ŞEYH Bedrettin’in
İsfendiyar Beyi İsmail Bey’in tahsis ettiği gemi ile Kırım’a geçememesi, onun
hayatındaki en büyük kırılma ânıdır. Öyle ki, Şeyh, kaçmak istediği bir hayat
ve kurtulmak istediği bir maziden ne kaçabilmiş, ne de kurtulabilmiştir. Kırım
yolunun Venedik gemilerince abluka altında olmasından dolayı Şeyh Bedrettin ve
maiyetindekiler Eflak kıyısına çıkmak zorunda kalsalar da, Şeyh’in niyeti, bir
yolunu bulup Kırım’a ulaşmaktır.
Fakat
İsfendiyaroğlu İsmail Bey’in tahsis ettiği geminin kaptanının savaş ortamında
bir maceraya girmek niyeti yoktur. Şeyh Bedrettin ve maiyeti karada abdest alıp
namaza durunca, geminin reisi Kara Haydar Musa, yelkenleri açtığı gibi denize
açılır ve Şeyh ile adamlarını Eflak kıyısında bırakarak kaçıp gider. Şeyh’in
torunu Hafız Halil’in bildirdiğine göre, bu kaçış, Kara Kaydar’a pek de hayır
getirmez. Dönüş yolunda Venedik gemileri tarafından el konulan yelkenlisi
yakılır ve reisi Kara Haydar da esir alınır.
Şeyh
buna rağmen yine de Kırım’a gitmek için çaba sarf eder ama bu arzusunu
gerçekleştirecek ne bir imkân, ne de fırsat bulur. Bu durumda kafile Deliorman
bölgesine yönelir. Maksat, o bölgeden kendi yurdu olan Simavna’ya ulaşmak ve
oraya varınca da yeni tamamladığı “Nûru’l-Kulûb” adlı tefsirini Çelebi Mehmet’e
sunarak affını talep etmektir.
İşte
tam bu noktada sormak gerekiyor: Acaba durum bu kadar masum mudur? Elbette bu
rivayeti aktaran Şeyh’in torunu Hafız Halil olunca, sorgu daha da anlamlı hâle
geliyor. Mademki Şeyh, İznik sürgünündeyken tefsirini de tamamlamıştır, bu
tefsiri sunmak için, firar edeceğine, olayların yatışmasını bekleyemez miydi?
Tamam, Şeyh, “Bu isyanlardan beni sorumlu tutarlar” diye korkmuştur korkmuş
olmasına da, dâhli olmayan bir isyandan niye sorumlu tutulsundu? Hem sorumlu
tutulsa bile, kendisinin gözaltı hapsinde olması, suçlamalara karşı kendini
savunmasını kolaylaştırmaz mıydı?
Şeyh,
Börklüce İsyanı sırasında hacca gitme izni istediğinde, Sultan, onun hacca
gideceğinden kuşku duyarak bu talebi reddetmişti. Sultan’ın bu kuşkuya rağmen Şeyh’in
gözaltı hapsini zindan hapsine çevirmemesi, onu Börklüce İsyanı ile alâkalı
görmediğine dair bir delil sayılmaz mıydı?
Şeyh’in
Teshil’in sonuna yazdığı nottaki ruhsal gerilim ve derin kaygıları, bize onun
kopacak isyanlardan önceden haberdar olduğunu düşündürüyor. Şeyh’e gözaltındayken
verilen ziyaretçi kabul etme hakkı, ona Börklüce ve Torlak Kemal ile
tahminimizden daha fazla haberleşme imkânı sağlamış olmalıdır. Torun Hafız
Halil, Menâkıbnâme’de, dedesinin Eflak kıyılarına bırakıldığını söylüyor ama Şeyh’in
Eflak Beyi Mirça tarafından son derece iyi karşılanması, bize bu anlatının bir
aklama kurgusu olduğunu düşündürüyor. Şeyh’in önce İsfendiyar Beyliği’ne,
ardından da Eflak Voyvodalığı’na sığınması, kazaskerliğini yaptığı Musa
Çelebi’nin eski ilişkilerini bilinçli bir şekilde kullandığını gösteriyor.
Nitekim Musa Çelebi de ağabeyi Süleyman Çelebi’ye yenildiğinde önce İsfendiyar
Beyliği’ne sığınmış, ardından da İsfendiyar Beyi İsmail Bey’in yardımıyla Eflak
Voyvodası Mirça ile irtibatı temin edilmişti. Mirça’nın askerî yardımıyla
Edirne üzerine yürüyen Musa Çelebi, Süleyman Çelebi’yi yenerek Edirne tahtına
geçmişti.
Şeyhin
Eflak’tan Mirça’nın sağladığı imkânlar ile Dobruca’ya geçmesi, artık istese de,
istemese de kendi adına gerçekleşecek olan bir isyan hareketinin fitilinin
tutuşturulması anlamını taşımaktaydı. Dobruca’da etrafına eski timar sahipleri,
gaziler, kimi başıbozuklar ve müritlerin toplanması, Şeyh’in Eflak’tan
Dobruca’ya ne amaçla geçtiğini göstermektedir. Şeyh’in Eflak’tan önce Dobruca
ve ardından Deliorman bölgesine geçişi beyhude değildi. Bu bölge, Yıldırım
Bayezid’in devleti merkezîleştirme politikasından beri huzursuzdu. Bölge, “darü’l-guzat”
olarak adlandırılan Edirne’nin ruhunu yansıtan bir bölgeydi. Bu bölgede ve
uçlarda bulunan gaziler, özellikle Orhan Bey zamanından beri seferlere
katılarak ganimet elde ederler ve sefer sonrası büyük ölçüde başlarına buyruk
yaşarlardı.
Gazâlar,
gazilerin yaşama nedeniydi. Osmanlı Devleti bir beylik olarak varlığını
sürdürürken bu durumun bir sakıncası yoktu ama büyüyüp devletleşmeye
başladığında, uçlarda yer alan ve büyük ölçüde başına buyruk bir tarzda hareket
eden gazi ocakları üzerinde merkezî bir otoritenin baskı ve tasarrufu
fazlasıyla hissedilir hâle gelmişti.
Yıldırım
Bayezid’in Bursa merkezli merkezî bir devletin temellerini oluşturmaya
çalışması ve bu devletin kurumlarının teşekkülünde de ulemanın bilgi ve birikimine
ihtiyaç duyması tabiîydi. Bu devlet yapısında şeriatın kurum ve kurullarıyla
daha görünür hâle gelmesi, bu anlayışa kısmen bağlı olarak yapılanmış uçlarda
bazı sıkıntıların yaşanmasına neden olmuş ve hâttâ bu huzursuzluklar, 1402’deki
Ankara Savaşı’nda tımarlı sipahi ve gazilerin Timur safına geçmesine yol açan
ana nedenlerden biri olmuştu.
Fetret
Devri’nde gazâların durması ve Timur önünden kaçan kimi ahalinin bu bölgeye
sığınması gibi etkenler, Deliorman bölgesini bir tür muhalif üs hâline
getirmişti. Şeyh Bedrettin kazasker olduğunda, kendi ailesinin de gazilere
mensup oluşundan dolayı, onlara sadece uçlarda değil, içlerde de timar vererek
bu kesim üzerinde müspet bir nüfuz oluşturmuştu. Ancak Çelebi Mehmet’in tahtı
ele geçirmesi üzerine, gazi, tımarlı sipahi ve Hıristiyan feodaller, Şeyh
Bedrettin aracılığıyla elde ettikleri imtiyazları kaybetmişlerdi. Bu itibarla
bölgede Sultan’a karşı hâd safhada bir hoşnutsuzluk vardı.
İşte
Şeyh Bedrettin’in, gerekçesi ne olursa olsun, böyle bir ortama -üstelik
Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının dumanları tüterken- çıkagelmesi, mevcut
gerginliği bir isyana dönüştürecek büyük bir kıvılcımdı ve bu kıvılcımın bir
isyan ateşine dönmesi de uzun sürmedi. Dobruca’da Şeyh’in gelişiyle bir isyan
oluşumu kendiliğinden başlamış oldu. Bu andan itibaren Şeyh Bedrettin, artık
geri dönülmez yola girmiş olduğunu çok iyi biliyordu. Artık cin şişeden
çıkmıştı; yapacak tek şey, mevcut durumu yönetmekti.
Nitekim Şeyh’in, Dobruca’ya geldikten sonra taraftar toplamak ve mevcut taraftarları kendine daha sıkı bağlamak için yoğun bir isyan propagandası yürüttüğü görülür. Ancak şu hususun altını çizmekte yarar var: Bedrettin’in isyan girişiminde, Börklüce’de olduğu gibi, Ehl-i Sünnet anlayışının dışına çıkan aşırı iddialar yoktur. Şeyh Bedrettin’e atfedilen Mehdilik ve sahib-zamanlık yakıştırmaları, gerçek durum ile örtüşen yakıştırmalar değildir. Bazı klasik kaynaklar, Börklüce İsyanı’nda yer alan şu fikirleri aynen Şeyh Bedrettin’e de izafe etmişlerdir: “Allah dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmiştir. Erzak, giyecekler, hayvanlar, toprak ve bütün mahsulleri umumun müşterek hakkıdır. İnsanlar tabiat ve yaradılış itibariyle eşittir. Birinin servet toplayıp biriktirmesiyle diğerlerinin ekmeğe bile muhtaç kalması, İlâhî maksada muhaliftir. Nikâhlı kadınlar ortaklıktan müstesnadır. Bu birlik haricinde kalan her şey, insanların müşterek malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Emlakimize karşılıklı tasarruf edebilmeliyiz. Gerek Müslümanlıkta, gerek Hıristiyanlıkta ulemanın ve papazların hataları ile nice bid’atler ihdas olunmuştur. Bunlar kaldırılırsa din bir olur.”
Kaynaklardaki
tezat bilgiler doğruyu perdeliyor
Buradaki
fikirlerin hiçbirine, Şeyh Bedrettin’in ne fıkhî eserlerinde, ne de daha
serbest bir tarzda yazılan Vâridât’ta rastlanmaz. Zaten Börklüce İsyanı’nın
temel kaynağı olan Dukas’ta da bu fikirlerin Börklüce’ye ait olduğu kayıtlıdır.
Şeyh Bedrettin’in isyan gerekçesine ait ilk Osmanlı kroniklerine yansıyan temel
iddia şu şekilde yer almaktadır: “Gelin!
Şimdiden sonra padişahlık benimdir. Taht benim elimdedir. Sancak isteyen
gelsin. Tımar isteyen, subaşılık isteyen gelsin. Elhasılı, ne dileği olan varsa
gelsin. Ben şimdiden sonra huruc ettim. Bu ülkede halife benim… Simavna
Kadısıoğlu, Musa’nın yanında kazasker iken kendilerine tımar alıverdiği adamlar
dahi yanına geldiler. Amma gelenler gördüler ki, bunun işinde hayır yok, beyliğe
kasd etmeğe ister. Hemen Simavna Kadısıoğlu’nu tuttular. Serez’de bulunan
Sultan Mehmed’e getirdiler.”
Görüldüğü
üzere Şeyh’in tam karşı cephesinde yer alan ilk Osmanlı kroniklerinin, Şeyh’in
suçlandığı bölümde bile konuyu -padişahlık ve halîfelik iddialarını bir yana
koyarsak- uçlarda görülen hoşnutsuzlukları gidermeye yönelik bir düzlemde ele aldıkları
görülür.
Şeyh
Bedrettin, Dobruca’da yeterince kuvvetlendikten sonra 1416 yılında
Ağaçdenizi’ne geçer ve taraftarlarını çoğaltarak Zağra’ya ulaşır. İşte bu
noktadan itibaren de devletin isyanı bastırma teşebbüsüne maruz kalır. Ancak
Bedrettin’in isyanı, hiçbir başarı şansı olmayan cılız bir isyandı. Nitekim
peşine düşenlerin büyük kısmı, Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının bastırılma
haberlerini alır almaz Şeyh’i terk etmişlerdi. Nitekim Şeyh’in üzerine
-sanılanın aksine Vezir-i Azam Bayezid Paşa yerine- Kapıcıbaşı Elvan Ağa
komutasında iki yüz kişilik bir kuvvet gönderilmesi, isyancıların cılızlıkları
hakkında yeterince fikir veriyor.
Oysa
Börklüce İsyanı’nda asiler, Saruhan Valisi İskender Bey ve ardından Aydın ili
kuvvetlerini de yanına alan Saruhan Beyi Timurtaşzade Ali Bey’i yenmişlerdi.
İsyanın yayılma ve büyüme karakteri göstermesi üzerine devlet, isyanı bastırmak
için bölgeye büyük bir ordu sevk etmek zorunda kalmış, bu ordunun başına da
Şehzade Murat ve Vezir-i Azam Bayezid Paşa’yı geçirerek isyanı zorlukla
bastırmıştı.
Şeyh
Bedrettin ve taraftarlarının Dobruca’dan Deliorman bölgesine geçerek isyan
başlattığı esnada, Çelebi Mehmet, Osmanlı ordusunun başında, Selânik’te zuhur
eden Düzmece Mustafa fitnesini defetmek için bölgede bulunuyordu. Şeyh’in isyan
haberi gelince oraya doğru yönelerek otağını Serez’e kurdurmuştu. Muhtemelen,
yapılan keşif ve istihbarat çalışmaları netîcesinde Şeyh’in üzerine Kapıcıbaşı
Elvan Ağa komutasında iki yüz kişilik bir kuvvetin gönderilmesi yeterli görülmüştü.
Zaten
isyancıların Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının bastırıldığını ve Osmanlı
ordusunun isyan bölgesinde bulunduğunu haber almaları mâneviyatlarını çökertmiş
ve daha üzerlerine kuvvet bile gelmeden önemli bir kısmının dağılmasına yol açmıştı.
Nitekim Bedrettin’in kendi adamları tarafından tutuklanarak Elvan Ağa’ya teslim
ediliş hikâyesi, Şeyh’in etrafındakilerin sadâkatten ziyâde çıkarlarına göre
çok pratik davranan bir kitle olduğunu gösteriyor. Zira Fetret Dönemi’nde
bölgede güç dengeleri sürekli değiştiği için, bölge insanı, değişen güç
merkezine doğru birinden öbürüne rahatlıkla geçerek kendi bekâsını teminat
altına almaya çalışıyordu.
Şeyh’in
torunu Hafız Halil, başlangıçta Şeyh’i saklayan Yusuf Bey ve Kara Sinan gibi
isimlerin Şeyh’e ihanet ederek onu Elvan Ağa’ya teslim ettiklerini ihsas eder.
Yakalandıktan sonra Şeyh’i Serez’de bir eve hapsederler ve uygun bir zamanda Padişah’ın
huzuruna götürürler. Menâkıbnâme’de Sultan ile Şeyh arasında geçen konuşma şu
şekilde aktarılır:
Çelebi
Mehmet: “Neden benzin sararmış, yoksa hummaya mı tutuldun? İçinde keler mi
belirdi de bir yerde durmadın?”
Şeyh
Bedreddin: “Güneş batarken sararır; şahinin yuvasına yılan gelirse o yuvada
duramaz. Yolcuyu yılan sokarsa yılan zehri, benzini sarartır. Yılan, güneşi
görünce kuvvetlenir; güneş de ikindiüstü sararır.”
Çelebi
Mehmet : “Neden buyruk ıssı olanların buyruklarına karşı geldin, aykırı iş
ettin?”
Şeyh
Bedreddin: “Ya sen niçin Allah’a muhalefette bulundun?”
Çelebi
Mehmet : “Ben ne vakit muhalefette bulundum?”
Şeyh
Bedreddin: “Hacca gitmek için senden izin istedim, orada kalmayı arzuladım; kaç
kere diledim; uygun bir cevap yollamadın. Hacca gitseydim orada kalırdım.
Dünyada yol kesmeye cevaz var mıdır? Bana şeriata göre bir sorun varsa söyle,
cevabını al. İctihâd ettim, iş bu hâle düştü; zulüm olan yerden göçmek gerek.”
Menâkıbnâme’deki
bu diyaloğa bakılırsa, Sultan’ın, isyan etmesine rağmen Şeyh’e karşı çok sert
bir tavrı yoktur. Sultan, Şeyh’i sadece “ulu’l-emre itaatsizlik” ile suçluyor.
Şeyh de bu itaatsizliğin Sultan’ın tavrından kaynaklandığını bildiriyor. Bu diyalogda
dikkat çekici olan şey, Şeyh’in isyanlar esnasında hacca gitme isteğindeki
inceliktir. Şeyh eğer bu cevabı, durumu kurtarmak için vermediyse, hacca gidip
oraya yerleşerek ülkede baş gösteren bu tehlikeli olaylardan uzak kalmayı
hedeflediğini bildiriyor. Firar girişimini ise, yapacak bir şeyi kalmadığı için
yaptığını, buna dayanak olarak da “Zulüm olan yerden göçmek gerek” ictihâdına
vardığını ileri sürüyor -ki bu ilke, fıkhen geçerli ve mücbir bir sebeptir-.
Şeyh
Bedrettin’in bundan sonraki hayat süreci, artık yargının belirleyeceği bir
süreç içerisinde seyreder. Şeyh’in yargılanması için İran’dan gelen bir Hanefî
bilgini olan Molla Haydar-ı Herevî başkanlığında bir kurul oluşturulur. Bu
kurulda Şeyh Bedrettin, şer’î fikir ve düşünceleri yönünden sorgulanır. Bu
sorgu esnasında Şeyh’in verdiği cevaplar, nitelikli bir Sünnî fakihin cevapları
olduğu için kayda değer bir sonuç çıkmaz.
Bu
cevaplar karşısında kurul başkanı Herevî, Şeyh’in şer’î fikirlerinde herhangi
bir sapma olmadığı düşüncesine varır, ancak kurulda Padişah’ın ve Vezir-i Azam
Bayezid Paşa’nın hocası olan Molla Fahreddin, Şeyh’in cezalandırılmasından
yanadır. Bu amaçla Şeyh’e çok farklı yönlerden suç isnat etmeye kalkışır. Bu
suçlamalar içerisinde Şeyh Bedrettin’in bir eserinde konunun gereği olarak
naklettiği “Kavmi içinde şeyh, ümmeti içinde peygambere benzer” şeklindeki hadîsi
bile aleyhinde delil olarak kullanılır. Sorgu suâl, mecrasından çıkarak mutlak
şekilde Şeyh’i suçlamak biçimine dönüşür. Böyle olunca, Bedrettin cevap vermeyi
bırakarak susmayı yeğler. Anlar ki, bu sorgu şekli ona mukadder bir akıbet
hazırlamaktadır.
Şeyh’e
karşı muhakemenin bu noktaya varmasında devletin bekâsı için harekete geçen bir
refleks olduğunu da gözden kaçırmamak lâzımdır. Fetret Dönemi içinde devlet,
Börklüce Mustafa, Torlak Kemal, Aygıloğlu ve Düzmece Mustafa isyanlarıyla
sarsılmıştı. Bu isyanlara ek olarak bir de Şeyh Bedrettin vakasının ortaya
çıkması, altından kolay kalkılacak gaileler değildi.
Şeyh
Bedrettin’in muhakemesine bakılırsa, Şeyh’in şer’î suçlamalardan berat ettiği,
ancak örfî suçlamaya takıldığı görülür. Bu suçlama nedir? İsyan… Şeyh, isyana
kalkışmış mıdır? Evet! Zaten Şeyh’in Padişah’a verdiği cevap da bu suçu
doğrular niteliktedir. “İctihâd ettim ve iş bu hâle düştü” diyor. Hanefî
fıkhında isyan edenin cezası idam olduğu için, Şeyh hakkındaki karar, “Katli
helâl, malı haram” şeklinde çıkmıştır. Şayet Şeyh şeran suçlu bulunsaydı, malı
da müsadere edilirdi. Şeyh’in malının vârislerine kalması bu karar ile alâkalıdır.
Torun
Hafız Halil’in Menâkıbnâme’de, “Şer’ile
ölümüne yol bulamayınca örf ile fetva verdiler; fetva sureti de bilinmedi,
gitti. ‘Malı haram, kanı halâl’ dediler” şeklindeki tepkisi, Şeyh’in ölümü
için verilen gerekçeli fetva suretinin vârislerine verilmediğini ve idam
kararının üstünün orada kapatıldığını gösteriyor.
Karar,
Şeyh Bedrettin’in ev hapsinde tutulduğu Serez’de yürürlüğe konur ve Şeyh
Bedrettin, 1416 yılında, Serez’deki çarşı meydanında idam edilerek fanî
hayattan bakî hayata geçer. Fetva mucebince malı da vârislerine verilir.
İşin
mahiyetine bakılırsa, Şeyh’in bu isyan girişimi, Fetret Dönemi gibi çok kaotik
bir ortamda değil de belki daha istikrarlı bir dönemde gerçekleşseydi,
muhtemelen idam yerine zindan kararı ile sonuçlanabilirdi. Ama sonuç ne olursa
olsun, ortada bir isyan vardır ve Şeyh, bu cılız isyandan bize, “Ben de hâlimce
Bedrettin’em” yani “Herkesin kendine göre bir değeri vardır” deyimini miras
bırakmıştır. (Devam edecek…)