Şeyh Bedrettin ve Vâridât (3)

Şeyh Bedrettin’in, gerekçesi ne olursa olsun, böyle bir ortama -üstelik Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının dumanları tüterken- çıkagelmesi, mevcut gerginliği bir isyana dönüştürecek büyük bir kıvılcımdı ve bu kıvılcımın bir isyan ateşine dönmesi de uzun sürmedi. Dobruca’da Şeyh’in gelişiyle bir isyan oluşumu kendiliğinden başlamış oldu…

ŞEYH Bedrettin’in İsfendiyar Beyi İsmail Bey’in tahsis ettiği gemi ile Kırım’a geçememesi, onun hayatındaki en büyük kırılma ânıdır. Öyle ki, Şeyh, kaçmak istediği bir hayat ve kurtulmak istediği bir maziden ne kaçabilmiş, ne de kurtulabilmiştir. Kırım yolunun Venedik gemilerince abluka altında olmasından dolayı Şeyh Bedrettin ve maiyetindekiler Eflak kıyısına çıkmak zorunda kalsalar da, Şeyh’in niyeti, bir yolunu bulup Kırım’a ulaşmaktır.

Fakat İsfendiyaroğlu İsmail Bey’in tahsis ettiği geminin kaptanının savaş ortamında bir maceraya girmek niyeti yoktur. Şeyh Bedrettin ve maiyeti karada abdest alıp namaza durunca, geminin reisi Kara Haydar Musa, yelkenleri açtığı gibi denize açılır ve Şeyh ile adamlarını Eflak kıyısında bırakarak kaçıp gider. Şeyh’in torunu Hafız Halil’in bildirdiğine göre, bu kaçış, Kara Kaydar’a pek de hayır getirmez. Dönüş yolunda Venedik gemileri tarafından el konulan yelkenlisi yakılır ve reisi Kara Haydar da esir alınır.

Şeyh buna rağmen yine de Kırım’a gitmek için çaba sarf eder ama bu arzusunu gerçekleştirecek ne bir imkân, ne de fırsat bulur. Bu durumda kafile Deliorman bölgesine yönelir. Maksat, o bölgeden kendi yurdu olan Simavna’ya ulaşmak ve oraya varınca da yeni tamamladığı “Nûru’l-Kulûb” adlı tefsirini Çelebi Mehmet’e sunarak affını talep etmektir. 

İşte tam bu noktada sormak gerekiyor: Acaba durum bu kadar masum mudur? Elbette bu rivayeti aktaran Şeyh’in torunu Hafız Halil olunca, sorgu daha da anlamlı hâle geliyor. Mademki Şeyh, İznik sürgünündeyken tefsirini de tamamlamıştır, bu tefsiri sunmak için, firar edeceğine, olayların yatışmasını bekleyemez miydi? Tamam, Şeyh, “Bu isyanlardan beni sorumlu tutarlar” diye korkmuştur korkmuş olmasına da, dâhli olmayan bir isyandan niye sorumlu tutulsundu? Hem sorumlu tutulsa bile, kendisinin gözaltı hapsinde olması, suçlamalara karşı kendini savunmasını kolaylaştırmaz mıydı?

Şeyh, Börklüce İsyanı sırasında hacca gitme izni istediğinde, Sultan, onun hacca gideceğinden kuşku duyarak bu talebi reddetmişti. Sultan’ın bu kuşkuya rağmen Şeyh’in gözaltı hapsini zindan hapsine çevirmemesi, onu Börklüce İsyanı ile alâkalı görmediğine dair bir delil sayılmaz mıydı?

Şeyh’in Teshil’in sonuna yazdığı nottaki ruhsal gerilim ve derin kaygıları, bize onun kopacak isyanlardan önceden haberdar olduğunu düşündürüyor. Şeyh’e gözaltındayken verilen ziyaretçi kabul etme hakkı, ona Börklüce ve Torlak Kemal ile tahminimizden daha fazla haberleşme imkânı sağlamış olmalıdır. Torun Hafız Halil, Menâkıbnâme’de, dedesinin Eflak kıyılarına bırakıldığını söylüyor ama Şeyh’in Eflak Beyi Mirça tarafından son derece iyi karşılanması, bize bu anlatının bir aklama kurgusu olduğunu düşündürüyor. Şeyh’in önce İsfendiyar Beyliği’ne, ardından da Eflak Voyvodalığı’na sığınması, kazaskerliğini yaptığı Musa Çelebi’nin eski ilişkilerini bilinçli bir şekilde kullandığını gösteriyor. Nitekim Musa Çelebi de ağabeyi Süleyman Çelebi’ye yenildiğinde önce İsfendiyar Beyliği’ne sığınmış, ardından da İsfendiyar Beyi İsmail Bey’in yardımıyla Eflak Voyvodası Mirça ile irtibatı temin edilmişti. Mirça’nın askerî yardımıyla Edirne üzerine yürüyen Musa Çelebi, Süleyman Çelebi’yi yenerek Edirne tahtına geçmişti.

Şeyhin Eflak’tan Mirça’nın sağladığı imkânlar ile Dobruca’ya geçmesi, artık istese de, istemese de kendi adına gerçekleşecek olan bir isyan hareketinin fitilinin tutuşturulması anlamını taşımaktaydı. Dobruca’da etrafına eski timar sahipleri, gaziler, kimi başıbozuklar ve müritlerin toplanması, Şeyh’in Eflak’tan Dobruca’ya ne amaçla geçtiğini göstermektedir. Şeyh’in Eflak’tan önce Dobruca ve ardından Deliorman bölgesine geçişi beyhude değildi. Bu bölge, Yıldırım Bayezid’in devleti merkezîleştirme politikasından beri huzursuzdu. Bölge, “darü’l-guzat” olarak adlandırılan Edirne’nin ruhunu yansıtan bir bölgeydi. Bu bölgede ve uçlarda bulunan gaziler, özellikle Orhan Bey zamanından beri seferlere katılarak ganimet elde ederler ve sefer sonrası büyük ölçüde başlarına buyruk yaşarlardı.

Gazâlar, gazilerin yaşama nedeniydi. Osmanlı Devleti bir beylik olarak varlığını sürdürürken bu durumun bir sakıncası yoktu ama büyüyüp devletleşmeye başladığında, uçlarda yer alan ve büyük ölçüde başına buyruk bir tarzda hareket eden gazi ocakları üzerinde merkezî bir otoritenin baskı ve tasarrufu fazlasıyla hissedilir hâle gelmişti.

Yıldırım Bayezid’in Bursa merkezli merkezî bir devletin temellerini oluşturmaya çalışması ve bu devletin kurumlarının teşekkülünde de ulemanın bilgi ve birikimine ihtiyaç duyması tabiîydi. Bu devlet yapısında şeriatın kurum ve kurullarıyla daha görünür hâle gelmesi, bu anlayışa kısmen bağlı olarak yapılanmış uçlarda bazı sıkıntıların yaşanmasına neden olmuş ve hâttâ bu huzursuzluklar, 1402’deki Ankara Savaşı’nda tımarlı sipahi ve gazilerin Timur safına geçmesine yol açan ana nedenlerden biri olmuştu.

Fetret Devri’nde gazâların durması ve Timur önünden kaçan kimi ahalinin bu bölgeye sığınması gibi etkenler, Deliorman bölgesini bir tür muhalif üs hâline getirmişti. Şeyh Bedrettin kazasker olduğunda, kendi ailesinin de gazilere mensup oluşundan dolayı, onlara sadece uçlarda değil, içlerde de timar vererek bu kesim üzerinde müspet bir nüfuz oluşturmuştu. Ancak Çelebi Mehmet’in tahtı ele geçirmesi üzerine, gazi, tımarlı sipahi ve Hıristiyan feodaller, Şeyh Bedrettin aracılığıyla elde ettikleri imtiyazları kaybetmişlerdi. Bu itibarla bölgede Sultan’a karşı hâd safhada bir hoşnutsuzluk vardı.

İşte Şeyh Bedrettin’in, gerekçesi ne olursa olsun, böyle bir ortama -üstelik Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının dumanları tüterken- çıkagelmesi, mevcut gerginliği bir isyana dönüştürecek büyük bir kıvılcımdı ve bu kıvılcımın bir isyan ateşine dönmesi de uzun sürmedi. Dobruca’da Şeyh’in gelişiyle bir isyan oluşumu kendiliğinden başlamış oldu. Bu andan itibaren Şeyh Bedrettin, artık geri dönülmez yola girmiş olduğunu çok iyi biliyordu. Artık cin şişeden çıkmıştı; yapacak tek şey, mevcut durumu yönetmekti.

Nitekim Şeyh’in, Dobruca’ya geldikten sonra taraftar toplamak ve mevcut taraftarları kendine daha sıkı bağlamak için yoğun bir isyan propagandası yürüttüğü görülür. Ancak şu hususun altını çizmekte yarar var: Bedrettin’in isyan girişiminde, Börklüce’de olduğu gibi, Ehl-i Sünnet anlayışının dışına çıkan aşırı iddialar yoktur. Şeyh Bedrettin’e atfedilen Mehdilik ve sahib-zamanlık yakıştırmaları, gerçek durum ile örtüşen yakıştırmalar değildir. Bazı klasik kaynaklar, Börklüce İsyanı’nda yer alan şu fikirleri aynen Şeyh Bedrettin’e de izafe etmişlerdir: “Allah dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmiştir. Erzak, giyecekler, hayvanlar, toprak ve bütün mahsulleri umumun müşterek hakkıdır. İnsanlar tabiat ve yaradılış itibariyle eşittir. Birinin servet toplayıp biriktirmesiyle diğerlerinin ekmeğe bile muhtaç kalması, İlâhî maksada muhaliftir. Nikâhlı kadınlar ortaklıktan müstesnadır. Bu birlik haricinde kalan her şey, insanların müşterek malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Emlakimize karşılıklı tasarruf edebilmeliyiz. Gerek Müslümanlıkta, gerek Hıristiyanlıkta ulemanın ve papazların hataları ile nice bid’atler ihdas olunmuştur. Bunlar kaldırılırsa din bir olur.”


Kaynaklardaki tezat bilgiler doğruyu perdeliyor

Buradaki fikirlerin hiçbirine, Şeyh Bedrettin’in ne fıkhî eserlerinde, ne de daha serbest bir tarzda yazılan Vâridât’ta rastlanmaz. Zaten Börklüce İsyanı’nın temel kaynağı olan Dukas’ta da bu fikirlerin Börklüce’ye ait olduğu kayıtlıdır. Şeyh Bedrettin’in isyan gerekçesine ait ilk Osmanlı kroniklerine yansıyan temel iddia şu şekilde yer almaktadır: “Gelin! Şimdiden sonra padişahlık benimdir. Taht benim elimdedir. Sancak isteyen gelsin. Tımar isteyen, subaşılık isteyen gelsin. Elhasılı, ne dileği olan varsa gelsin. Ben şimdiden sonra huruc ettim. Bu ülkede halife benim… Simavna Kadısıoğlu, Musa’nın yanında kazasker iken kendilerine tımar alıverdiği adamlar dahi yanına geldiler. Amma gelenler gördüler ki, bunun işinde hayır yok, beyliğe kasd etmeğe ister. Hemen Simavna Kadısıoğlu’nu tuttular. Serez’de bulunan Sultan Mehmed’e getirdiler.”

Görüldüğü üzere Şeyh’in tam karşı cephesinde yer alan ilk Osmanlı kroniklerinin, Şeyh’in suçlandığı bölümde bile konuyu -padişahlık ve halîfelik iddialarını bir yana koyarsak- uçlarda görülen hoşnutsuzlukları gidermeye yönelik bir düzlemde ele aldıkları görülür.

Şeyh Bedrettin, Dobruca’da yeterince kuvvetlendikten sonra 1416 yılında Ağaçdenizi’ne geçer ve taraftarlarını çoğaltarak Zağra’ya ulaşır. İşte bu noktadan itibaren de devletin isyanı bastırma teşebbüsüne maruz kalır. Ancak Bedrettin’in isyanı, hiçbir başarı şansı olmayan cılız bir isyandı. Nitekim peşine düşenlerin büyük kısmı, Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının bastırılma haberlerini alır almaz Şeyh’i terk etmişlerdi. Nitekim Şeyh’in üzerine -sanılanın aksine Vezir-i Azam Bayezid Paşa yerine- Kapıcıbaşı Elvan Ağa komutasında iki yüz kişilik bir kuvvet gönderilmesi, isyancıların cılızlıkları hakkında yeterince fikir veriyor.

Oysa Börklüce İsyanı’nda asiler, Saruhan Valisi İskender Bey ve ardından Aydın ili kuvvetlerini de yanına alan Saruhan Beyi Timurtaşzade Ali Bey’i yenmişlerdi. İsyanın yayılma ve büyüme karakteri göstermesi üzerine devlet, isyanı bastırmak için bölgeye büyük bir ordu sevk etmek zorunda kalmış, bu ordunun başına da Şehzade Murat ve Vezir-i Azam Bayezid Paşa’yı geçirerek isyanı zorlukla bastırmıştı.  

Şeyh Bedrettin ve taraftarlarının Dobruca’dan Deliorman bölgesine geçerek isyan başlattığı esnada, Çelebi Mehmet, Osmanlı ordusunun başında, Selânik’te zuhur eden Düzmece Mustafa fitnesini defetmek için bölgede bulunuyordu. Şeyh’in isyan haberi gelince oraya doğru yönelerek otağını Serez’e kurdurmuştu. Muhtemelen, yapılan keşif ve istihbarat çalışmaları netîcesinde Şeyh’in üzerine Kapıcıbaşı Elvan Ağa komutasında iki yüz kişilik bir kuvvetin gönderilmesi yeterli görülmüştü.

Zaten isyancıların Börklüce ve Torlak Kemal isyanlarının bastırıldığını ve Osmanlı ordusunun isyan bölgesinde bulunduğunu haber almaları mâneviyatlarını çökertmiş ve daha üzerlerine kuvvet bile gelmeden önemli bir kısmının dağılmasına yol açmıştı. Nitekim Bedrettin’in kendi adamları tarafından tutuklanarak Elvan Ağa’ya teslim ediliş hikâyesi, Şeyh’in etrafındakilerin sadâkatten ziyâde çıkarlarına göre çok pratik davranan bir kitle olduğunu gösteriyor. Zira Fetret Dönemi’nde bölgede güç dengeleri sürekli değiştiği için, bölge insanı, değişen güç merkezine doğru birinden öbürüne rahatlıkla geçerek kendi bekâsını teminat altına almaya çalışıyordu.

Şeyh’in torunu Hafız Halil, başlangıçta Şeyh’i saklayan Yusuf Bey ve Kara Sinan gibi isimlerin Şeyh’e ihanet ederek onu Elvan Ağa’ya teslim ettiklerini ihsas eder. Yakalandıktan sonra Şeyh’i Serez’de bir eve hapsederler ve uygun bir zamanda Padişah’ın huzuruna götürürler. Menâkıbnâme’de Sultan ile Şeyh arasında geçen konuşma şu şekilde aktarılır:

Çelebi Mehmet: “Neden benzin sararmış, yoksa hummaya mı tutuldun? İçinde keler mi belirdi de bir yerde durmadın?”

Şeyh Bedreddin: “Güneş batarken sararır; şahinin yuvasına yılan gelirse o yuvada duramaz. Yolcuyu yılan sokarsa yılan zehri, benzini sarartır. Yılan, güneşi görünce kuvvetlenir; güneş de ikindiüstü sararır.”

Çelebi Mehmet : “Neden buyruk ıssı olanların buyruklarına karşı geldin, aykırı iş ettin?”

Şeyh Bedreddin: “Ya sen niçin Allah’a muhalefette bulundun?”

Çelebi Mehmet : “Ben ne vakit muhalefette bulundum?”

Şeyh Bedreddin: “Hacca gitmek için senden izin istedim, orada kalmayı arzuladım; kaç kere diledim; uygun bir cevap yollamadın. Hacca gitseydim orada kalırdım. Dünyada yol kesmeye cevaz var mıdır? Bana şeriata göre bir sorun varsa söyle, cevabını al. İctihâd ettim, iş bu hâle düştü; zulüm olan yerden göçmek gerek.” 

Menâkıbnâme’deki bu diyaloğa bakılırsa, Sultan’ın, isyan etmesine rağmen Şeyh’e karşı çok sert bir tavrı yoktur. Sultan, Şeyh’i sadece “ulu’l-emre itaatsizlik” ile suçluyor. Şeyh de bu itaatsizliğin Sultan’ın tavrından kaynaklandığını bildiriyor. Bu diyalogda dikkat çekici olan şey, Şeyh’in isyanlar esnasında hacca gitme isteğindeki inceliktir. Şeyh eğer bu cevabı, durumu kurtarmak için vermediyse, hacca gidip oraya yerleşerek ülkede baş gösteren bu tehlikeli olaylardan uzak kalmayı hedeflediğini bildiriyor. Firar girişimini ise, yapacak bir şeyi kalmadığı için yaptığını, buna dayanak olarak da “Zulüm olan yerden göçmek gerek” ictihâdına vardığını ileri sürüyor -ki bu ilke, fıkhen geçerli ve mücbir bir sebeptir-.

Şeyh Bedrettin’in bundan sonraki hayat süreci, artık yargının belirleyeceği bir süreç içerisinde seyreder. Şeyh’in yargılanması için İran’dan gelen bir Hanefî bilgini olan Molla Haydar-ı Herevî başkanlığında bir kurul oluşturulur. Bu kurulda Şeyh Bedrettin, şer’î fikir ve düşünceleri yönünden sorgulanır. Bu sorgu esnasında Şeyh’in verdiği cevaplar, nitelikli bir Sünnî fakihin cevapları olduğu için kayda değer bir sonuç çıkmaz.

Bu cevaplar karşısında kurul başkanı Herevî, Şeyh’in şer’î fikirlerinde herhangi bir sapma olmadığı düşüncesine varır, ancak kurulda Padişah’ın ve Vezir-i Azam Bayezid Paşa’nın hocası olan Molla Fahreddin, Şeyh’in cezalandırılmasından yanadır. Bu amaçla Şeyh’e çok farklı yönlerden suç isnat etmeye kalkışır. Bu suçlamalar içerisinde Şeyh Bedrettin’in bir eserinde konunun gereği olarak naklettiği “Kavmi içinde şeyh, ümmeti içinde peygambere benzer” şeklindeki hadîsi bile aleyhinde delil olarak kullanılır. Sorgu suâl, mecrasından çıkarak mutlak şekilde Şeyh’i suçlamak biçimine dönüşür. Böyle olunca, Bedrettin cevap vermeyi bırakarak susmayı yeğler. Anlar ki, bu sorgu şekli ona mukadder bir akıbet hazırlamaktadır.

Şeyh’e karşı muhakemenin bu noktaya varmasında devletin bekâsı için harekete geçen bir refleks olduğunu da gözden kaçırmamak lâzımdır. Fetret Dönemi içinde devlet, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal, Aygıloğlu ve Düzmece Mustafa isyanlarıyla sarsılmıştı. Bu isyanlara ek olarak bir de Şeyh Bedrettin vakasının ortaya çıkması, altından kolay kalkılacak gaileler değildi.

Şeyh Bedrettin’in muhakemesine bakılırsa, Şeyh’in şer’î suçlamalardan berat ettiği, ancak örfî suçlamaya takıldığı görülür. Bu suçlama nedir? İsyan… Şeyh, isyana kalkışmış mıdır? Evet! Zaten Şeyh’in Padişah’a verdiği cevap da bu suçu doğrular niteliktedir. “İctihâd ettim ve iş bu hâle düştü” diyor. Hanefî fıkhında isyan edenin cezası idam olduğu için, Şeyh hakkındaki karar, “Katli helâl, malı haram” şeklinde çıkmıştır. Şayet Şeyh şeran suçlu bulunsaydı, malı da müsadere edilirdi. Şeyh’in malının vârislerine kalması bu karar ile alâkalıdır.

Torun Hafız Halil’in Menâkıbnâme’de, “Şer’ile ölümüne yol bulamayınca örf ile fetva verdiler; fetva sureti de bilinmedi, gitti. ‘Malı haram, kanı halâl’ dediler” şeklindeki tepkisi, Şeyh’in ölümü için verilen gerekçeli fetva suretinin vârislerine verilmediğini ve idam kararının üstünün orada kapatıldığını gösteriyor.

Karar, Şeyh Bedrettin’in ev hapsinde tutulduğu Serez’de yürürlüğe konur ve Şeyh Bedrettin, 1416 yılında, Serez’deki çarşı meydanında idam edilerek fanî hayattan bakî hayata geçer. Fetva mucebince malı da vârislerine verilir.

İşin mahiyetine bakılırsa, Şeyh’in bu isyan girişimi, Fetret Dönemi gibi çok kaotik bir ortamda değil de belki daha istikrarlı bir dönemde gerçekleşseydi, muhtemelen idam yerine zindan kararı ile sonuçlanabilirdi. Ama sonuç ne olursa olsun, ortada bir isyan vardır ve Şeyh, bu cılız isyandan bize, “Ben de hâlimce Bedrettin’em” yani “Herkesin kendine göre bir değeri vardır” deyimini miras bırakmıştır. (Devam edecek…)