün tecellisini ifşa eder. Tasavvufî eğitimde esas olan, dünyayla temasımızda giydiğimiz gömleklerin yırtılmasıdır. Bu gömlekler, beş duyumuza giydirilmiş olan gömleklerdir. Mürit ney gibi inleyen mürşidinin sesinden gelen mana ile doldukça bu gömlekler kendiliğinden yırtılır ve Hakk yolcusunun basireti açıldıkça açılır.

Şeyh Galib, bu gazele ilk zikir ve nefs düzeyinden son zikir ve nefs düzeyine giden süreci yoğun bir anlatımla yüklemiştir. Bu süreçte perdeler ve perde içindeki perdeler yırtılarak ilerlenir. Bu ilerleyişte yırtılan her perdenin ardında, müridin şaşkınlıkla seyrettiği ve zamanla kayıtlı, geçici görüntüler belirir. Her görüntü müride, görüntünün ardından gelen bir ilim olarak yansır. Bu görüntülerin ilki, âleme ilişkin hiçbir şeyin idrakinde olmama hali olan gaybete ait görüntülerdir. Sonuncusu ise, -kesin anlamda bir sondan bahsedilememekle beraber- “ben”in hüveye dönüşmesine bağlı olarak Hakk’ın kendinde kendini görmesi manasındaki hayrete ait görüntülerdir.

Velilerin tecrübelerini aktardıkları metinlerden hareketle emin olarak diyebiliriz ki, gaybet halinde ortaya çıkan genel görüntü, içinde kâinata ait bütün şekil ve suretlerin gölge halinde yer aldığı her şeyi kaplayan bir denizdir.

Ne kayıkta, ne şişede…

Bu kısa izahtan sonra konumuz olan beyte döndüğümüzde, şairin bizi bahsi geçen deniz ile karşı karşıya bıraktığını fark ederiz. O halde bu beyit, şairin gaybet halinde söylediği bir beyittir. Zaten görüntüler de gaybetten hayrete giden süreçte belirip kaybolduklarına göre, deniz görüntüsünün matlada gelmesi gerekirdi ki tam da öyle olmuş.

Her şeyi kaplayan deniz görüntüsü, bu beyitte gaybet halinin görüntüsüdür. Hakk erinin bu görüntüyü görmesinin bedeli, hiçbir şeyin farkında ve şuurunda olmama halidir. Peki, Hakk eri hiçbir şeyin farkında ve şuurunda değilse, nasıl oluyor da bu deniz görüntüsünün farkına ve şuuruna varıyor? Bu sorunun cevabı gaybet halinin kendisinde gizlidir. Mürit, gaybet halinden başlayarak var gibi görünen yoktan, yok gibi görünen vara doğru bir görüş üstünlüğüne sahip olur. Bütün varlığı kuşatarak onları gölgeler haline getiren azametli deniz, yok gibi görünen vara bağlı ilk görünmelerdir ve bu görünmelerin şartı da var gibi görünen yokların idrakinden kurtulmaktır. Hakk eri, şuurunu dünyadaki gölge varlıkların şuuruna kapayacak ki asıl varlığın şuuruna varsın.

Şeyh Galib’in bu beytindeki deniz imajı, doğrudan söylenmek yerine parçalarından hareketle ifade edilmiştir. Buna “adını söylemeksizin kendini söylemek” diyoruz. Gaybet halinin her Hakk yolcusundaki tecellisi aynı olmaz. Birinde durgun bir deniz görüntüsü belirirken, diğerinde fırtınalı bir deniz görüntüsü belirebilir. Beytin ilk kelimesi olan “yine” kelimesi, bize gaybet halinde Şeyh Galib’e gelen deniz görüntüsünün hep fırtınalı bir deniz olduğunu gösteriyor.

Buradan anlaşılıyor ki, gaybet halinin deniz görünümlü zuhuru iki şekilde görülmektedir: Fırtınalı ve dingin. Fırtınalı deniz, Hakk’ın kahır ve gazabına denk gelen Celal sıfatına, dingin deniz de lütuf ve merhametine denk gelen Cemal sıfatına ilişkindir. Ancak Hakk hangi sıfatıyla belirirse belirsin, müridin eriştiği her halde bir perde yırtılması söz konusudur.

Şunu da belirtelim ki her celal cemale, her cemal de celale doğru yol alır. Ancak sonuçta menzil cemale çıkar, çünkü cemal beka ile ilişkili olduğu için kalıcı, celalse fena ile ilişkili olduğu için geçicidir.  

Kırılmak

Şeyh Galib’in beyti, ilk bakışta gazabın hâkim olduğu bir manzara ile başlamış gibi görünmektedir. Yardan ayrı düşmüş olan âşık, her an ona doğru gitmek istemektedir. Ne var ki yar, deniz aşırı bir ülkededir ve üstelik deniz de tekin değildir. Âşık, buna rağmen gönül kayığıyla yola çıkar ve kayık, fırtınalı bir denizde dalgalara dayanamayarak kırılıp kıyıya düşer.

Okuyucunun burada dikkat etmesi gereken şey, zevrak-ı derûn (gönül kayığı) nitelemesidir. Fırtınalı denizdeki bir kayıkçığın durumu neyse, ayrılık âleminin olayları içinden Hakk’ı arayan gönlün durumu da odur: “Kırılmak”.

Kırılma durumu, aynı zamanda yâre ulaşmak isteyen âşığın psikolojisine de işaret etmektedir. Ne var ki Şeyh Galib, zahirî anlamdaki bu kırılmayı “asıl maksadını örtmek için bir yanıltmaca” olarak kullanmaktadır. Bu yanıltmaca çok usta şekilde yapıldığı için, yorumcuların hedefi gözden kaçırmalarını doğal karşılamak lazımdır. Beyitteki kırılmanın asıl işlevi, yardan ayrı düşen âşığın son derece kırılgan ve hassas oluşuna vurgu yapmaktır.

Hakk dostları, gaybet halindeki müridin ağlayış ve inleyişlerine de dikkat çekerler. Bu ağlayış ve feryatların sebebinin denizle imtihan edilmelerinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Demek ki bu aşamada, yolcu denizi aşamayacağını sanmaktadır. Bu durum, yolcunun sanısını yıkmak için Hakk’ın bizzat yaptığı bir imtihandır. Hakk eri her şeyi kuşatan bir deniz içinde kaybolacağını sanırken, durum birdenbire değişmekte ve deniz, kavuşmanın mekânı olmaktadır. Oysa yorumcular tam bu noktada yanılarak, Şeyh Galib’in arzu ettiğine ulaşamadığını söylemişlerdir. Beyitte, dikkat edildiği zaman bu algıyı temelinden değiştirecek olan bir kelime mevcut. Bu kelime de tevriyeli bir sanatla kullanılmış olan kenâr kelimesidir.

Kenarın yakın anlamı “kıyı”, uzak anlamı ise “kucak” demektir. Beytin ilk dizesini bu kelimenin uzak anlamına göre okursak, “yine gönül kayığım kırılıp kucağa düştü” anlamını kazanır. Gönlü kıran ve üzen şeyler, dünyaya ilişkin şeylerdir. Şeyh Galib, müridin dünya ile münasebetinin yahut dünyadayken Hakk’tan ayrı düştüğünü kavramasının onu yorup yıprattığı hususuna değinmektedir. Müritte ne zaman böyle bir ruhsal durum oluşsa, o zaman Hakk’ın kucağını aramaktadır.

“Kırılmak” deyişi dünya sıkıntıları ile Hakk’tan ayrı düşmenin acılarını, “kenar, yani kucak” kelimesi de bu acı ve sıkıntılara karşılık gelen lütuf ve bağışları ifade etmektedir. Bu açıdan bakınca dizenin gösterdiği manzara, birinden tokat yiyen çocuğun, babasının emin ve şefkatli kucağına koşmasını andırmaktadır. Mürit ne zaman dünya olaylarının getirdiği kırgınlık içine düşse derhâl Hakk’ın lütuf denizine yelken açarak kırgınlığın acısını kavuşmanın tadıyla ortadan kaldırmaktadır.

Rahim ismine yapılan gönderme

Beytin ilk dizesi bu anlamı kazanınca, ikinci dizesinin de olumlu olarak okunacağı gayet açıktır. Yorumcular, bu dizenin açıklamasında şîşe kelimesi üzerinde durarak, onun taşlık yola düşmesiyle kalbin kırılması arasında bir ilgi kurmuşlardır. Oysa bu dize, ilk dizenin işaret ettiğimiz biçimde okunması halinde tamamen olumlu bir anlam kazanmaktadır.

Şeyh Galib, müridin Hakk’a yolculuğu esnasında her kırılış ve üzülüşünün bir lütuf ve ihsanı harekete geçirdiğini söyleyerek, Hakk’ın, lütuf kucağına aldığı bir dostunu bir daha kırılıp dökülmenin zalim eline bırakmayacağını ileri sürmektedir. Şeyh Galib, bu bağlamda Hakk’ın Rahim esmasına gönderme yapmakta ve Hakk erinin nesneler dünyasından çıkarak, bizzat O’na yönelmesi esnasındaki çabalarını bu pencereden izlediğini işaret etmektedir.

Bu dize, bu bakış açısına göre şu anlamı kazanmaktadır: Cenabı Hak, Rahim esmasının penceresinden izlediği bir sevdalısının, camdan bir kayık gibi kırılgan olan gönlünün taşlık bir yola düşmesine tahammül eder ve buna rıza gösterir mi? Sorunun arkasında “Asla göstermez!” cevabı gizlidir. Demek ki beytin bâtınında, zahiriyle taban tabana zıt düşen bir anlam yatmaktadır.

Beytin zahirî (dış) anlamı: “Gönül kayığım kırılıp yine kıyıya düştü. Camdan yapılmış olan bu kayık taşlık bir yola düşmüştür, kırılmamaya ne kadar dayanabilir?” biçiminde olumsuz bir diziliş ve sonuca ulaşmamış bir eylem silsilesi gösterir. Bâtınî  (iç) anlamı ise, “Yine gönül kayığım kırılıp Hakk’ın lütuf kucağına düştü; Hakk, onun camdan yapılmış bir kayık gibi taşlık bir yola düşüp kırılmasına hiç rıza gösterir mi?” şeklinde olumlu bir diziliş ve maksada ulaşmış bir eylem silsilesi gösterir.

“Düş-tü

Ayrıca Şeyh Galib, bu beytin ve doğal olarak gazelin redifi olan “düştü” kelimesiyle de oynar. Düştü, dış anlamda düşmek fiilinin çekimli bir hali gibi görünmektedir. Bu kelimenin iç anlamı ise, “O bir rüyaydı, geldi geçti” anlamındaki “düştü /düş idi” kullanımıdır. Şair, sanki korkulu bir düş ve kâbus gören birinin, uykudan uyandıktan sonra “Oh, iyi ki düş görmüşüm!” deyişine değinir gibidir. Bu durumda, artık âşık kırılış ve onun getirdiği arayışlardan kurtularak Hakk’a ulaşmıştır. Ancak ona ulaşıncaya kadar yaşadığı sıkıntı ve arayışlardan uyanışının nişanesi olan “Yaşadıklarım meğer bir rüya imiş” algısını redifte sık sık tekrarlayarak bu bilinci derinleştiren bir öz telkin yöntemi kullanır.

Ancak burada ifade edilen Hakk’a ulaşma tabirinden “Hakk’ın ilk menzili geçme liyakati gösteren sevdalısına Rahim sıfatından yansıyan ve her şeyi kuşatan özel bir deniz görüntüsüyle tecelli etmesini” kast ediyoruz. 

Ve cevap…

Netice olarak Şeyh Galib’in veya herhangi bir mutasavvıf şairin şiirlerini okurken, onların zahirî manalarına bakarak anlam vermenin son derece yanıltıcı bir iş olduğunu söylemekte yarar vardır. Onların metinleri, her şeyden önce bir sırrın ortaya çıktığı metinler olduğu için, yol gösterici ve yolun sırlarını açıklayıcı niteliktedirler. Bu itibarla onları edebî metin gibi görmek, okuyucu ve yorumcuları yanıltabilir. En azından bu yazı, bu iddianın somut bir tanığıdır.

Sözü bağlarken, başlıkta sorduğumuz “Şeyh Galib’in gönül kayığı nereye düştü?” sorusunu cevaplayabiliriz: “Şeyh Galib’in gönül kayığı, âleme ilişkin olan gömleğini yırtarak, yani kırılarak Hakk’ın lütuf kucağına düşmüştür.”

Şeyh Galib’in bu saklı ifadesinden şunu anlıyoruz: Hakk’a ulaşmanın hiçbir biçiminde ulaşanın sureti, dünyaya ait bir suret değildir. Ona ulaşmanın aslı, bizdeki bu geçici suretlerin kırılması ve o suretlerin altlarında gizlenen baki suretin zuhurundan başka bir şey değildir.